ABD Başkanı Donald Trump (sağda), ABD Başkan Yardımcısı JD Vance (solda), ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio (ortada) ve ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth (ikinci sağda) ile birlikte... (Fotoğraf: Carlos Barria / POOL / AFP)
Ağustos ayının sonunda Donald Trump yönetimi, Latin Amerika politikasında önemli bir eşiği işaret eden kapsamlı bir askeri sevkiyat kararı aldı. Üç füze destroyeri, bir kruvazör, bir nükleer denizaltı ve 4.500 denizci/savunma personeli, Karayipler’e konuşlandırıldı. Bu adım, yalnızca deniz güvenliği operasyonu değil, aynı zamanda bölgeye yönelik uzun vadeli stratejik bir güç gösterisiydi.
Takip eden günlerde tansiyon hızla yükseldi. 2 Eylül’de Venezuela’dan ayrılarak Trinidad ve Tobago’ya doğru ilerleyen bir bot, ABD hava kuvvetleri tarafından uluslararası sularda vuruldu. Washington, hedefin uyuşturucu taşıdığını iddia etti ve operasyonun görüntülerini kamuoyuna servis etti. Saldırıda 11 kişi hayatını kaybetti. Bu, ABD’nin bölgede başlattığı yeni güvenlik doktrininin sahadaki ilk somut uygulaması olarak kayda geçti.
Aynı dönemde F-35 savaş uçakları Puerto Rico’ya sevk edildi. Başkan Donald Trump, Venezuela jetlerinin ABD donanmasına yaklaşması halinde “tehdit olarak değerlendirileceklerini ve düşürüleceklerini” açıkladı. Bu söylem, Karayipler’deki askeri gerilimin yalnızca taktik değil, stratejik bir mesaj taşıdığını gösteriyordu.
Neo-Monroe Doktrini: Öncelik Batı Yarımküre
Trump’ın son dönemdeki dış politikasını yalnızca ABD–Venezuela ekseninde değerlendirmek eksik olur. Washington, Latin Amerika’yı yeni bir “grand strateji” vizyonunun merkezine yerleştirmiş durumda. Bu yaklaşım, 19. yüzyıldaki Monroe Doktrini’nin modern bir yorumu olarak, Batı Yarımküre’de Amerikan hegemonyasının yeniden tesisini hedefliyor.
ABD’nin Latin Amerika yaklaşımı, Soğuk Savaş yıllarında ağırlıklı olarak komünizmin yayılmasını önleme üzerine inşa edilmişti. 1990’lardan itibaren ise öncelikler; uyuşturucu ile mücadele, göç yönetimi ve ticaret ilişkileri eksenine kaydı. Trump döneminde ise güvenlik eksenli ve askeri caydırıcılığı önceleyen bir paradigma hâkim. Bu anlayış, bölgeye yalnızca ekonomik ve diplomatik değil, doğrudan sert güç unsurlarıyla müdahil olma iradesini yansıtıyor.
Bu dönüşümün sembolik ve siyasi açıdan en dikkat çekici adımlarından biri, Savunma Bakanlığı’nın adının “Savaş Bakanlığı” olarak değiştirilmesi. Bu değişiklik, yakında yayımlanacak Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde köklü bir yön değişikliğinin habercisi. Öncelik, uzun süredir merkezde olan “Çin’in dengelenmesi” hedefinden, “ulusal güvenliğin ve Batı Yarımküre güvenliğinin sağlanması” hedefine kayıyor.
Trump yönetimi, Latin Amerika stratejisini uyuşturucu ve organize suçla mücadele üzerinden şekillendiriyor. Şubat ayında Meksika’daki önde gelen karteller terör örgütleri listesine alındı. Aynı adım, Venezuela’da faaliyet gösteren Cartel de los Soles ve Tren de Aragua için de atıldı.
Bu hamle, ABD’nin Latin Amerika’da da tıpkı Orta Doğu’da olduğu gibi askerî ve istihbarî operasyonları terörle mücadele çerçevesinde yürütme niyetini açıkça ortaya koyuyor. Böylece gerektiğinde sınır ötesi operasyonların önü hukuki olarak açılmış oluyor. Nitekim geçtiğimiz aylarda, Meksika’daki kartelleri hedef alan bir operasyon için Pentagon’un planlama çalışmaları yürüttüğüne dair haberler basına yansıdı.
Rubio Faktörü: Latin Amerika’ya Odaklı Strateji
Trump’ın Dışişleri Bakanlığı koltuğuna Marco Rubio’yu oturtması, basit bir siyasi tercih değildi. Florida kökenli Rubio, Küba ve Venezuela politikalarındaki sert tavrıyla tanınan, ABD tarihinde bu göreve gelen ilk Latino dışişleri bakanı. Ukrayna ve İsrail gibi dosyalarda geri planda kalsa da, Latin Amerika söz konusu olduğunda öne çıkan, etkili bir isim. Bu atama, ABD dış politikasının ağırlık merkezinin Avrupa–Ortadoğu ekseninden Batı Yarımküre’ye kaydığının güçlü bir göstergesi.
Rubio’nun etkisiyle şekillenen yeni Latin Amerika politikasında öncelik açıkça Venezuela’ya verilmiş durumda. Maduro yönetiminin, Beyaz Saray’ın ifadesiyle “narko-terör” ile ilişkilendirilmesi, Washington’un giderek sertleşen tutumuna meşruiyet kazandırıyor. “Cartel de los Soles” ve “Tren de Aragua”nın terör listesine alınması ise, Maduro’yu doğrudan hedef alabilecek operasyonlar için hukuki bir zemin oluşturuyor. Trump yönetiminden gelen mesajlar ise, sınırlı bir askerî operasyon da dahil olmak üzere her seçeneğin masada olduğuna işaret ediyor.
Zayıflayan meşruiyeti ve düşük popülaritesiyle Maduro rejimi, bu stratejinin uygulanması açısından en uygun hedef olarak görülüyor. Washington’un planı da net: Eğer burada rejim değişikliğinde başarı sağlanırsa, sıradaki hedefler Küba ve Nikaragua olacak.
Latin Amerika, önümüzdeki dönemde yalnızca ABD’nin arka bahçesi değil, küresel güç rekabetinin sıcak cephelerinden biri haline gelmeye aday görünüyor.