Görsel: Michael Haneke’nin Cache filminden
Çok değil, yarım yüzyıl önce, evin kapısı kapandığında dışarıdaki dünya da kapanırdı. İnsan, dört duvarın içinde kendine ait bir sessizliğe, kendine ait bir karanlığa sahipti. Orada düşünceler, kelimelere dönüşmeden önce biraz dinlenirdi.
Bugünse hiçbir kapı gerçekten kapanmıyor. Her ekran bir pencere, her pencere bir gözetleme kulesi. Michel Foucault’nun Panoptikon modelini anlattığı Discipline and Punish (1975), artık bir hapishane mimarisi değil, bir yaşam biçimi tarifine dönüş durumda. Hepimiz birbirimizi izliyor, beğeniyor, yargılıyor ve nihayetinde ifşa yahut linç ediyoruz.
Mahremiyet, ben gibilerin son sığınağıydı; orası insanın kendine benzediği, kendine tahammül edebildiği bir yerdi. Oysa dijital çağla birlikte mahremiyet, “görülmemek” değil, “doğru şekilde görülmek” anlamına geldi. Selfie kültürü, paylaşılan itiraflar, dijital terapi uygulamaları — hepsi, insanın görünme biçimini kimliğin merkezine yerleştirdi. Artık içsel bir derinlik değil, dışsal bir performans belirliyor kim olduğumuzu.
Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu’nda “mahremiyetin sonu, erotizmin sonudur” derken, aslında arzu ile giz arasındaki kadim ilişkiye işaret eder. Giz ortadan kalktığında arzu da sönümlenir. İnsan, görünürlükten sarhoş olur ama gizini yitirmenin yasını da tutamaz. Bu, kolektif bir kayıptır: toplum, birbirine mesafe duyamayan bireylerin gürültüsünde çözülür.
Bir uygarlık, mahremiyetini kaybettiğinde aslında sınırlarını da kaybeder. Her şey ortada, herkes erişilebilir, her duygu ölçülebilir olduğunda, anlam da anonimleşir. Şimdi, “her şeyin bilindiği, ama kimsenin hiçbir şey hissetmediği” bir çağda yaşıyoruz adeta.
Gözetim Kapitalizmi: Görülmenin Ekonomisi
Mahremiyetin çöküşü, ekonomik bir sistemin yeniden kuruluşudur. Shoshana Zuboff’un The Age of Surveillance Capitalism adlı kapsamlı çalışması, bu dönüşümü “insan deneyiminin hammaddeye dönüştürülmesi” olarak tanımlar. Artık duygular, alışkanlıklar, mekânsal hareketler ve en gizli arayışlar bile veri olarak toplanır. Bu veriler, davranışların tahmin edilmesini ve yönlendirilmesini sağlayan bir algoritmik tahakküm aracına dönüşür.
Bu gözetim biçimi klasik totalitarizmlerden farklıdır; zira zorla değil, rıza ile işler. İnsanlar, mahremiyetlerini satmazlar — farkına varmadan bağışlarlar. “Kabul ediyorum” tuşuna basmak, günümüzün en masum görünen teslimiyet eylemidir. Bu rıza, yeni bir iktidar biçimini doğurur: Gözetim, artık dışarıdan bakan bir göz değil, içeriden konuşan bir ses hâline gelir. Telefonlarımız, uygulamalarımız, akıllı saatlerimiz hem verilerimizi hem de varlığımızın temposunu da ölçer.
Jonathan Crary, 24/7: Late Capitalism and the Ends of Sleep adlı kitabında “uykunun bile kapitalizmin son direniş alanı” olduğunu söyler. Gerçekten de mahremiyetin son kalesi olan gece, artık karanlık değil. Ekran ışığı, rüyanın karanlığını bile delip geçiyor. Zaman kesintisiz, mekân sınırsız. İnsan, sürekli çevrim içi olmanın uykusuz nöbetinde kendini kaybediyor.
Bu yeni çağın sinematografik anlatısını ise en çarpıcı biçimde Michael Haneke’nin Cache (Saklı) filminde görürüz. Filmin merkezindeki gizli kamera, sadece bir ailenin değil, tüm toplumun suçluluk duygusunu izler. Haneke, gözetim çağında “suç”un sistematik olduğunu anlatır: İzleniyor olmak, artık insan olmanın kaderidir.
Mahremiyetin çözülüşü, görünürlüğün yeni bir tür değer birimine dönüşmesiyle tamamlanır. Görünmek, var olmaktır zira. “Ben buradayım” diyen her paylaşım, aynı zamanda “beni görün” diyen bir çağrıdır. Sosyal medya çağında insanın kimliği, kendi ürettiği verinin yankısından ibaret kalır. Böylece Foucault’nun panoptikonu bir kule değil, bir uygulama arayüzü hâline gelir.
Teşhir Çağı: İtirafın Estetiği, Samimiyetin Ekonomisi
Bir zamanlar itiraf, bir iç hesaplaşmanın sonucuydu; Augustine’in Confessiones’inden (İtiraflar) Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ına uzanan çizgide, insan ruhunun karanlık dehlizlerine girmenin edebi biçimiydi. Bugünse itiraf, bir içerik formatı. Samimiyet, izlenme oranıyla ölçülüyor; acı, beğeniyle taçlanıyor. Sosyal medya platformları, modern zamanın dijital günah çıkarma kabinlerine dönüştü. Fakat burada rahip yok, algoritma var — ve algoritma, af değil, etkileşim dağıtıyor.
“Samimi ol” çağrısı, günümüzün en baskıcı sloganlarından biri haline geldi. Zira samimiyet artık doğal bir hâl değil, üretilecek bir imaj. Influencer kültürü, duyguları estetikleştiren bir performans alanı yaratıyor. Üzüntü bile filtreli; yas bile zamanlamalı. Lauren Berlant, Cruel Optimism adlı kitabında bu durumu “duygusal kapitalizm” olarak adlandırır: insanlar, kendilerini özgürleştirirken aslında sistemin yeniden üretimine katkı sunarlar. Üzüntüyü, sevinci, korkuyu paylaşarak kişisel olanı ekonomik olana dönüştürürler.
Bu teşhir ekonomisinin merkezinde “görülme arzusu” yatıyor. Her paylaşılan duygu, bir tür onay talebidir. Oysa mahremiyet, onay beklemeyen bir iç dünyanın sessizliğiydi. Şimdi sessizlik, şüpheli bir davranışa dönüştü. “Hiçbir şey paylaşmayan biri” toplumsal normun dışında kalıyor. Böylece görünürlük, sadece bir tercih değil, bir mecburiyet halini alıyor.
Jean Baudrillard’ın Simülakrlar ve Simülasyon’da dile getirdiği o keskin tespit, bugün daha da belirginleşmiş durumda: “Gerçek, kendini temsilin içinde kaybeder.” Biz artık yalnızca duygularımızı paylaşmıyoruz; duyguların temsillerini, yani onların tüketilebilir suretlerini dolaşıma sokuyoruz. Gözyaşı, bir “hikâye”ye dönüşüyor; öfke, bir “trend başlığına.”
En sarsıcı olan ise şu: Dijital çağda mahremiyetin yitimi, insanın kendini anlamlandırma yetisini de aşındırıyor. Çünkü kendi iç sesini duymak için önce sessizliğe ihtiyaç vardır. Oysa artık hiçbir yer sessiz değil.
Mahremiyetin Yeniden İcadı Mümkün mü?
Mahremiyetin kaybı, bir çağın dramatik kırılma noktasıdır; ama aynı zamanda yeniden hatırlama fırsatıdır. Çünkü hiçbir kayıp bütünüyle kaybolmaz — biçim değiştirir. Tıpkı modernliğin hızında unutulan sabrın, pandemi yıllarında yeniden keşfedilmesi gibi. Belki de mahremiyetin yeni biçimi, artık “görünmemek” değil, “seçerek görünmek”tir.
Byung-Chul Han’ın ifadesiyle, “aşırı iletişim dünyayı gürültüye dönüştürür.” Bu gürültü, anlamı değil, yankıyı büyütür. İnsan, kendine dönemez hâle gelir; zira her dönüş çarpışır, her çarpışma bildirim sesiyle kesilir. Fakat belki de direnç, tam da bu sessizliğin yeniden icadındadır. Sessiz kalmak artık edilgen bir eylem değil, bir karşı duruştur.
Zygmunt Bauman, Liquid Modernity’de, modern insanın sürekli akış hâlinde yaşadığını, hiçbir yere kök salamadığını söyler. Bu akış, mahremiyeti de sıvılaştırır: anlık paylaşımların, geçici duyguların arasında kendine ait bir “iç mekân” bulmak zorlaşır. Ancak insan, köksüzlüğün içinde de kök arar; tıpkı bir şiirin sessizliğe gömülen mısrası gibi.
Mahremiyet, belki de yeniden “yavaşlığın sanatı”nda bulunacaktır: yavaş okumakta, yavaş düşünmekte, bir cümlenin yankısını hemen paylaşmadan içimizde tutmakta. Sosyal medya çağında paylaşmamak, görünmemek, sessiz kalmak — yeni bir özgürlük biçimi olabilir mi?
Bir uygarlığın sağlığı, gizine ne kadar saygı duyduğuyla ölçülür. O giz, ne bir sır, ne de bir suçtur; insanın iç yankısıdır. Belki de mahremiyetin sonu, tam anlamıyla bir son değildir. Belki bu, insanın kendine yeniden kulak verme çağrısıdır — gürültünün içinden gelen o cılız, ama ısrarlı ses:
“Ben hâlâ buradayım.”
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
