Prozac değil, Netflix Çağı: Gerçeği izlerken kurguyu yaşamak

Bir dizi platformu nasıl olur da bir yaşam biçimine dönüşür? Gerçek hayatın ritmini kim belirliyor artık: Biz mi, algoritmalar mı? Temsil özgürlüğü var mı, yoksa vitrin süsü mü?

Bir zamanlar televizyon akşamların merkezinde parlayan küçük bir sahneydi. Tek kanallı yıllarda, TRT’nin yılbaşı gecelerinde ekrana çıkardığı dansöz günlerce konuşulurdu; ertesi sabah mahalle bakkalında, okul bahçesinde, otobüs duraklarında dedikodulara katık edilirdi.

Sonra özel televizyonlar ver onunla birlikte “Lastik Kız” Yasemin Evcim evimizin gece gelen misafiri oldu. Gösterisi, bastırılmış arzularımızı kaşıdı.

Hemen öncesinde Beta ve VHS furyası yaşanmıştı. Onlar sayesinde görsel alışkanlıklarımızın ritmi değişti, ama o ritmi hâlâ bir takvim belirliyordu. Dizilerin yayın saati vardı, filmlerin galası vardı, herkes aynı anda izler, ertesi gün aynı sahneyi konuşurdu. Paylaşımın biçimi zamana bağlıydı; ekran ortak bir ritüeldi. DVD ve internet, bu ritüeli ilk kıranlar oldu. Ta ki Cine 5 girene kadar hayatımıza, iktidarı sürdü.

Derken Netflix çıktı. Ve her şey, yalnızca “nasıl izlediğimiz” değil, “ne zaman izlediğimiz”in de anlamı değişti. Artık seyir bir toplu deneyim değil, bireysel bir kaçıştı. Diziler bir gecede bitirilen sezonlara dönüştü. Film, salondan çıkıp yatağın, otobüsün, metro durağının içine girdi. Netflix, zamanı evcilleştirdi; ama aynı zamanda zamanı parçaladı.

Sosyolog George Gerbner’in “yetiştirme kuramı” (Cultivation Theor) diye andığı kavram burada yeni bir biçim kazandı: sürekli maruz kalınan ekran, izleyicinin yalnızca zevkini değil, dünyayı algılama biçimini de değiştirdi. Artık hikâyeler bizi eğlendirmekle kalmıyor, dünyayı nasıl göreceğimizi de belirliyordu.

Türkiye’de bu değişim, RTÜK’ün 2019’da çevrim içi yayınları denetim altına alma girişimiyle başka bir tartışmayı doğurdu. O tartışmalar bir süre sürdü, sonra sanki görünmez bir el hepsini susturdu. Çünkü Netflix, sadece bir platform değil, artık bir “dil”di; küresel, esnek, sınır tanımayan bir anlatı biçimiydi.

Netflix Estetiği: Formatın Görünmez Yasaları

Netflix’in başarısının ardında, içerikten çok biçim var sanki. Seyircinin neyi, ne kadar süreyle, hangi tempoda tüketeceğini belirleyen bu biçim, zamanla küresel bir anlatı kuralına dönüşe benziyor. Her dizide ırk, cinsiyet, sınıf, kimlik gibi farklı temsillerin bulunması artık “çeşitlilik politikası” değil, algoritmik bir zorunluluk hâline geldi. Her hikâye, “herkese hitap edecek” şekilde tasarlanıyor; öyle ki dünyanın neresinden izlenirse izlensin, bir tanıdıklık duygusu yaratıyor.

Bu estetik, görünüşte kapsayıcı, ama derinde tek biçimli bir evren kurar. Hikâyeler, tıpkı kullanıcı profilleri gibi küresel bir düzleme yerleştirilir. Bir bölümde Güney Amerika müziği, diğerinde İskandinav melankolisi duyulur; hepsi aynı ses mühendisliğiyle parlatılmıştır. Netflix’in içerik üretimi, tıpkı global markaların ürünleri gibi, “yerel tatta evrensellik” ilkesine dayanır.

Kimlik temsilleri bu evrende birer pazarlama dili kazanır. Örneğin siyah bir karakter, artık yalnızca hikâyenin öznesi değil, izleyicinin etik konforunu besleyen bir simgedir. Queer aşk sahnesi, politik bir cesaretten çok, dramatik çeşitliliğin gereğidir. Feminist bir figür, toplumsal değişimin değil, izlenme oranlarının garantisidir. Netflix bu sayede hem Batı’nın “vicdanını rahatlatır”, hem Doğu’daki seyirciye “özgürlük duygusu” sunar.

Bu estetik strateji, Homi Bhabha’nın “melezlik” kavramını anımsatır: kültürlerin karışımı bir direniş biçimi değil, küresel sistemin yeni dekorudur artık. Netflix’in bu çok sesli vitrini, çeşitliliği korumaz; onu metalaştırır. İzleyici, temsil edilen kimliklerle özdeşlik kurarken aslında kendi tüketim alışkanlığının onayını alır.

Platformun içerik politikası bir tür görünmez “senaryo şablonu” oluşturur. Ritmik geçişler, uzun planlar, kimlik kotası, erotik sahne oranı, hatta müzik aralıkları bile bu şablona göre düzenlenir. Bu yüzden Netflix dizileri birbirine benzeyen, aynı duygusal skalada gezinen yapılar gibi görünür. Ekranda ne kadar farklı yüz varsa, anlatı o kadar homojendir aslında.

Yeni Seyir Kültürü: İzleyen Kim, İzlenen Kim?

Netflix’in yaygınlaşmasıyla birlikte ekran, artık yalnızca görüntü taşıyan bir yüzey olmaktan çıktı; kimliğin, arzunun ve sosyalleşmenin alanına dönüştü. Diziler ve filmler gündelik sohbetlerin, sosyal medya paylaşımlarının ve hatta flört dilinin parçası hâline geldi. İzlemek, artık pasif bir eylem değil, kimliğin bir ifadesi oldu. “Ne izliyorsun?” sorusu, “Kim oldun?” anlamına evrildi.

Bu dönüşüm, bireyin zaman algısını da değiştirdi. Önceden diziler haftalık ritimlerle hayatımıza girer, bekleyişin verdiği sabır duygusu seyir deneyiminin bir parçası olurdu. Şimdi ise tek tuşla bir sezona, hatta bir karakterin bütün hayatına dâhil olunuyor. Bu hız, çağın en büyük alışkanlığıyla örtüşüyor: Hemen, şimdi, kesintisiz. Zaman, tüketime tahvil ediliyor. Netflix’in “otomatik oynatma” özelliği, tam da bu zihinsel dönüşümün sembolüdür; seyirci artık izlemek için karar vermez, içerik kendini dayatır.

Bu noktada Byung-Chul Han’ın “Şeffaflık Toplumu”nda sözünü ettiği gönüllü teslimiyet biçimi belirginleşir: İnsan, kendi rızasıyla maruz kalır. Netflix’in sunduğu özgürlük hissi, aslında sonsuz seçenek içinde yönsüz kalmanın huzursuzluğudur. İzleyici özgür görünür, ama algoritmanın gölgesindedir.

Ekranın sunduğu bu “özgürlük yanılsaması”, ilişkilerde de yeni bir estetik doğurur. Ortak seyir artık bir paylaşım değil, kişisel bir ritüeldir. Aynı diziyi izleyen iki insan, aynı hikâyeden iki ayrı dünya kurar. Bu kopukluk, ortak duygunun değil, ortak yalnızlığın tezahürüdür.

Netflix böylece bir tür duygusal standardizasyon yaratır: Herkes farklı hikâyeler izler, ama benzer duygulara maruz kalır. Melankoli, merhamet, öfke, sevinç — hepsi belirli bir süreye, belirli bir müzik eşliğine, belirli bir ritme sıkıştırılır. İzleyici, kendi duygularını bile bu çerçeveye uydurur.

Netflix Çağı: Tatminin ve Yorgunluğun Kısa Tarihi

Netflix, 21. yüzyılın en güçlü hikâye fabrikalarından birine dönüştü. Fakat bu fabrika, artık hikâyelerden çok duygular üretir. Her içerik, seyircinin ruh hâline göre biçimlenir; algoritma, kişisel zevki bir veri tablosuna çevirir. İzleyicinin duygusal ritmi hesaplanabilir bir ölçüye bürünür. Bu, modern insanın yorgunluğuna uyarlanmış bir estetik formdur: hızlı, kısa, tanıdık ve kolay tüketilebilir.

Netflix’in asıl başarısı, “çokluğu” tek bir ekrana sığdırmasındadır. Herkesin hikâyesi oradadır: ev kadını da hacker da, azınlık da milyoner de. Fakat bu eşitlik yanılsaması, temsilin özgürlüğünden çok, ticarileştirilmiş bir kapsayıcılığın sonucudur. Ekranda yer bulmak, artık var olmanın ölçütü sayılır. Gerçek hayatın karmaşası, Netflix’in senaryo düzeninde sükûnete kavuşur; gerçek acı, ritmik bir müzikle yumuşatılır.

Bu estetiğin en sarsıcı etkisi, seyircinin artık “seyirci” olmaktan çıkmasıdır. İnsan, hikâyeyi izlerken aynı anda kendini kurgular. Her karakterin pişmanlığı, her sahnenin yalnızlığı, ekrandan çıkıp gündelik hayata sızar. Netflix bir platform olmaktan çok, çağın bilinçaltıdır artık; arzuların, bastırılmış korkuların, ertelenmiş düşlerin vitrini.

Belki de bu yüzden, “Netflix Çağı”nın tanımı bir teknoloji hikâyesinden çok bir ruh hâli hikâyesidir. İzlenmek istenen her şey orada; ama izleyen kim? Doyurulmuş arzuların arasında hâlâ susayan bir bilinç mi, yoksa artık neyi aradığını unutmuş bir izleyici mi?

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER