Ana dilde yazılmamış edebiyat: Doğarken çevrilmiş romanlar

Bir roman, daha yazılmadan çevrilmiş olabilir mi? Yazar, okurunu hiç tanımadan ona hitap edebilir mi? Küresel pazara göre biçimlenen edebiyat, anlatının köklerini nerede bırakır? 'Born Translated' çağında, edebiyat hâlâ bir yere mi aittir, yoksa her yere mi?

“Edebiyat, her zaman yerel olanla başlar; ama artık yerelden doğduğu an, küresele çevrilmeyi beklemekte.” Rebecca L. Walkowitz’in Born Translated: The Contemporary Novel in an Age of World Literature kitabı, tam da bu dönüşümün izini sürüyor. Yerel dillerin ve kültürlerin kendi iç sesine hapsolduğu dönemler geride kalıyor; artık roman, doğar doğmaz birden fazla dile hitap etmek üzere kurgulanıyor. Bu, yalnızca küresel yayıncılığın teknik bir gereği değil; yazarın ta baştan, farklı coğrafyalardan okurları muhatap aldığı bir düşünme biçimi. Yani roman yalnızca “çevirilebilir” değil, en başından “çevrilmiş gibi” yazılıyor.

Walkowitz’in kavramı, “çeviri-sonrası” bir edebiyat çağından çok, “çevriyi doğasında taşıyan” bir edebiyat çağını tanımlar. Jhumpa Lahiri, Kazuo Ishiguro, David Mitchell ya da Aleksandar Hemon gibi yazarlar, potansiyel olarak küresel bir sahnede durduklarının bilinciyle hareket ediyor. Burada mesele, dilsel aktarımdan ziyade bağlamın ve duyarlığın da farklı kültürlerde yankılanabilir bir tona sahip olması. Öyle ki bu yazarların metinleri bazen kendi anadilinde bile “çevrilmiş gibi” duruyor: karakterlerin adları, cümlelerin akışı, kelime seçimleri bile adeta çokkültürlü bir editöryel masada tartılmış gibi.

Bu eğilim, edebiyatın dolaşıma girme biçimindeki büyük değişimin de işareti. Günümüzde edebi ödüller, uluslararası festivaller, yabancı hak satışları, çeviri politikaları ve hatta kültürel diplomasi araçları, bir romanın başarısını belirlemede millî sınırların ötesini çok daha belirleyici kılıyor. Bu da yazarı –özellikle İngilizce dışı bir dilde yazan yazarı– şu soruyla baş başa bırakıyor: “Bu hikâyeyi kendi halkıma mı anlatıyorum, yoksa dünyanın herhangi bir yerinde bana kulak verecek bir okura mı?”

Belki de asıl radikal dönüşüm şurada başlıyor: Yazar bu soruyu artık başta değil, sonda değil, tam yazı eyleminin ortasında soruyor.

Özgünlük mü, Evrensel Etkileşim mi?

Bir romanın doğarken çevrilmiş olması, onun özgünlüğünü tehdit eder mi? Yoksa yeni bir evrensellik biçiminin kapılarını mı aralar? Rebecca L. Walkowitz’in çerçevesinden baktığımızda bu sorunun cevabı kesin çizgilerle verilemez; çünkü mesele biçimsel bir özellikten değil, edebiyatın toplumsal işlevindeki dönüşüm. “Born translated” romanlar, yalnızca kendi millî bağlamına konuşmaz; farklı bağlamlara aynı anda seslenebilmek için yazınsal üslubunu, anlatıcı sesini ve tematik tercihlerini baştan çoklu bir etki alanına göre şekillendirir. Bu yüzden kimilerine göre bunlar “sulandırılmış” metinlerdir; kimilerine göreyse tam da bu çokdilli yankı, çağdaş edebiyatın en zengin damarını oluşturur.

Özgünlük tartışması, burada biçimin dışında niyetle de ilgilidir. Örneğin Orhan Pamuk’un romanlarının İngilizceye çevrilme biçimiyle, Jhumpa Lahiri’nin doğrudan İtalyanca yazdığı eserler arasında hem yazınsal hem de politik farklar vardır. Biri kendi kültürel zemininden dışarıya seslenirken, diğeri yeni bir dilde yazmayı seçerek başka bir zeminde yerleşik olmayı dener. Bu noktada Walkowitz’in katkısı şudur: Özgünlük, artık yazarın yalnızca kendi ulusal bağlamına ne kadar sadık kaldığıyla değil, farklı bağlamlara ne kadar duyarlı olabildiğiyle de ölçülmelidir.

Edebiyat eleştirisinin yerel okuma alışkanlıklarıysa bu dönüşüme ayak uydurmakta gecikiyor. Türkiye’de ya da Fransa’da bir roman, hâlâ büyük ölçüde “yerel” bir olay olarak değerlendiriliyor. Romanın evrensel dolaşıma girmesi ise ancak çevirisi yapıldığında önem kazanıyor. Oysa Walkowitz, romanın küresel potansiyelinin çeviride değil, yazım anında başladığını göstererek, edebiyat kuramına zaman ve mekân açısından yepyeni bir zemin sunuyor.

Bu bağlamda “özgünlük” kavramı artık değişen bir eleştirel sorudur: Özgün olan, sadece kendine benzeyen mi, yoksa kendini başkalarına da anlatabilen mi?

Edebi Pazarın Yeni Jeopolitiği: Çeviri, Ödül ve Dolaşım

Walkowitz’in ‘born translated’ kavramı, hem yazarı hem de çevirmeni, editörü ve yayınevini kapsayan bir küresel edebiyat ekosistemine işaret eder. Çünkü romanlar artık yazıldıkları dile değil, potansiyel çevrilme ihtimaline göre de biçimlenmekte. Bu, bir edebi metnin içerdiği temalardan anlatım biçimine kadar pek çok şeyi etkiler. Daha evrensel temalar, daha nötr zaman-mekân belirleyicileri, daha sade bir anlatı dili—hepsi bir anlamda dolaşıma uygunluk kriteri hâline gelir.

Bu dönüşüm, edebiyat ödüllerinin yapısını da etkilemiştir. Ulusal dillerde verilen ödüller giderek etkilerini yitirirken, Booker International, Prix Transfuge, National Book Award for Translated Literature gibi çokdilli ödüller, küresel edebiyatın prestij haritasını belirlemeye başladı. Bu ödüllerin birçoğu çevirmenle yazarı eşit derecede ödüllendirir. Böylece çevirmen, sadece görünmeyen bir aracı değil, edebi üretimin kurucu bir unsuru olarak konumlanır.

Peki, bu ne anlama gelir?

Söyleyeyim: Artık bir roman yazarın yeteneğiyle sınırlı değil, çevirmenin becerisine ve yayınevinin stratejisine de bağlı ve muhtaç. Kültürel farkındalık, pazarın talepleri, içerik tercihlerinin politik doğruluğu… Tüm bunlar birlikte düşünülmek zorunda. Edebî değer, metnin kendi iç tutarlılığına bakmıyor artık, küresel edebiyat pazarında edindiği karşılığa da bağlı olarak şekilleniyor.

Türkiye örneği özelinde düşünürsek, son yıllarda daha fazla yazarın İngilizceye çevrilmesi elbette sevindirici. Ancak bu çevirilerin çoğu hâlâ yazarın yerel ödül ya da prestij kazanmasının ardından gerçekleşiyor. Oysa ‘born translated’ fikri, bu süreci tersine çeviriyor: Metin, en başta dünya için yazılıyor ve dünya için değerlendiriliyor.

Bu yeni jeopolitiğin kazananı, hem yerel bağlamına sadık kalabilen hem de evrensel kodları kullanabilen yazarlardır. Kayıp riski yüksek, ama kazanım potansiyeli de hayli büyük… Çünkü çeviri, artık bir aracı değil; bizzat romanın doğum kozası.

Çeviriyle Büyüyen Zihinsel Coğrafyalar

Rebecca L. Walkowitz’in ‘born translated’ kavramı, yazarı ya da çevirmeni değil, okuru da dönüştüren bir yapıya işaret eder. Geleneksel anlamda okur, metni çevresel, tarihsel ve kültürel bağlamıyla birlikte “yerinde” algılayan bir figürdür. Oysa küresel dolaşımda doğan romanlar, okurun da entelektüel coğrafyasını genişletmesini zorunlu kılar. Çünkü bu romanlar, artık ne anlatıyor’la yetinmez, nerede ve nasıl algılanıyor sorularıyla birlikte var olurlar.

Okur, anlamlar arasındaki farkı idrak etmeye de çağrılır. Örneğin Japonya’da geçen bir roman, Arjantinli bir okurun zihninde farklı yankılar uyandırabilir. Çevrilmiş bir roman, orijinalindeki bazı bağlamları kaybederken, çeviri dili aracılığıyla yeni bağlamlar yaratır. Bu da okurdan, sabit anlamlara değil, değişen okuma katmanlarına açık bir bilinç talep eder. Kısacası çağdaş okur, artık yalnızca bir metnin tüketicisi değil; onun çoğul bağlamlarının eşzamanlı tanığıdır.

Walkowitz’in işaret ettiği gibi, ‘born translated’ romanlar, birer “karşılaştırmalı edebiyat deneyimi”dir. Okur, bu romanlar aracılığıyla başka kültürlerdeki okuma biçimlerine de temas eder. Belki de bu yüzden, küresel edebiyat okuru olmanın ilk şartı, sabitlenmiş kimliklerden sıyrılmak ve kendi yerini de sorgulamaktır. Hangi dilden okursak okuyalım, çevrili olmak bir anlamda hepimize bulaşmıştır artık.

Bu bağlamda, Türkiye’deki okur da bir kırılma eşiğindedir. Yerel üretimle sınırlı kalmak ya da küresel dolaşıma açılan metinlere yönelmek arasında bir tercih yapmak değil; aksine, her iki bağlamı da içselleştirip, metnin doğduğu yerle çeviride ulaştığı yer arasında bir bilinç köprüsü kurabilmek meselesidir bu. Çünkü ‘born translated’ çağında okur olmak, başka bakışları da okumayı göze almaktır.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER