Fotoğraf: Clifford Prince King
1993 yılında Arizona’da doğan ve şu anda Los Angeles’ta yaşayan Clifford Prince King, bugün çağdaş fotoğrafçılıktaki en etkili isimlerden biri olarak gösteriliyor. Fotoğraflarının mahremiyeti, samimiyeti ve sıra dışı anlatımı onu ve sanatını benzeri olmayan bir yerde konumlandırıyor. Prince King, hem Robert Mapplethorpe gibi tarzının klasikleşmiş örneklerinden ilham alıyor hem de çağının dinamiklerine karşılık vererek kendisini bu örneklerden ayrımlaştırıyor.
Günümüzde hem sosyal medyanın hem de gelişen medya teknolojilerinin de etkisiyle görsellerin duyulmak ve kendisini göstermek için neredeyse bağırmak zorunda kaldığı bir dünyada, Clifford Prince King, fotoğraflarıyla adeta fısıldıyor. Öyle ki, sesini duymak için iyice yaklaşmak gerekiyor ve fısıltılar izleyicide derin bir etki bırakıyor. King, kamerasını hem bir kalkan hem de bir büyüteç gibi kullanarak siyah queer mahremiyetini nadir rastlanan bir samimiyetle belgeliyor. Onun çalışmalarını hem politik hem de kişisel; bazen bir iç hesaplaşma, bazen de kolektif bir hâlin yansıması olarak görebiliriz.
Fotoğraflarının sahneleri genellikle sıradan mekanlarda geçiyor – bir yatak odası, mutfak ya da banyo – fakat King’in dünyasında sıradan olan hiçbir zaman basit değil. Bu alanlar, yakınlık, arzu, yalnızlık ve aidiyet gibi temaların sahnesine dönüşüyor. Bu mekânlarda kendisini ve arkadaşlarını modele dönüştürerek, izleyiciyi duygusal bir şiirin içine çekiyor.
Fotoğraf: Clifford Prince King
Prince King’in estetiği doğal ve samimiyeti, genellikle doğal ışıkla aydınlatılmış, sıcak tonlara sahip görüntüler sunuyor. Görsel yumuşaklık, içeriğin çoğu zaman duygusal yoğunluğu ile dengeleniyor: birbirine yönelmiş bakışlar, temas eden ya da birbirinden uzak duran bedenler, çıplak bir kırılganlık ya da arzunun anlık patlamaları fotoğraf karelerinin içeriğini oluşturuyor. İşlerinin neredeyse ayrılmaz bir parçası haline gelmiş karşıtlıklar – yumuşaklıkla sertlik, sahneyle doğallık arasında kurduğu denge – King’in fotoğraflarındaki bu çarpıcı etkiyi pekiştiriyor.
Prince King’in çalışmaları, Amerika’da siyah ve queer olmanın deneyimine derinden bağlı olarak şekilleniyor. Sanatçı kendi yaşamını, etrafında yaşanılanları görsel bir anlatım tarzını tercih ederek izleyiciyle paylaşıyor. Ancak bunu bir mağduriyet hikâyesi haline getirmiyor. Tam tersine, King’in fotoğrafları stereotiplere meydan okuyor ve siyah queer kimliğin karmaşık, hatta çelişkili yönlerine alan açıyor. O yalnızca dışlanmışlığı değil, gündelik yaşamın küçük zaferlerini de gösteriyor: tutulan bir el, yakalanan bir bakış, gece atılan bir kahkaha… Bu anları belgeleyerek, popüler kültürde çoğu zaman görünmez kalan queer siyah yaşamlar için görsel bir alan yaratıyor.
2022 yılında yayımlanan “For You I’d Do Anything” (Senin İçin Her Şeyi Yaparım) adlı kitabı hem queer topluluğa hem de fotoğrafın kendisine adanmış bir aşk mektubu niteliğinde. Kitap kronolojik bir düzende değil, duygusal bir akışla ilerliyor; bir hatıralar ve hisler kolajı gibi karşımıza çıkıyor.
Kitaptaki bir öz fotoğrafta King, aynada kendisine bakarken görülüyor – yarı çıplak, yarı gözlemci bir pozda. Bu bir gösteriden çok, aslında içsel bir sorgulama: Kameranın merceğiyle kendini anlamaya çalışan bir adam.
Fotoğraf: Clifford Prince King
King, yalnızca sanat çevresinde değil, moda dünyasında da dikkat çekiyor. Gucci ve Burberry gibi markalar için kampanyalar çekip, aynı zamanda queer siyah bedenlerin ticari dünyadaki temsilini de dönüştürüyor. Bununla birlikte kendi anlatısını kontrol etmenin önemini de her fırsatta vurguluyor:
“Hikâyelerimizi bizzat bizim anlatmamız önemli,” diyor. “Yoksa başkalarının gerçeklik versiyonlarında karikatüre dönüşürüz.”
King’in çalışmaları aynı zamanda bir direniş biçimi olarak da okunabilir. Queer haklarının tartışmaya açıldığı, ırkçı yapının hâlâ varlığını sürdürdüğü bir çağda, King’in fotoğrafları sessiz ama güçlü birer aktivizm örneği. Pankart kullanmıyor – ışığı, bedeni ve mekânı kullanıyor. Ama mesaj net: Buradayız. Seviyoruz. Yaşıyoruz.
Özünde, Clifford Prince King’in sanatı bir davet: Yalnızca fotoğraflara değil, insanlara bakmaya davet… Onun görüntüleri bizi anlamaya değil, hissetmeye çağırıyor. Konuştuğu kadar dinleyen bir fotoğrafçılık anlayışıyla, bu çağın görsel gürültüsü içinde yumuşak ama güçlü bir yankı yaratıyor.