Ankara’da 12 Kasım 1947’de doğan, nüfusta Altıok soyadıyla kayıtlı o küçük kızın hayatı, daha baştan bir eksilmenin ağırlığıyla başlıyor. Babası, “Sarı Bomba” lakaplı boksör Oktay Altıok, o henüz bir buçuk yaşındayken hayata veda ediyor. Bir çocuğun hafızasında tam yer edinemeden yiten bir baba, geriye yalnız seslerin, anlatıların, fotoğrafların gölgesini bırakıyor. Muazzez’in ileride sahnede kurduğu görkemli varlık, belki de bu gölgeden filizleniyor: Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş, acısını süslemeye gerek duymayan, ama onu estetize etmeyi bilen bir kadın figürü.
Yatılı olarak okuduğu Ankara Koleji, dışarıdan bakıldığında disiplinli, düzenli, güvenli bir eğitim ortamı sunuyor. Fakat Muazzez Abacı için asıl okul, kulaklarında dolaşan makamlar, ezgiler, radyodan süzülen sesler oluyor. Henüz genç bir kızken müziğin peşine düşmeye karar veriyor; sınav kapısına “hayatının yönünü değiştirecek kapı” gözüyle bakıyor. 1967’de Ankara Radyosu’na stajyer olarak girdiğinde, kimse bundan sonra Türk Sanat Müziği tarihinde ayrı bir parantez açılacağını öngöremiyor; o ise ilk andan itibaren bu kurumsal çatının, sesi için bir yuva olmasını murâd ediyor.
Üç yıl sonra verdiği ilk konser, çekingen bir kızın sahneye sığmayan kudretini görünür kılıyor. 1972’de söylediği “Silemezler Gönlümden”, dinleyicinin kalbinde hızla yer tutuyor; adı daha geniş kitlelerce telaffuz edilir hale geliyor. Takip eden yıl çıkan ilk plağı “Bir Sen Kaldın İçimde”, onu artık “gelecek vadeden” bir yorumcu olmaktan çıkarıp, sahiden hesaba katılması gereken bir isim konumuna yükseltiyor. Bu şarkılarda dikkat çeken, notalara birebir sadakatten çok, her kelimeye ayrı bir ruh üfleme ısrarı. Nakaratlar, onun ağzında birer itirafa, bir tür sessiz monoloğa dönüşüyor; dinleyen, bir şarkıdan çok, bir hayat kırıntısı işitiyormuş gibi hissediyor.

1974’te assolist olarak sahneye çıktığında, gazino kültürünün hâlâ parıltılı, ama içten içe yorgun olduğu bir Türkiye manzarası var geride. Sahnede, ağır taşlarla örülmüş bir gelenek duruyor; sahnenin karşısında ise hem hayranlığını hem tahakkümünü esirgemeyen bir erkek dünyası. Bu ara bölgede Muazzez Abacı, “nazlı, kırılgan, ama dimdik duran kadın” imgesini kuruyor. Üzerine özenle seçilmiş tuvaletler giyiyor, sahnede her belirişinde, kendi deyişiyle ‘şarkıyı değil, hâli’ taşıyordu.
O yıllarda sahnede kadın olmak, her gece verilen bir sınavdan farksız. Zeki Müren’in, Bülent Ersoy’un bile zaman zaman gazino patronlarının hoyratlığına maruz kaldığı bir iklimde, Muazzez Abacı, sesinin asaletiyle, sahne duruşunun zarafetiyle bambaşka bir hat açıyor. Ne sadece “mahallenin kızı”na yakıştırılan içtenlik, ne de uzak ve ulaşılmaz bir diva soğukluğu… İkisinin arasında, kendi mesafesini kendi tayin eden, hem “hanımefendi”, hem “mahalle çocuğu” olabilen arada bir konum.
Bugünden bakınca, o ilk yıllar bir sanatçının kariyer basamakları gibi görülebilir. Oysa Muazzez Abacı için bu süreç, sahnede var olmanın bedelini öderken sesini mümkün olduğunca korunmuş, tertemiz tutma çabasıdır. Ankara Radyosu’nun disiplininden, gazinonun gürültülü gecelerine uzanan çizgide, çocuk yaşta kaybettiği babanın boşluğunu dolduran şey, gittikçe olgunlaşan bu ses olur. Kim bilir, belki de bu yüzden, ömrü boyunca hiçbir “teklif” onun için müziğin yerini alamaz; ne aşk, ne para, ne şöhret… Hepsi gelir geçer, fakat o, ilk girdiği o radyonun kapısında verdiği söze sadık kalır: “Benim yerim, sesimin olduğu yerdir.”
Muazzez Abacı’nın özel hayatı da kariyeri gibi inişli çıkışlıydı. Henüz genç yaşta, polis memuru Abdurrahman Abacı ile yaptığı ilk evlilik, ona hayatının en değerli armağanını bıraktı: Doktor olan kızı Sabâ’yı. O yıllarda hem anneliği hem sahne hayatını dengede tutmaya çalışan Abacı, müzik tutkusundan asla vazgeçmedi. Ardından avukat Atilla Kurtbaş ile kısa süren bir evlilik yaptı; bu birliktelik iki yıl sonra sessiz sedasız sona erdi. Fakat bu ilişkiler, Abacı’nın arayıştan vazgeçmeyen, kırıldıkça yenilenen, hem güçlü hem narin tarafını daha belirgin kıldı. Onu yıllar sonra fırtınalı bir aşkın içine çekecek karşılaşmaya adım adım hazırlayan da bu duygusal yolculuktu.
Muazzez Abacı’nın sahnedeki asaleti, güçlü sesinin taşıdığı hüzün ve vakur dinginlik, 1970’lerin ortasında bir adamın kalbine ansızın saplanıyor: Hasan Heybetli. Yeraltı dünyasının sert simalarından biri… “Kabadayı” sözcüğünün o dönem taşıdığı tüm gölgeyi, tüm gururu ve tüm denetimsiz tutkuyu üzerinde bir araya getiren bir figür. Bir gazinoda, sahne ışıkları altında Abacı’yı izlerken susuyor; ama suskunluk, hayranlığın en belirgin hâli oluyor onda. Kadının sesine duyduğu hayranlık ile onu “kendine ait kılma” arzusu birbirine karışıyor.

1974’te, Abacı sahnenin en parlak isimlerinden biri hâline geldiğinde Heybetli artık kararını vermiştir. Önce uzaktan uzun uzun izler; sonra cesaretini toplar, yaklaşıp konuşur. Abacı onu reddettiğinde geri çekilmez, çünkü o dönemin erkeklik kodları “vazgeçmek” fiilini tanımaz. Abacı’nın çalıştığı gazinoya her gün 24 kırmızı gül gönderir: Günün 24 saatine, kesintisiz bir düşünmeye, bitmek bilmeyen bir arzuya işaret eden bir sembol. Ve bir gece telefon eder: “Camdan dışarı bak.”
Genç assolist pencereye çıktığında tüm sokağın kırmızı güllerle kaplı olduğunu görür — masalsı olduğu kadar ürpertici bir sahne… Bir kadının arzu nesnesi olmaktan çıkıp bir hikâyenin merkezine zorla yerleştirildiği o an. Abacı, hem şaşkınlık hem tedirginlik hem de kendisine duyulan o yoğun sevginin büyüsüyle, Heybetli’ye “bir şans” verir. Fırtına o anda başlar.

Heybetli’nin Abacı’yı “koruma” isteği, aşkın içinden geçen bir güç gösterisine dönüşür zamanla. Ona sahneyi bırakmasını, karşılığında sahnenin kazandırdığından fazlasını vereceğini söyler. Fakat müzik, Muazzez Abacı’nın hayatındaki tek sarsılmaz sadakat alanıdır. Bu sadakatin ne pahasına olursa olsun bozulamayacağını göstermek için yaptığı jest, Türk müzik tarihinin en gösterişli sahnelerinden biridir: Heybetli’nin salonu tomar tomar parayla doldurmasına karşılık, Abacı tüm parayı poşetlere doldurur ve camdan aşağı savurur.
Bu bir öfke patlaması değildir; bu, bir hayat ilkesi beyanıdır. “Ben sahne için yaratıldım,” demenin bir biçimidir. Heybetli ise bu kararlılığa hem hayran olur, hem yenik düşer.
1980’de evlenirler, üç yıl sonra boşanırlar; 1986’da yeniden evlenirler. Aşk, bir türlü tamamlanamayan uzun bir cümle gibi, nefes aldıkça yeniden başlar. Heybetli cezaevine girip çıktıkça Abacı’nın hayatı da demir parmaklıkların ritmine uyar. Cezaevinin karşısında bir ev tutar; her ıslıkla balkona koşar. Bu sahne, Zeki Demirkubuz’un Masumiyet ve Kader filmlerindeki o takıntılı aşk döngüsüne göndermede bulunulmasının nedenini açıklar. Gerçek aşk, bazen sinemaya sızarak ölümsüzleşir.
Bu fırtınalı ilişkinin içinde şiddet yoktur, ama gölge çoktur; baskı yoktur, ama sahiplenmenin keskin ucu her yerde hissedilir. Abacı yıllar sonra şöyle diyecektir:
“Eli açık, iyi yürekli ve evde hiç sesi çıkmayan gerçek bir delikanlıydı. Ayrıldık, barıştık, ama ilişkimiz ömürlüktü.”
Bu cümlede hem kırgınlık hem şefkat hem de insan kalbinin o anlaşılmaz çelişkisi vardır. Sevilmek, bazen ağırlıktır; ama insan yine de o ağırlığı yıllarca sırtında taşımayı seçer.
Muazzez Abacı’nın Hasan Heybetli ile yaşadığı aşk, yalnız bir kadın–erkek ilişkisi değildir. Türkiye’nin 70’ler ve 80’lerdeki kültürel ikliminin tam kalbinde duran bir yüzleşmedir: Sahnede özgürleşen bir kadın, sahne dışında erkek egemen dünyanın gölgesiyle, onun tutkusuyla ve korumacılığıyla karşı karşıya gelir. Fakat Abacı’nın duruşu nettir: Sesinin olduğu yer, hayatının merkezidir. Aşkı da acıyı da oradan konuşur.
Muazzez Abacı’nın müziğe adanmışlığı, özel hayatındaki fırtınalara rağmen sarsılmayan bir eksendir. Onun hikâyesini anlamak için yalnız sahnenin ışıltısına değil, o ışığın ardındaki birikime de bakmak gerekir.
Babasını kaybettiğinde adını bilmediği bir yas duygusunun içine düşer. Bu kayıp, ileride şarkılarının o kendine özgü iç titremesini, o kederli vakur tonunu belirler. Yatılı okuduğu Ankara Koleji, ona disiplin ve çalışma alışkanlığı kazandırır; fakat gönlünün yeri bellidir: Müzik, onun hem sığınağı hem yoludur.
Müziğe yaklaşımını anlamak için dostluklarına, seçtiği bestecilere ve okuduğu eserlere bakmak gerekir. Abacı’nın en özel dönemlerinden biri, Ankara’daki ilkokul arkadaşı Atilla Özdemiroğlu ile tekrar buluştuğu yıllardır. Özdemiroğlu’nun bestelediği “Firuze”, Türkiye müzik tarihinde yalnızca bir şarkı değil, bir duygunun adı olur. Bu şarkıyı “kimse onun kadar içten okuyamadı” denmesinin sebebi, Abacı’nın kelimeleri yalnız telaffuz etmeyip içselleştirmesi, acıyı bir kadınlık hâline dönüştürmesidir.
Abacı, Türk sanat müziği repertuvarını yeniden yorumlayan bir sanatçıydı. Erol Sayan, Avni Anıl, Yusuf Nalkesen gibi bestekârların ağır eserlerini alır, kendi ses evrenine yerleştirir ve yeni bir duygu katmanıyla dinleyiciye sunardı. Orhan Gencebay’ın “Vazgeç Gönlüm”ü, onun yorumuyla bambaşka bir derinlik kazanmış; “Vurgun” ise bir şarkı olmaktan çıkıp bir dramın sahnesi hâline gelmiştir.
Ancak Muazzez Abacı’nın sanat yolculuğunun bir başka ve pek bilinmeyen yüzü daha vardır: Şiir. Özellikle Edip Cansever hayranlığı… “Yerçekimli Karanfil”, “Kirli Ağustos”, “Bezik Oynayan Kadınlar” onun için hayatın taşkın ve kırılgan yanını anlamanın anahtarıydı. Cansever’in dizelerini arkadaşlarına hediye edecek kadar sever; söyleşilerinde sık sık şiir okurdu. Bu, müziğinin neden bu kadar derin bir hüzünle titreştiğini açıklayan bir ayrıntıdır. Çünkü Abacı şarkı söylemezdi; bir şiiri sesle yeniden kurardı.
1998’de Devlet Sanatçısı unvanını aldığında, bu onun yıllardır kurduğu müzik evreninin resmi bir kabul görmesiydi. Fakat Abacı’nın en büyük unvanı hiçbir zaman devletin verdiği bir paye olmadı; onu dinleyen insanların zihnine yerleştirdiği ses hafızasıydı. Onun yorumuyla büyüyen, ayrılığı onun sesiyle yaşayan, bir aşk acısını onun nefesinden öğrenen sayısız insan vardır bu ülkede.
Muazzez Abacı bir devrin assolistiydi; fakat yalnız bir dönem sanatçısı değildi. Onu asıl özel yapan, klasik bir repertuvarı çağın ruhundan geçirebilmesi, şarkıya insanın derin yalnızlığını katabilmesiydi. Sanki her eserde kaybettiği çocukluğun, yarım kalmış aşkların, cezaevi duvarlarının soğuğunun ve sahne ışıklarının hem kudretini hem ağırlığını taşıdı.
Her şarkı onun ağzında hem bir ağıt, hem bir teselli, hem de yaşamın kırılgan güzelliğine dair sessiz bir söz olurdu.
Muazzez Abacı’nın hayatına baktığımızda, karşımıza yalnız bir sanatçının yaşam çizgisi çıkmaz; Türkiye’nin yarım asırlık kültürel ve duygusal panoraması belirir. Sahnenin parlak ışıkları, gazino kültürünün yükselişi ve düşüşü, assolistlerin bir dönem hem korkulan hem kutsanan figürlere dönüşmesi, müziğin bir sınıf atlama hayali ve aynı zamanda bir hayatta kalma biçimi oluşu… Abacı bütün bu devrin tam kalbinde durdu. Onu sahnede bir yıldız yapan şey yalnız sesinin kudreti değil, insan ilişkilerinin karmaşasını, aşkın dikenli yollarını, yasın ağırlığını ve sevincin kısa ömrünü kendi iç dünyasından süzerek şarkıya dönüştürebilmesiydi.

Hayatının en çok konuşulan kısmı olan Hasan Heybetli ilişkisi, bir magazin hikâyesi olarak değil, bir dönemin sosyolojik gerçeği olarak değerlendirilmelidir. Assolistlerin hem toplumun gözünde parladığı hem de her an kırılabilir bir cam gibi hassas oldukları yıllardı o dönem… Gazinocuların sertliğinin, şiddetin sıradanlaştığı bir sektörün içinden geçen her kadın gibi, Abacı da sahneye çıkarken bir hayli risk taşırdı. Heybetli’nin ona koruma sağlaması, ilişkilerinin gölge yanlarından biri olsa da, bir kadının kendi mesleğine sahip çıkmak için verdiği mücadeleyi daha görünür kılar. Çünkü Abacı’nın bütün o güllerle kaplanan sokaklara, tomar tomar parayla doldurulan salonlara rağmen asla vazgeçmediği tek şey müzikti. Onu susturmaya niyetlenen her şeye karşı sesinin arkasında durdu.
Bu yalnız güçlü bir kadının hikâyesi değildir; aynı zamanda incinmiş bir ruhun, çocuk yaşta baba kaybetmiş bir kızın, yatılı okul sıralarında kendi iç sesini bulmaya çalışan bir genç kadının hikâyesidir. Abacı, hayatı boyunca kayıplarıyla konuştu, yaralarıyla şarkı söyledi, sahnede güçlü görünürken bile kalbinin kırılgan yerini korudu. Belki de bu yüzden dinleyenler sesinde kendilerini buldu. Onun dramatik nefesi, bir ülkenin ortak yas alanına dönüşebildi.

Sanat yaşamının son yıllarında gözlerden uzaklaşmayı tercih ettiğinde bile, Türk sanat müziği onun kurduğu o büyük ses gövdesinin üzerinde nefes almaya devam etti. Geleneksel repertuvarı genç kuşaklara ulaştırması, ağır besteleri yeniden dolaşıma sokması ve eserleri “kaldığı yerden” değil, “kopup geldiği yerden” okuması, onu yalnız bir yorumcu değil, bir kültür taşıyıcısı hâline getirdi.
Muazzez Abacı’nın ölümü, yalnız bir sanatçı kaybı değildir; sahnenin bir zamanlar nasıl bir ritüel, nasıl bir ciddiyet ve nasıl bir ruh taşıdığını hatırlatan bir “çağ kapanması”dır. O ses artık susmuş olabilir, fakat bıraktığı kayıtlar, sahnede söylediği her şarkının ardında bıraktığı derin iz, bir milletin hafızasında yaşamaya devam edecek. Çünkü Abacı’nın sesi, yalnız kulaklara değil, kalplerin karanlık odalarına hitap ediyordu. Bir insan, bir şarkının içindeki hüzne ancak bu kadar yaraşırdı.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
