Son günlerde Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler hikâyesi sık sık aklıma geliyor.
Birçok insan gibi yaşadığımız gerçekliği anlamlandırmaya, yorumlamaya çalışırken kendimi hikâyedeki Hatice Hanım’ın pozisyonunda buluyorum.
Hikâyede Ömer Seyfettin toplumun takındığı maskeyi Hatice Hanım’ın yüksek ökçeli ayakkabılarıyla ortaya koyuyor.
Hatice Hanım zengin, dul bir kadın. Hassas olduğu konular temizlik ve namusluluk. Yanında çalışanların bu konudaki ahlakından emin, onlara güveniyor. Yüksek ökçeli ayakkabılarıyla köşkü dolanarak sık sık çalışanlarını teftiş ediyor. Her şey yolundadır.
Gerçek ise Hatice Hanım’ın rahatsızlanması ve doktor tavsiyesi ile yüksek ökçeli ayakkabılarını çıkarmasıyla kendini gösteriyor. Çalışanlar, Hatice Hanım’ın ayakkabı sesleriyle kendilerine çeki düzen veriyordur. Ayak sesleri kesilince Hatice Hanım çalışanlarının hırsızlıklarına, düzenbazlıklarına ve namussuzluklarına şahit olur.
Hatice Hanım eski çalışanlarını çıkarıp yeni çalışanlar işe alsa da yüksek ökçeli ayakkabılarını giymediği sürece hırsızlık, arsızlık devam eder. Sağlığı yerine gelmiştir ancak her şeyi görüyordur, duyuyordur ve neden huzuru kalmamıştır. Böylece bir tercih yapar ve yüksek ökçeli ayakkabılarını geri giyer. Ahlaksızlar devam etse de huzuru tekrar yerine gelmiştir, gözle görmediği için vicdanı da rahattır.
Bu hikaye ile toplumun sahip olduğunu iddia ettiği, dillendirdiği değerler ile gerçekte toplumun yaşadığı ahlaki deformasyonlar, suça göz yumma, ortak olma, denetimsizlik gibi olgular sade bir şekilde somutlaştırılmaktadır.
Edebiyat içinden çıktığı toplumu yansıtır. Ve yazarlar bizim anlamlandıramadığımız, içinden çıkamadığımız olaylar karmaşasını yetenekleriyle sade ve anlaşılır şekilde bize aksettirir. Çoğu zaman okurken yaşadığım olayların ve hissettiğim duyguların bu kadar güzel kelimelere dökülmesi beni şaşırtmıştır. Eminin okuyan herkes bu hisse vakıftır.
Bizim yüksek ökçeli ayakkabılarımız nelerdir?
Gerçeğin huzursuzluğunu mu tercih edeceğiz yoksa yüksek ökçeli ayakkabılarımızı giyip, ahlaklı, namuslu ‘imiş’ gibi yapıp vicdanlarımızı mı rahatlatacağız?
Aslında toplumun çoğunluğu olarak neyi tercih ettiğimizi defalarca gördük. Yolsuzluk kasetleri çıktığında, gencecik kızlarımız tecavüz edilip öldürüldüğünde, çocuklarımız kurslarda istismar edildiğinde, KHK’larla suçsuz insanlar bir gecede işinden edildiğinde, adalet saraylarımız adalet yerine siyasi kararlar dağıtmaya başladığında…
Toplum hayatı dışında birey olarak kendi hayatımızda da böyle bir seçimle yüz yüze olduğumuzu düşünüyorum. Hepimizin bir gece yüksek ökçeli ayakkabıları cebren elinden alındı ve o geceden beri gerçek tüm çıplaklığıyla gözümüzün önüne serildi.
Şu anda cebr-i lütfi olarak görülebilecek bu olayları aslında gerçeği görüp hayatımıza yeni bir istikamet vermek için bir şans olarak değerlendirebiliriz. Cebren olması yapan için zulüm olsa da bireye bakan yönünü kader olarak değerlendirip lütuf olarak görülebilir.
Böyle bakalım ya da bakmayalım ayağımızdan yüksek ökçeli ayakkabılar çıkınca en yakınımızdan en uzağımıza, hatta kendimizde bile namus, ahlak boyutunda maskeler düştü, gerçek göründü.
Şimdi bu gerçekle ne yapacağız? Tekrar yüksek ökçeli ayakkabılarımızı giyip ‘mış’ gibi yapıp, vicdanımızı mı rahatlatacağız yoksa yalın ayak hayatımıza yeni bir yön mü vereceğiz?