Kendinden bile korkan adam: Kafka ve onun Yuva’sı

Kafka’nın çoğu eseri, korunma arzusunun nasıl bir iç mahkemeye dönüştüğünü anlatır. Bedenin, mekânın ve hayatın durmaksızın okunup yorumlandığı bu dünyada, güvenlik hiçbir zaman tamamlanmaz.

Kafka’nın Der Bau’su (The Burrow), bir mekân anlatısı değildir yalnızca; daha çok, bir bilinç biçiminin topografyasıdır. Yeraltına kazılmış o karmaşık yapı, dışarıdan bakıldığında savunmaya, korunmaya, sızmalara karşı önlem almaya adanmış gibi görünür. Oysa oyuk, kovuk, çukur yahut yuva, asıl olarak içeride olup bitenlerin yankılandığı bir boşluktur. Kafka’nın yaratığı, dünyayı sürekli yeniden tahayyül etmek için kazar. Tehlike dışarıda değildir; tehlike, ihtimal olarak içeridedir. Oyuk yahut çukur, bu ihtimalin mimariye dönüşmüş hâlidir.

Hikâye (Der Bau, Türkçede bilinen adıyla Yuva) mutlak güvenlik iddiasıyla açılır. Anlatıcı, inşaatın tamamlandığını, sistemin kusursuz işlediğini söyler. Fakat bu cümle, bir sonuç bildirimi olmaktan çok bir temennidir. Güvenliğin ilan edilmesiyle birlikte güvensizlik başlar. Çünkü güvenlik, kanıt gerektirir. Ve kanıt, ancak bir saldırı gerçekleştiğinde mümkündür. Böylece Kafka’nın yaratığı (porsuk mu acaba?), paradoksal bir bekleyişin içine düşer: Tehlike olmadan güvenliğini doğrulayamaz; tehlike gerçekleştiğinde ise her şey için geç kalınmış olacaktır.

Yuvada yahut oyukta her ayrıntı anlam taşır. Bir ses, bir titreşim, bir düzensizlik… Bunların hiçbiri nötr değildir. Her şey işarettir, emaredir. Kafka burada, modern öznenin dünyayla kurduğu ilişkiyi keskinleştirir: Yaşanan şeyler değil, yaşanabilecekler belirleyicidir. Tehdit henüz ortaya çıkmamışken bile beden ve zihin alarma geçmiştir. Gürültünün kaynağı belirsizdir; mekânda eşit dağılır; yönü yoktur. Dışarıdan gelmiyor gibidir. O hâlde geriye tek ihtimal kalır: Ses, bedenin kendisinden yükselmektedir.

Bu noktada Der Bau, savunma anlatısı olmaktan çıkar; içsel bir ifşa metnine dönüşür. Kafka’nın yaratığı, kalbin atışını, nefesin hızlanışını, yaşamın kendi sesini düşman sanmaktadır. Hayat, tehdit olarak algılanır. Bu, bir noktada varoluşun, kendi sürekliliğini düşman gibi algılamasının hikâyesidir. Güvenlik arzusu, yaşamı askıya alır. Sürekli tetikte olmak, yaşamayı erteler.

Kafka’nın asıl meselesi burada görünür hâle gelir: İnsan, mutlak güvenlik arzusuyla kendine bir oyuk yahut çukur kazdığında, aslında belirsizliği dışarıda bırakmak ister. Ne var ki belirsizlik bilincin içindedir. Çukur derinleştikçe, ses de berraklaşır. Çünkü kazılan her boşluk, aynı zamanda bir yankı odasıdır.

Bu yüzden Kafka’da savunma ile saldırı, içerisi ile dışarısı, beden ile dünya arasındaki sınırlar giderek erir. Oyuk, bir sığınak değil, bir büyüteçtir. Ve büyüteç, en çok sahibinin titremesini büyütür.

YUVA, BEDEN VE OKUMANIN SONSUZ DÖNGÜSÜ

Kafka’nın Yuva’sı (Der Bau), mekânsal bir kapanma hikâyesinden çok, bedensel ve zihinsel bir içe katlanma hâlidir. Yuva (yahut oyuk), toprağın altına açılmış bir barınak olduğu kadar, bilincin kendi üzerine kıvrılma biçimidir. Bu yüzden Kafka’nın anlatıcısı için yuva, yalnızca korunma fikrinin somutlaştığı bir yer değildir; aynı zamanda yaşamın tamamının okunmaya, yorumlanmaya ve sürekli yeniden denetlenmeye açıldığı bir alandır.

Kafka’nın metni, bu anlamlandırma çabasını bedene doğru genişletir. Yuvada duyulan ses, zamanla çevresel bir tehdit olmaktan çıkar; organizmanın kendi iç işleyişine bağlanır. Nabız, soluk, kasların kasılıp gevşemesi… Bunların hepsi birer işaret hâline gelir. Kafka’nın hipokondri diye adlandırdığı şey, tam da burada belirir: Bedenin, salt biyolojik bir yapı olmaktan çıkıp metne dönüşmesi. Okunması, çözülmesi, denetlenmesi gereken bir metin.

Kafka, bedeni rastlantıların alanı olarak görmez. Her belirti, bir neden zincirine bağlanmalıdır. Baş ağrısı, yorgunluk, çarpıntı ya da uykusuzluk; hepsi bir yerden gelmiştir ve mutlaka bir anlam taşır. Bu yaklaşım, dönemin yaygın tıbbi söylemlerinin ötesinde, ahlaki ve varoluşsal bir çerçeveye yaslanır. Bedende ortaya çıkan her aksama, yaşamın bütününe yayılan bir düzensizliğin yansımasıdır. Bu nedenle Kafka için beden, konuşan bir yüzeydir.

Yuva’daki yaratıkla Kafka’nın kendisi arasında kurulan bağ da burada belirginleşir. Yuvayı inşa eden anlatıcı, her ayrıntıyı denetim altında tutmak ister; Kafka ise kendi bedenini, alışkanlıklarını, uykusunu, beslenmesini ve hatta nefesini bu titizlikle izler. Bu izleme hâli, güvenlik üretmez; daha çok yeni sorular doğurur. Her cevap, bir sonraki kuşkunun zeminini hazırlar. Yuva tamamlandıkça, huzur artmaz; dikkat yoğunlaşır.

Kafka’nın hipokondrisi bu nedenle korkuya indirgenemez. O, bedenin diliyle düşünmeyi öğrenmiş bir yazardır. Beden, onun için yazının ham maddesidir; yazı ise bedenin uzantısı. Yuvada duyulan ses ile göğüste hissedilen çarpıntı, aynı yorumlayıcı bilincin alanına girer. İçeride olanla dışarıda olan arasındaki ayrım giderek silinir; her şey okuma nesnesine dönüşür.

Bu noktada Yuva, Kafka’nın edebiyat anlayışının bir alegorisi hâline gelir. Yazmak, kazmak gibidir: derine indikçe yeni boşluklar açılır; her boşluk yeni sesler üretir. Buna mukabil sessizlik, hiçbir zaman tam olarak ele geçmez.

SAĞLIK REJİMLERİ, DİSİPLİN VE METAMORFOZ VAADİ

Kafka’nın bedene yönelik bu kesintisiz dikkatinin arkasında, bireysel takıntıların ötesine geçen tarihsel bir zemin bulunur. Yirminci yüzyıl başında Orta Avrupa’da yaygınlık kazanan Lebensreform hareketi, modern hayatın yarattığı yozlaşmaya karşı bedeni ve gündelik yaşamı arındırmayı amaçlayan kapsamlı bir etik öneriydi. Doğaya dönüş, sadelik, ölçülülük ve temizlik, yalnızca sağlık tavsiyesi olarak sunulmaz; bir yaşam ilkesi hâline getirilirdi. Kafka, bu ilkeleri geçici bir hevesle benimseyenlerden sayılmaz. Onun için Lebensreform, hayatın tamamına nüfuz eden bir düzenleme çağrısıydı.

Bu çağrının en sistematik ifadesini Jørgen Peter Müller’in My System adlı kitabında buldu. Müller, bedeni ihmal eden entelektüel figürü eleştirirken, sağlığı bireysel sorumluluğun merkezine yerleştiriyordu. Sağlık, ona göre, her gün yeniden üretilmesi gereken bir durumdu. Kafka’nın bu düşünceyle kurduğu ilişki, basit bir hayranlıktan ibaret kalmadı. Müller’in önerdiği on beş dakikalık egzersiz, açık pencere, soğuk su, temizlik ve düzen, Kafka’nın gündelik ritmini biçimlendirdi.

Bu ritim, yazının koşulu olarak düşünülür. Kafka, bedenini yazıya hazırlanan bir araç gibi ele alır. Sabah ofis, öğleden sonra dinlenme, akşam yürüyüş, gece yazı… Gün, parçalanmış bir bütünlük içinde akar. Egzersiz, temizlik ve uykusuzluk, yazının ön koşulları arasında sayılır. Kafka’nın üretkenliğinin zirveye ulaştığı 1912 sonbaharı, bu disiplinle çakışır. Yargı, Amerika ve Dönüşüm’ün aynı dönemde ortaya çıkması rastlantı değildir.

Dönüşüm, bu bağlamda yalnızca fantastik bir hikâye olarak okunamaz. Gregor Samsa’nın bir sabah işe gidememesi, bedensel bir dönüşümden çok daha fazlasını ima eder. İşe geç kalma korkusu, doktor çağrısı, tembellik suçlaması; bunların hepsi Kafka’nın sigorta kurumunda tanık olduğu dilin yankılarıdır. Beden, üretkenliğin ölçüsüne göre değerlendirilen bir nesne hâline gelir. Hastalık, ahlaki bir kusur gibi ele alınır.

Müller’in “hastalık kişinin kendi hatasıdır” anlayışı, Kafka için ikili bir anlam taşır. Bir yandan bu yaklaşımın ne kadar acımasız sonuçlar doğurabileceğini bilir; iş kazalarıyla sakatlanan işçilerin yaşadıklarına tanıklık etmiştir. Öte yandan, sorumluluk fikrinin sunduğu özgürlük vaadi onu cezbetmiştir. Eğer hastalık seçimlerin sonucuysa, beden üzerinde düşünerek ve düzenleyerek bir çıkış yolu bulunabilir. Bu düşünce, Kafka’nın hipokondrik okuma biçimini daha da yoğunlaştırır.

Burada metamorfoz fikri belirir. Müller’in sistemi, bedeni “itaatkâr bir hizmetkâr”a dönüştürmeyi vaat eder. Kafka bu vaadi harfiyen benimsemez; fakat bedenin dönüşebilir olduğu fikrini içselleştirir. Yazı da bu dönüşümün bir parçası olur. Uykusuz gecelerde yazılan metinler, bedenin sınırlarını zorlayan bir deney alanına dönüşür. Yazmak, bedensel bir eylem hâlini alır; kaslarla, nefesle, nabızla birlikte ilerler.

Bu disiplin, Kafka’yı dünyadan koparırken aynı anda ona daha keskin bir duyarlık kazandırır. Yalnızlık, dikkat ve düzen, yazının hammaddesi olur. Sağlık rejimi, paradoksal biçimde kırılganlığı görünür kılar. Beden üzerinde kurulan denetim arttıkça, en küçük aksama daha büyük anlamlar yüklenir. Metamorfoz vaadi, hiçbir zaman tamamlanmaz; fakat yazıyı sürekli kışkırtan bir beklenti olarak kalır.

EVLİLİK, MAHKEME VE TANININ SESSİZLİĞİ

Kafka’nın bedenle kurduğu bu yoruma dayalı ilişki, özel hayatına taşındığında yeni bir eşiğe ulaşır. Felice Bauer’le başlayan ilişki, Kafka’nın okuma rejimini genişleten bir alana dönüşür. Felice, yalnızca sevilen bir kadın olarak var olmaz; aynı zamanda gözlemlenen, uyarılan, yönlendirilen bir bedene dönüşür. Kafka, kendi sağlığı üzerinde uyguladığı dikkati Felice’nin baş ağrılarına, yorgunluklarına, gündelik alışkanlıklarına yöneltir. Bu yöneliş, bir şefkat biçimi gibi görünür; fakat arkasında daha derin bir arzu yer alır: Belirsizliğin ortaklaşa denetlenmesi.

Kafka’nın evlilik fikriyle yaşadığı kriz, bu noktada anlaşılır hâle gelir. Evlilik, onun için yalnızca duygusal bir bağ anlamı taşımaz. Ortak bir mekân, ortak bir beden düzeni, ortak bir zaman disiplini demektir. Yuva, artık yalnızca zihinsel bir yapı olmaktan çıkar; somut bir yaşam alanına dönüşme tehdidi taşır. Mobilya alışverişinde duyduğu sıkıntı, bu tehdidin maddi biçimidir. Konsol, vitrin, süs eşyası; hepsi Kafka’nın arındırılmış yaşam idealiyle çatışır. Fazlalık, yalnızca estetik bir sorun oluşturmaz; anlamın bulanıklaşmasına yol açar.

Bu çatışma, Kafka’nın dilinde giderek yargı metaforlarına bürünür. Nişan günü tuttuğu günlükte kullandığı ifadeler, bireysel bir kararsızlıktan çok bir mahkûmiyet duygusunu yansıtır. Kendini bağlanmış, kuşatılmış, hareket alanı daralmış hisseder. Karar vermek, bu bilinç için bir kurtuluş getirmez; tam tersine, yorumun sonunu ilan eder. Kafka’nın tereddüdü, seçeneklerin çokluğundan kaynaklanmaz. Her seçeneğin aynı anda anlam üretmesinden doğar.

Bu yüzden Dava, yalnızca politik ya da bürokratik bir alegori olarak okunamaz. Josef K.’nın maruz kaldığı yargı süreci, Kafka’nın kendi hayatında deneyimlediği içsel sorgulamanın büyütülmüş hâlidir. Suç bilinmez; fakat ceza hissedilir. Anlam arayışı, kendini savunma metinlerine dönüşür. Josef K.’nın hayatının her anını yazıya dökme kararı, Kafka’nın yıllardır sürdürdüğü bedensel ve ruhsal okumanın dramatik bir izdüşümüdür. Amaç beraat değildir; suçun adını koyabilmektir.

Kafka, bu suçun ne olduğunu asla kesinleştiremez. Ceza Sömürgesi’ndeki aygıt, suçun bedene kazınması fikrini uç noktaya taşır. Orada vaat edilen aydınlanma, Kafka evreninde gerçekleşmez. Makine bozulur; yazı silinir; ölüm anlamsız kalır. Anlam, hiçbir zaman tamamlanmaz.

Bu tamamlanmamışlık, 1917’de gelen tüberküloz tanısıyla yeni bir boyut kazanır. Kanla uyanılan gece, Kafka’nın uzun süredir beklediği bir eşik gibidir. Hayali hastalıkların yerini gerçek bir tanı alır. Bu tanı, yorumun sona erdiği bir an sunmaz. Yine de bir sakinlik getirir. Belirsizlik, biçim değiştirir. Beden artık susmaz; fakat söyledikleri kesinlik taşımaz. Kafka, hastalığını da okumaya devam eder. Onu geçmiş kararların, ertelenmiş evliliklerin, çözümsüz tereddütlerin bir sonucu olarak düşünür.

Bu yaklaşım, çağdaş tıbbın sunduğu açıklamalardan uzak durur. Kafka için hastalık, biyolojik bir olaydan çok anlam taşıyan bir anlatıdır. Akciğerlerde başlayan süreç, zihinde uzun süredir işleyen bir mekanizmanın bedensel karşılığı olarak kavranır. Kafka, kendini hâlâ bir hipokondriyak olarak adlandırır; çünkü okuma biçimi değişmez. Yalnızca metnin tonu ağırlaşır.

Bu noktada Yuva yeniden belirir. Kafka, hayatının bu evresinde tam bir yalnızlığa kavuşur. Savaş başlar; kız kardeşi taşınır; apartman sessizleşir. Fakat ses sürer. Komşuların konuşmaları, gecenin içindeki uğultu, bedenin kendi ritmi… Yorum durmaz. Kafka, Dava’yı bu yalnızlıkta yazar; tamamlayamaz. Çünkü tamamlamak, yorumun bitmesi anlamına gelir.

Kafka’nın edebiyatı, bu yüzden sona ermez. Hastalık, evlilik, suç, yazı; hepsi aynı düzlemde yer alır. Hayat, sürekli okunur; hiçbir zaman kesin bir anlamla mühürlenmez. Kafka’nın “edebiyattan yapılmış” olduğunu söylemesi, bir metafor olarak kalmaz. Onun için yaşamak, metnin içinde kalmaktır. Yuva, bedeni ve bilinci koruyan bir yapı sunmaz. Yuva, sesin hiç susmadığı yerdir.

 

Derkenar: Hikâyenin son cümlesi şöyledir: “Ama her şey değişmeden kaldı.” Max Brod, bu cümleyi, “Ama her şey aynı kaldı” olarak değiştirir – ve bana göre halt eder. Değişmeden kalmak ile aynı kalmak’ı bir gören kişi ehil sayılabilir mi?

 

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER