Muhammed Ali’nin kavgası ve Thomas Hoepker’in fotoğraf sevdası

Fotoğraf çekti, editörlük yaptı. Birçok kitaba imza attı. Başta New York ve Muhammed Ali çalışması olmak üzere albümleri yayımlandı. Magnum geleneğinin en önemli isimlerinden biri olan Thomas Hoepker hayata veda etti. İşte, yaşarken yaptığımız söyleşi...

Fotoğraflar: Selahattin Sevi

Yaş aldıkça günler de hayat gibi kısalıyor. “Kanlıca’nın ihtiyarları” gibiyiz. Oturmuşuz sonsuza akan ırmağın kıyısına, evvel giden dostlara el sallıyoruz. Ara Güler, Bruno Barbey derken şimdi de Thomas Hoepker…

Alman fotoğrafçı Thomas Hoepker’in vefatını öğrendiğimde hem fotoğrafları arasında kısa bir yolculuk yaptım hem de birlikte hoşça vakit geçirdiğimiz İstanbul’u, Bursa’yı özlemle andım. Bağlı olduğu ajansı Magnum Photos, yaptığı açıklamada, “88 yaşında huzur içinde öldü” demiş. Bundan o kadar eminim ki…

Eş küratörü olduğum Bursa Photofest’te 2013 yılında olağanüstü fotoğraflarını sergilerken, imza gününde, portfolyo değerlendirmelerinde, verdiği seminerde büyük tutkusunu nasıl da paylaşmıştı genç fotoğrafçılarla, dün gibi hatırlıyorum. Onlardan biri olan Kosovalı Ferdi Limani portfolyosunu gösterirken çektiğim bir fotoğrafı “story”sinde paylaşmış, modern zamanlarda hüzün de artık böyle yaşanıyor.

İyi ki onu Bursa’dan yaşadığı New York’a uğurlamamışım, mekânımıza, Zaman’a davet etmişim. Cihan’ın çok amaçlı stüdyosuna götürüp videosunu çekmişim. Sonra online araç sevk fişini doldurup kendimizi Taksim’e atmışız. İyi ki İstiklâl’de adımlamışız, Ara Cafe’de soluklanmışız. Şimdi Ara Bey gibi artık olmayan Güler Apartmanı’nın labirenti andıran katlarında ne büyük heyecan yaşamıştık canlı Ara Güler fotoğraflarını seyre koyulurken.

Büyüklük biraz da vefada derler, Thomas Hoepker öyleydi.  Zaman’ın Time in Turkey sergisini de onurlandırmıştı New York Grand Central istasyonunda.

O, daha çok 11 Eylül 2001 tarihli ikonik fotoğrafı ve Muhammed Ali portreleriyle tanınsa da olağanüstü işlere imza atmıştı yaşamı boyunca. Fakat, İkiz Kulelere terör saldırısı olduğunda ve dumanlar göğe yükseldiğinde Doğu Nehri’nin önünde bir arada oturan ve rahat görünen bir grup gencin görüntüsünün bu kadar ilgi çekeceğini kendisi bile düşünmemişti.

Hoepker 11 Eylül fotoğrafını yıllarca sakladı. New York Times‘ın “Bay Hoepker’in fotoğrafı ileri görüşlü ve önemli – yaklaşan tarihi bir anın enstantanesi” diye yazdığı 2006 yılına kadar da yayınlanmadı.

Hoepker’in diğer tanınmış fotoğrafları arasında boksör Muhammed Ali’nin portreleri de yer alıyor: Ali yumruğunu objektife çok yaklaştırmış, ufuk çizgisinin önünde zıplıyor ya da yatakta dondurma yiyor, başka bir karede daha sonraki yıllarda evleneceği fırıncı kızla tek taraflı flört ediyor…

1936 yılında Münih’te doğan Hoepker (Aslında doğru yazılışı Höpker, çünkü Almanca’da “ö” harfi var. Sanıyorum kullanımı kolay olsun diye bunu tercih etti.) büyükbabası 14. yaş gününde ona bir fotoğraf makinesi aldığından beri tutkusu fotoğraf oldu hep. Henüz  eğitimini tamamlamadan Münchner Illustrierte tarafından işe alındı ve 1964 yılında Stern dergisine geçti.

Madem güzel insanlardan ve güzel hatıralardan söz ediyoruz, sevgili Thomas Hoepker anlatsın bize kendi fotoğraf yolculuğunu. Bu da bugünün sürprizi olsun… İç avlusu gökyüzüne açık, aydınlık, beyaz renkli Zaman binası gibi kaybettiklerimizi bulmak zor. Onunla yaptığımız ve gazetemizde yayımlanan söyleşiyi de paylaştığım bir Facebook post’unda buldum.

Buyurunuz… Hem okuyalım, hem de ustaları sevgi ve saygı ile analım.

Evet, fotoğraf çekti, editörlük yaptı. Birçok kitaba imza attı. Başta New York ve Muhammed Ali çalışması da dâhil birkaç albümü yayımlandı. Magnum geleneğinin en önemli isimlerinden biri. Thomas Hoepker ünlü 11 Eylül fotoğrafı ve Muhammed Ali ile muhabbetini ve fazlasını anlatıyor…

-Birçok insan çalışmalarınızı biliyor. Fakat özellikle ünlü boksör Muhammed Ali’yle ilgili fotoğraflarınız daha özel. Muhammed Ali’yle muhabbetiniz nasıl başladı?
Normal bir görevlendirme ile başladı. Stern’deki editörlerimiz Ali’nin muhteşem bir ağır sıklet boksörü olduğunu düşünüyorlardı. Adı Cassius Clay idi ve ismini sonradan değiştirmişti. Bu da onun açısından politik bir hareketti. Medya için ideal insandı, çünkü hep beklenmedik şekilde hareket ediyordu. Örneğin ben onunla çalışmaya ilk başladığım sıralarda dinini henüz değiştirmiş, Müslüman olmuştu. Bu nokta onun için siyasi bir karardı. Çünkü ordu Vietnam’a gitmesini istiyordu ve o da yeni dinini, barışçıl biri olduğunu ve Vietnam halkıyla hiçbir alıp veremediği olmadığını söylemek için bir ifade aracı olarak kullanıyordu. Yani işin bir çok yüzü vardı. Bu işi Stern’de yazar olan eski eşimle beraber yapmaya gitmiştik.

-Muhammed Ali’nin büyük başarılarına tanıklık ettiniz. Fakat aynı zamanda profesyonel hayatı dışında, örneğin sonradan evleneceği arkadaşıyla birlikte bir fırında fotoğraflarını da çektiniz, bir insan olarak nasıl görüyorsunuz Ali’yi?
Chicago’da Ali’nin limuzininde şoförüyle birlikte geziyorduk. Şoföre bir fırının önünde durmasını söyledi, içeri girdi ve bir kaç dakika sonra fırının kapısından çıkıp, “Of, ne kadar da lezzetli çörekleri var.” dedi. Maçtan önce bu tarz şeyler yememesi gerekirdi çünkü bir sporcu aslında sadece et ve salata yemeli; sıkı bir diyeti olmalı. Ancak aldığı çörekleri yedi ve bir süre daha etrafta gezindikten sonra daha fazla çörek yemek istediğini söyleyip fırına geri dönmemizi istedi. Artık üçüncü sefer fırına uğradığımızda şüphelendim, arkasından fırına girdiğimde çöreklerle değil de fırıncının kızıyla ilgilendiğini gördüm. Flört ediyorlardı ve ben de bir seri fotoğraflarını çektim. Birbirlerine aşık oldukları belliydi. O günden yalnızca 5 yıl sonra kazara fırıncının kızının Ali’nin ikinci eşi olduğunu öğrendim.

Fotoğraf: DepoPhotos, Galerie Camera Work. Berlin, 14.08.2015

-Muhammed Ali’ye Parkinson teşhisi konduktan sonra neler hissettiniz? Çünkü fotoğraflarınızı hatırlamıyordu…
ABD’nin güneyindeki evine ziyarete gittim. Tamamen yalıtılmış vaziyetteydi ve dışarı hiç çıkmıyordu artık. Bir seri fotoğrafımı götürdüm ve yüzünde hiçbir ifade uyanmadı. Herhangi bir şey hatırlayıp hatırlamadığını sordum, “Hayır!” dedi. Onu böyle görmek beni epey üzdü.

-Hem editör hem fotoğrafçısınız. Bu iki mesleği bir arada yürütmek sizin için zor olmadı mı?
80’lerin ortasında New York’ta yaşarken fotoğraf çekmeye ara vermem gerektiğini hissettiğim bir an oldu. Almanya’da Geo diye yeni bir dergi vardı. Fotoğraflı aylık dergi olması açısından National Geographic’e benziyordu. Benim fotoğraf editörü olmamı uygun buldular ve 3 yıl boyunca New York dışında onlara çalıştım, görevlendirmeler yaptım. Birçok fotoğrafçı bu işten çok hoşnut oldu.

Karşılarında yayın dünyasını olduğu kadar onların nasıl hissettiğini de bilen biri vardı, bir yerde aynı dili konuşuyorduk. Editörlüğü memnuniyetle yaptım. Ancak National Geographic ile yarış halinde olmak yorucuydu, çünkü çok büyük bir dergiydi. Benim için bu işin en güzel yanı muhteşem fotoğrafçılarla çalışmış olmaktı. Az bir kısmı Magnum fotoğrafçılarıydı. Kimileriyle arkadaş oldum. Bunlar bitince Almanya’ya döndüm ve aynı işi Stern için yapmaya başladım. Sonra tekrar dışarı çıkıp fotoğraf çekmek için içimde bir kıvılcım hissettim. Ancak bu mola bana çok iyi gelmişti. Normalde kendi editörüm olan biriyle rolleri değişmiş gibiydim.

Thomas Hoepker’in 11 Eylül saldırısı sonrasında çektiği ve işe yaramaz deyip kenara ayırdığı park fotoğrafı, olaydan 2-3 yıl sonra bir küratörün dikkatini çekince bu olayın en sembolik ve tartışmalı fotoğrafı haline gelmiş.

-Kameraman olarak da çalışmıştınız. Bu deneyiminizle ilgili neler söylersiniz?
Eşim Christine ile tanıştığımda, sinema alanında çalışıyordu. Pek çok film ve TV belgeselinde yer almıştı. Sonra beraber iki kişilik bir takım olarak Almanya’daki kablo yayını ve TV şirketlerine belgesel yapmaya karar verdik. Gerçekten çok keyifliydi, çünkü daha önce hiç yapmadığım şeyler deniyordum. Bir anda dünyam değişti.

-Magnum ajansında hem fotoğrafçı hem de başkan olarak yer aldınız. Bu sıkı kuralları olan geleneksel ajansta çalışmak hayatınızı, kariyerinizi ve fotoğraflarınızı nasıl etkiledi? Ve de siz Magnum’u nasıl etkilediniz?
Magnum dünyanın dört bir yanından gelmiş, çok yetenekli fotoğrafçıların oluşturduğu bir grup. Üç yıl başkanlık yaptım. Dışarıya çıktığında çok zor koşullarda iyi bir iş çıkartan bu sürüye çobanlık etmek zordu. İçlerinden bazıları süper star gibiydi. Onlara ‘Şunu yapma’, ‘bunu yapma’ demek çok zordu. Yine de benim için harikaydı.

-Kimi Magnum fotoğrafçıları moda, sanat gibi farklı alanlarda da işler yapıyor. Bu değişim hakkında ne düşünüyorsunuz? Magnum mu değişiyor yoksa fotoğrafçılar mı?
Piyasa değişti, fotoğrafçılar değil. Fotoğrafçılar pazardaki yerlerini almak zorunda. Magnum hiçbir zaman pirüpak bir çevreye sahip olmadı. Çünkü herkesin kendi tarzı vardı ve herkes kendi kendisinin efendisiydi. Bir şirket için çalışmıyoruz, itaat ettiğimiz bir patron yok, kendi işimizi yapıyoruz. Modayla ilgilenen fotoğrafçılar var; neden olmasın? Eğer belli bir vizyonun ve tarzın varsa moda bile sıkıcı değil, heyecanlı hale gelebilir.

Fotoğraf: Thomas Hoepker

-11 Eylül saldırısı sonrasında çektiğiniz bir fotoğraf günümüzde hâlâ çok konuşuluyor. O gün neler yaşadınız?
Gerçekten inanılmaz bir tesadüf söz konusuydu. 10 Eylül’de New York’ta bir Magnum toplantımız vardı. Ofiste 7-8 fotoğrafçıydık ki normalde bu sayıya pek erişmeyiz. Toplandık, sıradan iş mevzularını konuştuk ve eve gittik. Ertesi gün 11 Eylül idi ve Manhattan’dan gelen haberler korkunçtu. Evimde TV karşısında oturuyordum, donup kaldığımı hatırlıyorum. Nasıl tepki vereceğimi bilemiyordum. Evim Manhattan’a epey uzakta olduğu için arabayla gitmeye karar verdim. Queens’e gittiğimde ufukta kocaman bir duman bulutu gördüm. Daha yaklaştım ve radyo dinlerken fotoğraf çekmeye çalıştım. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Brooklyn’e gittiğim zaman doğu nehrinin kenarında olayı daha net görebilir hale geldim. Devasa ve simsiyah buluta bakıyordum ki diğer uçak gelip öbür kuleye çarptı. Arabadaki radyoya kulak kesildim, neler olduğunu anlamaya çalıştım. Rastgele fotoğraflar çekmeye başladım. Genel hissiyatım işe yarar hiçbir şey çekememiş olmaktı. Ertesi sabah Magnum ofisine gittim, arkadaşlarımı ve meslektaşlarımı gördüm. Yaklaşabildikleri için muhteşem bir iş çıkarmışlardı. Örneğin Steve McCurry, öyle bir noktada oturuyormuş ki yalnızca asansöre binip evinin çatısına çıkmış ve olanları olanca berraklığıyla görmüş. Larry Towell ise olay mahalline çok yakınmış. Bir kaç gün sonra Magnum’a tekrar gittim ve bütün fotoğrafları gördüm. Bir şeyler yapmamız lazımdı, “Haydi kitap yapalım.” dedim. Daha önce editörlük yaptığım için bütün negatifleri ve slaytları alıp South Hampton’daki stüdyomda tarayıp bir kitap oluşturmaya başladım. Arkadaşlarımın çektiklerini gördükten sonra benimki gözüme çok gereksiz göründü. Ortaya çıkartacak materyalim yok diye düşündüm. O yüzden kenara koydum. İşte bu sebeple parktaki fotoğraf kitapta yer almıyor. Bundan 2-3 yıl sonra, Almanya’daki bir müzenin küratörü benimle ilgili bir sergi yapmak istediği için arşivimde geziniyordu. Sonra bu fotoğrafı buldu ve beni bu görselin ne kadar önemli olduğuna ikna etti. Haklıydı da. Artık bu fotoğrafın kendi kaderi var. Pek çok koleksiyonere satıldı, üstelik artık tükendi de. Herkes bu fotoğrafla ilgili konuşuyordu. Çok tartışmalı olduğu için de bir ikona dönüştü.

Thomas Hoepker’in fotoğraflarını görmek için tıklayınız.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com