Yeni ‘görme biçimleri” ya da kendimizi aşmanın küçük, yorucu ve vazgeçilemez yolları

Sevgi nedir? Coşkulu bir duygu mu, yoksa dikkat terbiyesi mi? Ego’nun gürültüsünü susturmayı öğrenmeden hakikate yaklaşmak mümkün mü? Var mısınız dünyayı değiştirmeden önce bakışımızı düzeltmeye?

İnsanın dünyayı ‘olduğu gibi’ görme çabası, çoğu zaman kendi içinden yükselen dumanla boğulur; neyin duman, neyin hakikat olduğunu ayırt etmek zorlaşır. Gündelik hayatın en sıradan anlarında bile bu dumanın gölgesi söz konusudur: Yolda yürürken yanından hızla geçen birine öfkeyle bakmak, kalabalık bir masada sesi az çıkan birini “çekingen” ya da “ilgisiz” sanmak, çocukluğumuzdan beri içimize işleyen sınıfsal yahut kültürel refleksleri fark ettiğimiz anda geri çekilmek. Bütün bunlar Iris Murdoch’un sözünü ettiği o “kaygan iç sahne”nin (the slippery inner world), yani insanın kendisini haklı çıkarmaya programlanmış egosunun eseridir. Simone Weil’in “dünya bizi çağırır, fakat biz kendi sesimizin uğultusuna kapılırız” deyişini hatırlatan bu durum, görmenin ne denli kırılgan bir eylem olduğunu gösterir.

Murdoch’un ısrarla üzerinde durduğu mesele, bu kırılganlığın ahlâkî sonuçlarıdır. Ona göre insan yalnızca eylemleriyle değil, bakışının niteliğiyle de ahlâkî bir varlıktır; dünyayı hangi kavramlarla okuduğumuz, içimizde hangi önyargı kümelerini beslediğimiz, bir başkasının davranışına hangi anlamı yüklediğimiz kendiliğinden bir hesaplaşma gerektirir. Ne var ki, Kant’çı gelenekte ağırlık kazanan o nötr, eşitlikçi, duygudan arındırılmış ahlâk fikri —niyeti, ödevi ve rasyonel kararlılığı merkez alan düşünce yani— görmenin bu içsel tarihini çoğu zaman görmezden gelir. Oysa Murdoch’a göre kötülük, çoğu zaman yanlış eylemde değil, yanlış görmede gizlidir; kişi, dünyayı çarpıtarak kendini haklı çıkaran imgelerin konforunda yaşar ve bu imgeleri “kendinin” kılarak gerçekliği bulanıklaştırır. William Godwin’in şu sorusu bugün bile soğuk bir berraklıkla karşımıza çıkar: “Ben zamirinin içinde nasıl bir büyü var ki, tarafsız gerçeğin kararını devirmeye kalkışıyoruz?”

Bu sorunun yankısı, insan ilişkilerinde daha belirgin bir hâle gelir. Murdoch’un ünlü M–D örneğinde [1], dışarıdan bakıldığında hiçbir kötülük yoktur: M, D’ye nazik davranır, görgü sınırlarını aşmaz, incitici bir söz söylemez. Yine de, M’nin D’yi zihninde kurduğu imge —“kaba”, “sıradan”, “çocukça”— dünyayı görme biçimindeki bir yarılmaya işaret eder. Bu yarılmanın nedeni çoğu zaman tarihsel ve toplumsaldır; sınıf, cinsiyet, kuşak farklılıklarının ördüğü örtük hiyerarşiler, bakışın içine sızan tortulardır. Fakat ne olursa olsun, Murdoch’un asıl önemsediği nokta şudur: Birine haksızlık etmek için ona kötü davranmak gerekmez; bazen yalnızca yanlış görmek yeterlidir.

Günlük hayatın içinde bu yanlış görmeleri fark etmek güçtür, çünkü insan kendi iç konuşmalarının tutsağı olur. Birinin yüzündeki donuk ifadeyi ilgisizlik sanırız; oysa kişi belki de bir acıyı bastırıyordur. Bir arkadaşımızın sözünü “küçümseme” gibi algılarız; belki de o cümlenin tonunu belirleyen yorgunluğudur. İş yerinde sert bulduğumuz biri savunmasızlığını saklıyordur. Biz ise tüm bu sahneleri, kendi egomuzun ürettiği açıklamalarla doldururuz. Böylece dikkat, bir başkasına yönelmek yerine kendi iç çöküntüsünü tamir etmenin aracı hâline gelir. Weil’in “dikkat, sevginin en saf biçimidir” sözü, belki de bu nedenle Murdoch’un düşüncesinde böylesine merkezi bir konuma yerleşir; çünkü dikkat bozulduğunda sevgi bozulur, sevgi bozulduğunda ise görme yetimiz karanlığa çekilir.

Buradan bakınca şu soru kaçınılmaz hâle gelir: Birini gerçekten ne zaman görürüz? Bu sorunun cevabı pratik bir teknik değildir; bir eğitim, bir yöntem, bir alışkanlık da değildir. Daha çok yavaşlayan bir iç harekettir, kişinin kendine yönelttiği eleştiriyle başlar ve dışarıya, başkasına doğru açılır. Görmenin ön koşulu, kendi hikâyesini başkalarının gerçekliğinden daha önemli sanan iç monoloğu susturabilmektir. Çünkü bazen hakikati bulmak için dünyaya değil, kendimize bakmamız gerekir; gözün yönünü değiştirmek bile yeterlidir. Murdoch’un sezdiği şey tam da budur: Gerçeği görmenin en zor yanı, dünyayı değil, kendimizi tashih etmeye zorlanmamızdır.

SEVGİ BİR DİKKAT BİÇİMİDİR

Sevginin çoğu kez bir duygu kıpırtısı, bir iç taşma, bir coşkunluk anı olarak anlatıldığı kültürel mirasın içinde, Murdoch’un “sevgi dikkat gerektirir” önermesi neredeyse devrimci bir yalınlık taşır. Sevgi burada bir duygu olmaktan ziyade, insanı kendi iç karanlığından çekip çıkaran bir çalışma, bir yönelme, bir bakma biçimidir. Tıpkı bir zanaatkârın malzemeye eğildiği gibi, bir müzisyenin nota ile kurduğu ilişki gibi, bir ressamın renklerin içindeki sessiz gerilimi fark edişi gibi… Sevgi bu anlamda dışarıya açılan kapıdır; insanın kendine dönük kapanmalarını, içe kıvrılmış şikâyetlerini, küçük korkularını gevşeten bir hareket. Simone Weil’in “dikkat, sevgiden başka bir şey değildir” sözü, Murdoch’un düşüncesinde bir ilke hâline gelir; çünkü dikkat bozulduğunda, sevginin de yönü kayar. İnsan başkasını değil, kendi fantezisini sevmeye başlar.

Gündelik hayatta sevginin bu zanaatkâr boyutu nadiren fark edilir. Çoğu zaman birine duyduğumuz yakınlığın kendiliğinden aktığını, bizi bir iradeden bağımsız biçimde sarıp sarmaladığını düşünürüz. Oysa bir başkasını gerçekten görmek, onun içindeki kıvrımları, suskunlukları, kırılganlıkları anlamaya çalışmak kolay bir iş değildir. Murdoch’un dikkat çektiği şey tam da bu güçlüktür: Sevgi, başka bir insanın iç dünyasına duyduğumuz merakın sabırla işlenmiş hâlidir. Bir bebeği ilk kez kucağına alan ebeveynin o uzun, derin bakışı; bir dostun, arkadaşının kelimelerinin arasına sinmiş tedirginliği fark edişi; bir öğretmenin, öğrencisinin yanlışlarından önce onun iç gerilimini sezmesi… Bunların her biri, sevginin duygu olmaktan çok bir dikkat emeği olduğunu gösterir. Sevgi burada kendiliğinden taşmaz; yavaşça yön bulur.

Bu nedenle Murdoch, sevginin insanı kendi iç bencilliğinden çıkaran en güçlü etik kuvvet olduğunu düşünür. Ego’ya kapıldığımızda, başkalarını yalnızca bize temas ettikleri yerlerden okuruz; davranışlarını bizimle ilişkili kıldığımız ölçüde anlamlandırırız. Sevgi ise bu çarpık okuma biçimini kırar. Kişi, kendi merkezini bırakıp ötekinin alanına adım atar; anlam vermeyi değil, anlamayı dener. Bu, romantik aşkın ani körlüğünden büsbütün farklıdır; tam tersine, körlüğe karşı bir uyanıklıktır. Öfkeyle baktığımız bir yüzün ardında beliren yorgunluğu, küçümsediğimizi sandığımız bir sözün ardındaki çekingenliği, umursamaz bulduğumuz bir davranışın ardındaki tedirginliği fark edebilmek için sevginin bu dikkat biçimine ihtiyaç vardır. İnsan kendi iç sesini kısmadan başkasına bakamaz; çünkü dikkat, önce içteki gürültüyü susturarak başlar.

Sevginin dikkat oluşu, aynı zamanda onun bir tür hakikat arayışı olduğu anlamına gelir. Sevgi, öteki hakkında yanılsamalar üretmez; ego’nun şişkin sesine kapılmadan başkasını olduğu gibi, kendi bağlamı içinde kavramaya çalışır. Murdoch’un deyimiyle, sevgi “kişiyi hakikate doğru çeker”. Sevileni idealize eden, onu kendi arzularının şekline sokan ya da eksiklerini görmezden gelen bir sevgi biçimi, bu nedenle önerdiği etik yönelişi kaybeder. Gerçek sevgi, büyüleyici bir sis değil, çözülmeye hazır bir aydınlıktır. Bir insanı gerçekten görmek, onu değiştirmeden anlamak, dönüştürmeden kabul etmek çaba gerektirir; sevgi bu çabanın adıdır. Bir ustanın ağaçtaki damarları fark ederken gösterdiği sabır, bir müzisyenin bir melodinin içindeki en küçük titreşime kulak kesilişi, bir şairin kelimenin kıyısındaki o incelikli titreşimi duyma çabası… Sevgi bütün bu sahnelerin ortak hareketidir: Dünyayı olduğu gibi görme arzusu.

Murdoch’un sevgiye yüklediği bu anlam, günümüzün hızlanmış, yüzeysel ilişkilerinde daha da çarpıcı bir karşılık bulur. İnsanların birbirine hızla hüküm verdiği, iletişimin çoğu zaman açıklıktan çok savunma içerdiği bir çağda, sevgi yalnızca bir duygu değil, karşı koyma biçimi hâline gelir. Birini gerçekten anlamaya çalışmak, onu kendimiz için değil kendisi için görmeye yönelmek, eleştiriyi değil kavrayışı öne çıkarmak; işte bütün bunlar sevginin etik gücünü belirler. Sevgi burada bir romantik taşkınlık değil, bir iç disiplin, bir bakış terbiyesidir. Bir insanı sevmek, ona yakınlık duymaktan önce, onun hikâyesine önyargısız yaklaşmayı gerektirir. Çünkü sevgi, Murdoch’un dünyasında, insanın iç sesinin karanlık kesitlerine karşı geliştirdiği en ince, en sessiz direniş biçimidir.

KENDİMİZE KARŞI KOYMANIN ZORLUĞU

İnsanın kendisiyle ilişkisi çoğu zaman barışçıl değildir; içimizde, bize görünmeden işleyen bir mahkeme vardır ve yargıç koltuğunda çoğu zaman ego oturur. Murdoch’un “hayal kuran, kendine dönük, kendi imgesine tutkun benlik” diye tanımladığı bu ego, insanın gerçeklikle temasını kesintiye uğratan en güçlü perdelerden birini oluşturur. Kişi dünyaya baktığını sanır, ama aslında kendi ürettiği perdeyi seyreder. Birinin sözünü kırıcı bulduğumuzda, çoğu zaman ilk refleksimiz o sözü kendi kırılganlığımız üzerinden yorumlamaktır; bir davranışı kaba bulduğumuzda, o davranışın ardında duran hikâyeyi düşünmek yerine, kendi incinmişliğimizi büyütürüz. Önyargıların en koyusu, insanın kendine gösterdiği bu körlüktür. Ego kendini daima mazur gösterir; dünyayı, iç taleplerine uygun biçimde düzenlemek ister ve bu nedenle sevginin hakikati görme gücü çoğu zaman içeride başlayan bir mücadeleye dönüşür.

Murdoch’un “fantasy” dediği kavramı “hayal kurma” ile karşılarsak, fena halde yanılırız; onu, gerçekliği kendi duygu ihtiyaçlarımıza göre bükme çabası olarak anlamalıyız. İnsan, kendi kusurlarını görmemek için karşısındaki kişiyi ya yüceltir ya da küçültür; kendine dair acı bir farkındalıktan kaçmak için başkasını kolayca suçlar. Modern çağın en görünür sahnesi olan sosyal medya bile bu fantezi üretimine imkân tanır; insanlar kendi hikâyelerini seçtikleri fragmanlarla anlatır, eksiklerini perdeleyen bir vitrin kurar, ötekilere dair hükümlerini bir cümlenin aceleciliğiyle verirler. Kişinin kendini haklı çıkarmaya dönük bu içsel organizasyonu, sevginin gerektirdiği adaletli görmeyi bozar. Çünkü sevgi, Murdoch’un ısrarla belirttiği gibi, insanı kendinden dışarı çekme gücü taşır; oysa ego insanı kendi içine kapatan bir mıknatıstır ve bu zıt çekimlerin arasında hakikati ayakta tutmak her zaman kolay değildir.

Bu içsel savaşı en çok yakın ilişkilerde görürüz; çünkü bizi en çok sarsan ve dönüştüren ilişkiler bunlardır. Bir dostun mesafesini nankörlük, bir sevgilinin suskunluğunu ilgisizlik, bir aile üyesinin eleştirisini küçümseme gibi okumak çoğu zaman kendi içimizdeki yaraların sesidir. Ego, başkasının davranışını kendi kırılganlığının aynasında yansıtarak okur; böylece gerçeklik değil, kendi iç sahnemiz belirleyici olur. Murdoch’un M–D örneği bu nedenle güncelliğini hiç yitirmez: M, gelinine kötü davranmaz, ama onu yanlış görür; çünkü M’nin zihni, sınıfsal kalıntılar ve kişisel kıskançlıklarla doludur. D’nin gerçekliği, M’nin iç fantezisinin gölgesinde kaybolur. Bu durum, hiçbir dış eylem gerçekleşmeden bile bir ahlâkî kusurdur; çünkü insan, bir başkasına haksızlık etmek için ille de sözle ya da davranışla incitmek zorunda değildir. Haksızlık, çoğu zaman zihinde başlar.

Sevginin bu noktada devreye girmesi, bir duygu taşkınlığından çok, bir iç disiplin işidir. Ego’ya teslim olmamak, kendi kolay açıklamalarımızı açığa vurmak, başkasını kendi hikâyemizin nesnesi olmaktan çıkarmak için sevgiye ihtiyaç duyarız. Murdoch’un “sevgi, özgürleşme yetisidir” derken kastettiği muhtemelen budur: İnsan, kendini merkeze alan fantezilerden uzaklaştıkça başkasının gerçekliğiyle karşılaşır. Bu karşılaşma her zaman rahatlatıcı değildir; kimi zaman kendi bencilliğimizi, kıskançlığımızı, güvensizliğimizi görünür kılar. Bu nedenle sevgi, romantik bir yücelik değil, içsel bir cesaret işidir. Weil’in söylediği gibi, “gerçek dikkat acı verir”; çünkü insan, kendisini savunduğu sahneden geri çekilip başka birinin dünyasına bakmak zorunda kalır. Bu geri çekilme, yalnızca bir nezaket değil, içsel bir onarım sürecidir.

Murdoch’un düşüncesinde sevginin etik ağırlığı, bu zorluğun kendisinden doğar. İnsan, başkasını olduğu gibi görmenin getirdiği sarsıntıya açık olmadıkça, sevgi yalnızca içini okşayan bir duyguya dönüşür. Oysa sevgi, kendini haklı çıkarmanın araçlarını yavaşça gevşetir, içimizde sürekli konuşan o yargıcı susturur ve başkasının gerçekliğine yer açar. Sevgi bu anlamda bir iç düzeltme hareketidir; kişinin kendi zihnindeki tortuları ayıklaması, yanlış gördüğü yerleri yeniden kurması, fantezilerinin sisini dağıtmasıdır. Bir insanı gerçekten sevmek, onu ideal bir figüre dönüştürmeden, kusurlarıyla ve sesleriyle, eksiklikleri ve çelişkileriyle görmeyi kabul etmektir. Sevgi, Murdoch’un ahlâk anlayışında, insanın kendisiyle giriştiği bu yorucu ama vazgeçilmez mücadelede bir tür kılavuz ışığıdır.

SEVGİNİN ALÇAKGÖNÜLLÜ GELECEĞİ

Sevginin etik gücünü kavradığımızda, insan ilişkilerinin neden bu kadar kolay yaralanabildiğini de daha iyi anlarız; zira sevgi, eğer bir dikkat biçimi ise, o zaman dikkatimizin her savruluşunda sevginin yönünü de yitiririz, öyle değil mi!

Murdoch’un “ego’nun fantazmaları” dediği şey bu yüzden güç kazanır; kişi kendine dönük o iç kabukta, dünyanın gerçekliğini değil, kendi kırılganlıklarının yankısını duyar. Sevgi, büyük fedakârlıklar ile paralel okunsa da aslında alçakgönüllü ayarlamaların sanatıdır. İnsan kendine dönük o alışılmış bakışı bir anlığına gevşetebildiğinde, başkasının sesini duyabilecek bir açıklık oluşur. Sevginin geleceği dediğimiz şey, işte bu küçük açıklıkların çoğalmasından ibarettir; öfkeyi durduran, hükmü erteleyen, merakı canlandıran anların çoğalmasından…

Murdoch’un işaret ettiği gibi, bu dikkat terbiyesi, hem insanlar arasında hem de dünyanın kendisiyle kurduğumuz ilişkide görülür. Bir sanat eserinin karşısında uzun süre durabilmek, bir melodinin iniş çıkışlarını takip edebilmek, bir zanaatkârın elindeki malzemenin dilini öğrenmeye çalışması… Bütün bunlar bizi iç sesimizin gürültüsünden çekip çıkaran durumlardır. Weil’in “bir şeyi sevmek için ona bakmaya devam etmek gerekir” sözü, bu açıdan elzem bir rehberdir. Dikkat bir kez derinleşmeye başladığında, ego’nun kolaycı açıklamaları, hızlı hükümleri çöker. Bir ağacın kabuğundaki kıvrımları gerçekten görmek için göz yetmez, sabır da gerekir; bir insanı gerçekten anlamak da böyle bir sabırla başlar. Bize benzediği yerlerden değil, benzemediği yerlerden ses verir; bu ses ancak dikkatle duyulur.

Gündelik hayatın hızında bu tür bir dikkat neredeyse lüks gibi görünür; oysa dünyanın en sade ve ulaşılabilir etkinliğidir. Birine hüküm vermeden önce birkaç saniyelik bir durma, bir davranışı kendi hikâyemizin aynasında değil de onun bağlamında okuma çabası, bir hatayı kişisel bir saldırı sanmak yerine insanî bir tökezleme olarak görme ihtimali… Bütün bu küçük jestler sevginin görünmez altyapısını oluşturur. Murdoch’un sevgiye yüklediği etik değer, tam da bu küçük jestlerde filizlenir. Kişi, kendi iç sarsıntılarını başkasına yüklemek yerine, onların ardındaki insani karmaşıklığı görmeye yönelir. Bu yöneliş, romantik bir idealizmin değil, dünyanın kırılganlığını kabul eden bir bilincin ürünüdür. Sevgi burada duygunun sıcaklığından çok, bakışın berraklığıyla ilgilidir.

Bu yüzden sevgi, Murdoch’un dünyasında hem kırılgan hem güçlü bir eylemdir; kırılgandır, çünkü ego tarafından her an gölgelenebilir, güçlüdür, çünkü hakikate doğru bir hareket başlatır. Kişi başkasını anlama cesaretini gösterdiğinde, kendi varlığının sınırlarını da genişletir. Bu genişleme, bir tür iç özgürleşmedir; sevginin etik değeri de bu özgürleşmeden doğar. İnsan, kendini merkeze alan küçük iktidar alışkanlıklarını bıraktıkça, dünyayı daha doğru görmeye başlar. Bu nedenle sevgi, özü itibariyle bir eğitimdir: Kendimize karşı duyduğumuz körlüğü fark etme, başkasına dair aceleciliğimizi azaltma, içimizdeki fantezileri çözme eğitimi. Bu eğitimin sonucunda ortaya çıkan şey ise hiçbir zaman büyük laflarla açıklanamayacak kadar sade bir olgudur: Başkasının gerçekliğine saygı.

Murdoch’un düşüncesiyle kapanırken belki de en çok hatırlamamız gereken şey şudur: Sevgi, insanın içindeki gürültüyü azaltan tek güçtür; dikkat, bu gücün uygulandığı alandır. Sevginin geleceği, bu nedenle, küçük ve ısrarlı bakış değişimlerinde yatar. Bir yüzü yeniden görmek, bir davranışı farklı okumak, bir suskunluğun ardındaki kırılganlığı fark etmek… Bütün bunlar sevginin ahlâkî gücünü görünür kılar. Sevginin bizi hakikate yaklaştıran bir hareket olduğunu hatırlatır. Dünya değişmeden önce bakışımız değişir; bakışımız değiştiğinde ise, dünya artık eskisi gibi görünmez.


1. Murdoch’un literatürde ünlenen M–D örneği, insanın ahlâk anlayışını sessiz bir sahne üzerinden kavramamızı sağlar: Kayınvalide M’nin, gelin D’yi hiçbir zaman incitmeyen fakat zihninde sürekli küçülten bakışı… Murdoch bu örneği ilk kez 1962 tarihli “The Idea of Perfection”da ele alır; burada M’nin zihinsel imgelerini, sınıf, statü ve kişisel korkuların gölgesinde oluşan bir “iç kurgu” olarak yorumlar. Murdoch’un derdi bir aile ilişkisinin detayları değil, bir insanın bir başkasını görme biçimidir; M’nin D’ye bakışı, gerçekliği değil, kendi içindeki çökeltileri yansıtır. Bu nedenle Murdoch, M’nin yanlış görmesini —hiçbir kötü eylem yokken bile— ahlâkî bir kusur sayar.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER