Ahmet Çakır’la bir gün buluşup uzun uzun edebiyattan konuşma sözümüz gerçekleşmedi. Araya hayat, devlet, darbeler ve başka şeyler girdi. Buluşabilseydik gözlerine bakıp son bir kez şöyle diyecektim: Ahmet Abi teşekkür ederim.
Şimdi düşünüyordum da, adamakıllı bir teşekkür edememişim Ahmet Çakır’a.
Bu gecikmiş teşekkürün hikâyesi on yedi yıl önceye uzanıyor. Kitap Zamanı çıkmaya başlayınca bir gün Ahmet Çakır spor kitapları üzerine eleştiriler yazıp yazamayacağını sormuştu. Birkaç yıldır Zaman’da köşe yazıyordu ve benim için Türkiye’nin en iyi spor gazetecisiydi. Teklifi duraksamadan kabul ettim. “Spor kitaplığı” serüvenimiz böyle başladı.
Ahmet Çakır bir editörün ancak çok şanslıysa rastlayacağı yazarlardandı: Yazı gününü sektirmez, boyutunu tek kelime aşmaz, tertemiz bir Türkçeyle yazar, ara başlıkları bile kendisi bulur, editöre neredeyse iş bırakmazdı.
Her ayın başında önerilerini sıralar, yazmak istediği kitapları göndermemizi bile kabul etmezdi, kendisi kitapçılardan satın almaktan haz duyuyordu. İlk yazısı 17. sayıda yayımlandığına göre, tek tük atladığımız ayları saymazsak, kitap ekine en az 80-90 yazı yazmış olmalı. Her ay bir sayfayı nitelikli bir yazıyla kotarmak az katkı değildir—süreli yayın çıkaranlar bilir.
Tutkulu bir okurdu: İyi bir kitap okumanın hazzını coşkuyla paylaşır, hayal kırıklığına uğradıysa bunu saklamazdı. Türkçeye özen gösterir, dil/çeviri hatalarını, yazım yanlışlarını atlamaz, dipnotlara kadar okuduğu kitabı didik didik eder, yayınevlerini zarifçe uyarırdı. Mesleğe, dile saygısı bunu gerektiriyordu.
Ben Türkiye’den ayrılınca ilişkimiz yazışmalarda sürdü. 2008’in Haziran sayısında (Türkiye’den çıkardığım son sayıydı) başlayacak Avrupa şampiyonasını fırsat bilip “Futbol ve Edebiyat” kapağı yapmıştık. “Rilke’yi okumak, Sergen’i izlemek” başlıklı editör yazısıyla çıkan o sayıya Ahmet Çakır nefis bir dosya hazırlamıştı. Nabokov’un kalecilik tutkusundan Camus’nün futbolculuğuna, Márquez’in stadyumlarda dergi satmasından Orhan Kemal’in penaltı golüne kadar edebiyatla futbolu buluşturan anekdotlar ortak noktamızdı.
Ne de olsa yazı yolculuğuna edebiyatla başlamıştı. 1983’de Varlık’tan çıkan Dostun Ölümü adlı kitabından sonra öyküye uzak kalmaktan duyduğu pişmanlığı birçok kez dile getirdi. Öteki yolu seçse ne olurdu diye düşünmüşümdür— o burukluk sanırım hep içinde kaldı.
Asıl tutkusu yazıda yoğunlaşıyordu. Edebiyat ya da spor—yazmak Ahmet Çakır için sanki bir varoluş biçimiydi. Meslektaşlarının çok konuşup az yazmasından yakınırdı. Beşiktaş’ın Çarşı grubunu sosyolojik açıdan inceleyen bir araştırma ya da İbrahimoviç’in bol dedikodulu anıları üzerine aynı heyecanla yazardı. Federer’in kariyerinden olimpiyat komitelerinin para trafiğine her konuya ilgi duyan tam bir spor insanıydı.
Onu bir spor insanı olarak nasıl tanımlamak gerektiği sorulsa “klişelerin dışında” derdim. Türkiye’de spor gazeteciliği hakem hataları etrafında dönerken, futbolun hakemler üzerinden tartışılmasının ne kadar yersiz olduğunu anlatmaktan geri durmazdı. Hatalı kararların futbola renk katabileceğini bile söylemişti (yüz ekşiten meslektaşlarından yakınarak). Belki de onun temsil ettiği spor gazeteciliğinin ölümüyle futbolun VAR ile tatsızlaşması birbirinden bağımsız değildir.
Ahmet Çakır’ın vedası Bâbıâli’de yetişmiş, gazete dağıtıcılığından köşe yazarlığına mesleğin her aşamasından geçmiş bir kuşağın da vedası gibi… Cenazesinde buluşanlar, ardından söylenenler yerinin kolay dolmayacağını gösteriyor. Gelgelelim, ana akım basında bir şey dikkatimi çekti: Hiçbir yazıda, hiçbir haberde Zaman’ın adı geçmiyordu. Zaman, Ahmet Çakır’ın düzenli olarak en uzun süre, övünç duyarak yazdığı gazeteydi. Kitap ekinde yıllarca tek başına bir spor kitaplığı geleneği oluşturdu. Bu belleksizleştirme çabasına karşı da bir not düşmek istedim.
Ahmet Çakır’la bir gün buluşup uzun uzun edebiyattan konuşma sözümüz gerçekleşmedi. Araya hayat, devlet, darbeler ve başka şeyler girdi.
Buluşabilseydik gözlerine bakıp son bir kez şöyle diyecektim: Ahmet Abi teşekkür ederim.