Bugün, 22 Nisan Dünya Günü. İklim değişikliği, küresel ısınma, biyoçeşitlilik kaybı, hava ve su kirliliği gibi çevresel sorunlar sadece bugün konuşulmayacak kadar önemli.
Bu bir bahar yazısı değil ama hadi bahardan söz açarak başlayalım. Ömrü yetenler Nisan’la birlikte her ilkbaharda olduğu gibi yeryüzünün yeniden yeşerdiğini, çiçeklendiğini gördü. Bir büyük mucizeye daha şahitlik ediyoruz. Yaklaşık dokuz yıldır Teksas’ta yaşıyorum, gözümüz gönlümüz yeşile doydu çok şükür. Çocukluğum boyunca Pazar sabahları izlediğim Western filmleri nedeniyle kurak düşlediğim Teksas meğer yemyeşilmiş. Evimizin çok yakınında bir orman var. Sabah yürüyüşlerinde ceylanları görmek, çeşit çeşit kuş cıvıltısı dinlemek, baykuş ve sincapları izlemek hayatımızın rutini oldu. Türkiye’de AVM’lere mahkûm çocuk büyüttükten sonra yaşadığımız şu günlerin her biri bir şükür sebebi. Türkiye büyük şehirlerinde toprağa basmadan, doğru düzgün ağaç, çiçek göremeden büyüyor çocuklar. Dolayısıyla doğayla iç içe yaşadığım her güne şükrediyorum ama memleketten uzakta, deneyimlediğimiz şahit olduğumuz her güzellik içinde tattığımız mutluluk buruk. Memleketi düşünüp hayıflanmamak mümkün değil. Başka bir hayat mümkünmüş.
İnsanın çevresi ile kurduğu ilişkinin medeniyetin bir işareti olduğunu düşünüyorum. Medeniyet derken çarpık bir modernleşme değil kastettiğim. Anlayış, bakış açısı ve eğitim. Her güzel şey gibi çevre ve hayvan hakları duyarlılığının da iyi bir eğitimle sağlanabileceği gerçeği. Neden medeniyet diyorum? Yaşadığım yerde kendi evinin bahçesinde bile olsa insanların izinsiz ağaç kesemediğini, Teksas’ın sembollerinden biri olan bluebonnet çiçeklerinin kopartılmasının yasak olduğunu, barınaktan aldığınız hayvanlara iyi bakacağınıza dair sözleşmeler imzalamanız gerektiğini, bilhassa çevre ve hayvanlara dair derneklerin pek çok kurumdan daha büyük bütçelerinin olduğunu ve toplum tarafından maddi ve manevi desteklendiğini paylaşmak isterim.
Bütün bunları her gün düşünüyorum da bugün ayrı. Bugün 22 Nisan, uluslararası çapta kutlanan Dünya Günü. Yaşamın ve dünyanın güzelliğini kutlamakla birlikte, iklim değişikliği, küresel ısınma, biyoçeşitlilik kaybı, hava ve su kirliliği gibi çevresel sorunlar, Dünya Günü’nde öne çıkan temalar arasında. Dünya Günü ilk olarak 1969 yılında San Francisco’da düzenlenen Ulusal UNESCO Dünya Konferansında John McConnell tarafından önerilmiş ve 22 Nisan 1970’te ilk Dünya Günü kutlamaları düzenlenmişti. Bugün, insanların doğal kaynakları daha sürdürülebilir bir şekilde kullanmaları ve gelecek nesiller için yaşanabilir bir dünya bırakmak için farkındalık oluşturmak amacıyla çeşitli etkinlikler ve çalışmalarla kutlanıyor. Bense bu yazıda meseleye din perspektifinden bir katkı sunmak istiyorum.
Geçen hafta Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi kadınlardan oluşan “İbrahim’in Kızları” adlı grubumuzun aylık toplantısını yaptık. Yaklaşık beş yıldır birbirimizi daha iyi tanımak adına her ay bir konu etrafında tartışmak için bir araya geliyoruz ve dünyanın sorunlarına birlikte çözüm arıyoruz. Bu ay da en yakıcı sorunlardan biri olan çevre sorunlarına ve hayvan haklarına eğilelim istedik. Bu doğrultuda misafir konuşmacımız Southwestern Üniversitesinde Çevre Çalışmaları programının eş başkanı ve aynı zamanda Din Programına da başkanlık etmiş olan, Prof. Laura Hobgood’du. Prof. Hobgood, din ve çevre etkileşimi üzerine çalışan, dini inançların ve pratiklerin çevresel sürdürülebilirlik üzerindeki etkilerini araştıran bir akademisyen. Onun moderatörlüğünde insanların doğa ile olan ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini anlamak için dini metinlerin çevresel perspektiften yorumlanmasının ne kadar önemli olduğu üzerine konuştuk. Hayvan hakları, dinlerin hayvanlar konusundaki tutumları, ekolojinin karmaşık etkileşimi, insanın doğayla ve hayvanlarla kurduğu ilişki üzerine uzun uzun sohbet ettik. Geri dönüşümün önemi, plastik kullanımının azaltılması, arılar, teknolojik atıklar, toprağın maruz kaldıkları, organik beslenme, çiftliklerin etik olmayan uygulamaları, artan et tüketimi, vejetaryenlik vs. derken konu konuyu açtı. Önümüzdeki on yıllarda muhtemel savaşların yetersiz yaşam kaynakları ve özellikle de su ihtiyacı yüzünden çıkacağı da gündemdeydi. Kendimizce bir eylem planı belirledik, küçük adımlarla da olsa çabalamak gerek. Tartışmamız, bilhassa Amerika’ya taşındıktan sonra çevre konusunda yaşadığım aydınlanmaya dair her şeyi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirdi.
Doğaya bakışımı boş boş bir bakış olmaktan çıkarıp orada tevhid delillerini görmemi sağlayan Bediüzzaman’a şükran borçluyum. Onun, çam ve katran ağaçlarının tepelerinde Risale-i Nur’la meşgul olurken Barla’daki ormanlık için “Ben bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmem” demesi ne kadar anlamlı. Üstadın tabiata bakışı, yaratılmış bütün canlılara hürmeti, hayvanlara, dağlara ve ağaçlara verdiği önem herkesin malumu. Barla’daki meşhur çınar ağacı için “Ehl-i hükümet gelerek, ‘Eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz, sana da on bin altın vereceğiz; bu parayı Risâle-i Nûr’un hizmetine sarf edersin’ deseler, vallâhi razı olmam” deyişi ne çok şey söylüyor.
Öte yandan “Birinizin elinde bir fidan varken kıyamet kopuyor olsa bile derhâl onu diksin!” buyuran peygamberimizin ümmetinin çoğunlukta olduğu ülkelerde doğanın, ağacın, çiçeğin, hayvanın maruz kaldığı zulmü görünce bu konular üzerine düşünmek acı veriyor. İnsanı, yeryüzünde bir halife olarak bütün yaratılmışların hakkını korumak üzere konumlandıran İslam’ın, Müslümanlarca yeterince anlaşılmadığını da gösteriyor bu. İnsanların her anlamda kamplaştığı sevgi ve merhametten yoksun Türkiye ortamında, sokak hayvanlarının başına gelenlere bakmak bile yeterli tabloyu görmek için. Hatta biraz ileri gidip kadın cinayetlerinin, orman yangınlarının, maden kazalarının, işçi ölümlerinin, fakirliğin, adaletsizliğin hepsinin birbiri ile ilişki olduğunu da söylemek lazım belki çünkü evet “geri kalmışlık bir bütündür, parçalanamaz”. İnsana, hayvana, bitkiye saygılı, yaratılmış her şeyi aziz tutan, varlığa sevgi ve şefkatle yaklaşan Mevlanaların, Yunusların dini yaşayışlarının, Prof. Hobgood’un dediği gibi dini metinlerin çevresel perspektiften yorumlanması ile canlandırılmaya ihtiyacı var.
Kur’an’da tanımlanan cennet tasvirleri de gösteriyor ki insan, doğanın, nehir ve ırmakların, ağaç ve çiçeklerin içinde mutlu. Susamış bir köpeğe su vermek insana cenneti kazandırabilir bunu da biliyoruz. İslam hukukuna göre, savaş halinde bir ordunun insanlara ve çevreye zarar veren ağaç kesme, meyve bahçelerini ve yerleşim alanlarını yakma, tarım ürünlerini tahrip etme, zehirli silahların kullanılması, hayvanları telef etme ve su kaynaklarını zehirleme gibi eylemlerine izin verilmiyor. İslam, savaş sırasında dahi insana ve çevreye saygıyı esas alıyor. Bütün bunları, cennet tasvirleri, “yiyin için fakat israf etmeyin” ihtarı, Hz. Nuh’un gemisine alınan hayvanlar, Üstad’ın kedilerin zikrine dair söyledikleri, Kefh suresindeki Kıtmir, Kuran’da adı zikredilen dağlar, doğanın her bir elementi, balığın karnındaki Hz. Yunus peygamber ve duası, bir sureye adını veren karıncalar ve daha nicelerini çevresel bir perspektiften okumak, düşünmek, araştırmak, konuşmak hem Müslümanların hem de bütün insanlığın aklına ve vicdanına yeni kapılar açacaktır mutlaka.