Kibrit kutusundan Kardak’a: Garbis Özatay’ın kadrajı

Efsane foto muhabiri Garbis Özatay'ın gölgede kalan başarılarından biri de fotoğraf editörlüğüydü. Güneş'te, yalnızca genç ve yetenekli isimlerden oluşan bir fotoğraf servisi kurmakla kalmamış; koyu kırmızı bandıyla attığı kadrajlarla Türkiye basın fotoğrafı tarihinde —bence hâlâ— aşılamamış bir deneyim yaşatmıştı.

Fotoğraflar: Selahattin Sevi

Meraklı bir gazetecilik öğrencisi olarak Bursa’dan İstanbul’a taşındığımda 80’lerin sonuydu. Oturduğum semte bağlı olarak kimi zaman Okmeydanı’ndan kimi zaman Kumkapı’dan Dolapdere’deki okula giderken, otobüs durağına varmadan yaptığım ilk şey —babadan kalma bir alışkanlıkla— bir Tercüman gazetesi almak olurdu. Bir süre sonra buna Güneş’i de ekledim. Her zaman gazetelerin künyesine bakmayı alışkanlık edinmiştim, ama ne genel yayın yönetmenliği koltuğunda oturan Metin Münir’in dehasının, ne de görsel yönetmen masasındaki Mehmet Yaşın’ın tasarım ustalığının farkındaydım. Ya fotoğraf editörü Garbis Özatay!

Gazetenin hiçbir haberini okumadan sayfalarını tek tek çevirseniz, yalnızca koca koca fotoğraflarına baksanız bile memlekette ve dünyada neler olup bittiğini anlardınız. Güneş’in tepe yönetimindeki bu üçlü sacayağının en önemli isimlerinden Garbis Özatay, yalnızca genç ve yetenekli isimlerden oluşan bir fotoğraf servisi kurmakla kalmamış; koyu kırmızı bandıyla attığı kadrajlarla Türkiye basın fotoğrafı tarihinde —bence hâlâ— aşılamamış bir deneyim yaşatmıştı.

‘ÇEKTİKLERİM…’

Yıllar sonra, 1999’da Milliyet’in foto muhabirleri kadrosuna katıldığımda, en çok Garbis Özatay’la —önceki gün vefat haberini aldığımız Garbis abiyle— mesai arkadaşı olacağım için sevindim. Fotoğraf servisinde rahmetli Yalçın Çınar, birbirine hiç benzemeyen, ama birlikte harikalar yaratan foto muhabirlerine ‘şef”lik yaparken, Garbis abi bir ‘baba’ edasıyla etrafı toparlıyordu. “Çektiklerim” diye söze başlar, daha sonra aynı adla kitaba dönüştürmeyi düşündüğü gazetecilik anılarını anlatırdı. Bazılarını bilsek de, ilk kez dinliyormuşçasına dikkat kesilirdik.

Staj için gazeteye gelen çiçeği burnunda gazeteci adaylarına, “Cemre toprağa düşmüş diyorlar, git bir bak” diye takılması, dahası onların bunu ciddiye alması sıradan muzipliklerindendi.

Kimi zaman TEM bağlantı yoluna bakan fotoğraf servisinde, kimi zaman yemekhanede ya da yaz günlerinde Milliyet’in sakin bahçesinde anlattığı hikâyeler, tutkulu bir meslek yaşanmışlığının içinden süzülüp gelen gazetecilik dersleriydi.

Foto muhabirliği yaparken polisin ya da itfaiyenin radyo frekansına girip onlardan önce olay yerine varmak, onun için bir maraton koşucusunun ipi göğüslemesiyle eşdeğer coşkuydu. “Hiç geç kalmaz mıydınız Garbis abi?” diye sorduğumuzda yanıtı hazırdı: “Böyle durumlarda itfaiyenin merkezini arar, ‘Söndürmeyin, geliyoruz’ derdik…”

‘BEN ERMENİYİM’

Biz yine de en çok, gazeteciliğin emektarlarından Nazım Alpman ile yaşadığı Hasankeyf macerasına gülerdik. Garbis abiden defalarca dinlediğimiz bu hikâyeyi, Nazım abi önceki gün kaleme aldığı “vefa” yazısında ne güzel aktarmıştı:

“Hasankeyf’te telefonlu mağaralarda yaşayanlarla röportaj yapacağız! Ertesi gün Batman’a varmıştık. Gideceğimiz yer Hasankeyf’e bağlı bir köydü. Araçla Hasankeyf’ten kırsala doğru giderken yanımıza “güvenlik” olarak 14-15 yaşlarında iki korucu da eklenmişti. Belli bir yere kadar araçla gidip çamura saplanınca aradığımız köye doğru yürümeye başladık. Yolda yanımızdaki gençlerle sohbet ederek köye vardık. Çocuklar Garbis’i sevmişlerdi. Köy kahvesine oturunca etrafımız daha da kalabalıklaştı. Bize yol boyu eşlik eden gençlerden biri “Kapris abi” dedi: -Senin ismin değişik biraz? Garbis “Ben Ermeniyim” deyince köy kahvesinden gök gürültüsü yükseldi: -Estağfurullah abiiii!”

Hikâyenin devamı da var. Ahali yine de Ermeni olmayı Garbis abiye yakıştıramaz; o kimliğini çıkarıp gösterir. Bunun üzerine kahvedekiler, “Olsun abi, keşke herkes senin gibi Ermeni olsa,” der.

Sadece o dönem değil, Türkiye’de Ermeni olmak Anadolu’nun ücra köşelerinde de, devletin en yüksek katlarında da sorun olagelmiştir. Pilot olmak isteyen, fakat Ermeni kökenleri yüzünden bunun mümkün olmadığını öğrenen Garbis abinin kırgınlıkları ise kendisiyle birlikte toprağa gömüldü.

KİBRİT KUTUSUYLA TBMM’Yİ ÇEKTİ

Garbis abi, kibrit kutusuyla çektiği fotoğrafla diğer meslektaşlarını nasıl atlattığını ayrı bir keyifle anlatırdı. Foto muhabirliği kariyerinde sıra dışı deneyimlerinden birini 1971’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaşamıştı. Bir oylamayı görüntülemek için Meclis’e gittiğinde, güvenlik gerekçesiyle fotoğraf makinesi içeri alınmadı. Ankaralı diğer foto muhabirleri, “Yasak, biz de çekmiyoruz,” deyip geri durdu. Ama Garbis Özatay’ı kim durdurabilirdi ki?

“1971’de TBMM’de bir oylamaya makineyle alınmadım. Ben de bir kibrit kutusunu fotoğraf makinesine dönüştürdüm: Merkezini buluyor, kalın bir ataç sokup çıkarıyorsun; tamam, oldu. Üzerine kırmızı bir bant yapıştırıyorsun. Çekmecesini açıp buraya filmi kesiyorsun. Ve fotoğrafı çektim. Kabul edenler, etmeyenler… Kabul edenler el kaldırıyordu, ben de o anı yakaladım.”

EN KRAL FOTOĞRAFI

Şüphesiz Garbis abinin anlattıkları arasında en çarpıcı olanı, devrik Ürdün Kralı Talal bin Abdullah’a dair hikâyeydi. Garbis abi, 1971’de dönemin kralını Şifa Yurdu Hastanesi’nde gizlice çektiği fotoğrafıyla birincilik elde etmişti. Bu uğurda iddiaya girmiş, kazanınca da on gün boyunca hastanede bahçıvan olarak çalışmıştı. Yaprakları topluyor, çiçeklere su taşıyor, ağaçları suluyordu; günün sonunda avuçları su toplamış halde eve dönüyordu. Kralın dindar olduğunu ise emektar bahçıvan Sadık Usta’dan öğrenmişti. Usta şöyle demişti: “Adam delidir, melidir ama Müslüman adamdır. Ne zaman ezan okunmaya başlasa balkona çıkar, asker selamı verir…”

O günlerde Kuruçeşme civarında bir kömür deposu vardı. Çevredeki birkaç mescit ise kral rahatsız olmasın diye susturulmuştu. Garbis abi, kaydettiği ezan sesini bir ağacın üzerine çıkarak sonuna kadar açtı ve böylece kralın balkona çıkmasını sağladı.

Bir iddia uğruna girdiği bu maceradan da galip çıktı, fotoğrafı çekti. Gün batınca ağaçtan kendini aşağı bıraktığında üstü başı kömür tozuna bulanmıştı. Fotoğrafları ajansın karanlık odasına bıraktıktan sonra soluğu Cağaloğlu Hamamı’nda aldı. Ertesi sabah ise güç bela buldurduğu yeni kıyafetleri giyip fotoğrafları şefinin önüne koydu. Fotoğraflar yayımlandı ve Özatay’ın Ürdün’e girişi yasaklandı. Ama ne gam!

KARDAK KRİZİNİN SİMGE FOTOĞRAFI

Garbis abinin Milliyet’te çalışırken üstlendiği en unutulmaz görevlerden biri, 1996’daki Kardak krizinde kayalığa bayrak diken SAS komandolarını fotoğraflamasıydı. O dönem Türkiye ile Yunanistan arasında büyük bir gerilime yol açan Kardak kayalıklarına ulaşmak için sürat botu kiralayan Özatay, yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:

“Kardak krizinde sürat botu kiraladım. Sabah erkenden çıktık yola, yağmur yağıyordu. Makinem ıslanmasın diye otelden aldığım poşeti sardım, sadece objektifin ön kısmı açıktı. Ana gemiden anons ettiler, ‘Durun!’ diye… Biz durmadık, devam ettik. Kayalıklara çıktığımızda bir asker yukarıya doğru tırmanıyordu. Ona baktım, Atatürk’ün Kocatepe’ye çıkarken çekilmiş o fotoğrafı var ya, işte o silüete benzettim. Öyle bir görüntü yakaladım.”

FOTOĞRAFA ADANAN BİR ÖMÜR

Dünya Fotoğrafçılık Günü’nde hayatını kaybeden Garbis Özatay, 79 yaşında aramızdan ayrıldı. 1946’da İstanbul’da doğan Özatay, 1962’de fotoğrafçılığa başladı ve Ara Güler’den ilham aldı. 1966’da “Yeniköy” vapuruyla çarpışan “Yeni Galatasaray” motorunun batışı sırasında çektiği karelerle Türk Haberler Ajansı’nda muhabirliğe adım attı. 1970’te ise Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin ödülünü kazandı.

Liseden sonra okula devam etmeyeceğini söyleyince ailesi, onu bir kuyumcunun yanına çırak olarak verdi. Ustası aynı zamanda amatör fotoğrafçıydı. Garbis Özatay da ona özenerek gizli gizli annesinin fotoğraf makinesini aldı. Olmayacağını anlayınca taksitle kendine bir makine edindi. Hatta kalın gözlük camlarından kendi imkânıyla bir makro lens icat etti. Çektiği kareleri, çalıştığı kuyumcunun aynı sokakta komşusu olan Ara Güler’e gösterdiğinde, “Bunlar hep çiçek böcek,” diyerek küçümsendi. Ta ki Boğaz’daki o kazaya kadar.

Dalgıçlık kursunda kazandığı özgüvenle, aynı zamanda asker olan eğitmeninin sualtı fotoğraf makinesini ödünç alıp kendini Boğaz’ın deli sularına bıraktı. Vurgun yiyip baygın halde çıkarılsa da fotoğraf çekmeyi başarmıştı.

Bir tavsiye üzerine Cağaloğlu’ndaki Hürriyet Haber Ajansı’nın yolunu tuttu. Herkes şaşkındı: Fotoğrafları aldılar ve üstüne 750 lira da verdiler. Oysa 1966’da kuyumcunun yanında haftalık 300 lira alıyordu. Henüz 19 yaşındayken kararını vermişti: “Bu işte kuyumculuktan daha çok para var.”

ABDİ İPEKÇİ’DEN ZARİF DAVET

Başta Ürdün’ün eski kralı Talal’ın fotoğrafları olmak üzere kısa sürede birçok başarıya imza atıp ödüller kazandı.  1975’te çalıştığı Hayat mecmuasından Abdi İpekçi’nin yönlendirmesiyle Milliyet gazetesine geçti. Bir gün Abdi İpekçi demiş ki, “Hayat mecmuasında bir çocuk çalışıyor, onun fotoğrafların beğeniyorum, sorun bakalım Milliyet gazetesinde çalışır mı?”

Böyle zarif bir davet reddedilir mi?

Güneş gazetesinde fotoğraf editörü olarak başlayana kadar aynı kurumda çalıştı. Fotoğraf editörlüğünü modern anlamda yapan ilk isim olarak bir çok başarıya imza attı. 1990’da Cumhuriyet, 1994’te yeniden Milliyet’te görev aldı.

Milliyet’te “Gidilmemiş ve Bilinmeyen Yerleriyle Türkiye” adlı proje üzerinde çalıştı. 1995’te “İstanbul’un Yanı Başı Cennet”, 1996’da “Tarih Doğa İç İçe, İç Anadolu Bölgesi”, 1997-1998 yılları arasında “Tarih Doğa İç İçe Karadeniz ve Ege Bölgesi”, 2000 yılında da “Adım Adım GAP” çalışmasıyla projesini tamamladı. Kardak fotoğrafıyla 1997’de Sedat Simavi Fotoğraf Ödülü’nü aldı. Milliyet gazetesinden 19 yıllık çalışması sonrası ikinci ve son kez ayrıldı.

2023’ten vefatına kadar Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu’nda görev yaptı. Özatay, 2019 Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü’ne layık görüldü.  Sürekli Basın Kartı sahibiydi; evli ve Dalida ve Natali adlarında iki çocuk babasıydı.

VEDA, VEFA…

2001 yılında Zaman’dan fotoğraf editörlüğü teklifi alındığında olduğu gibi, yıllar sonra gazeteye kayyım atandığında da Garbis abinin kapısını çalmıştım. İyi bir fotoğraf servisi kurmanın inceliklerini dinlemenin yerini, “İşsiz bir foto muhabiri olarak ne yapabilirim?” tavsiyeleri almıştı. Meğer bu, son yüz yüze görüşmemiz olacakmış. Sirkeci Tren İstasyonu’nda buluşmuştuk. Oradan Cağaloğlu’ndan Eminönü’ne doğru yürüdük, bir şeyler yiyip içtik. O eski günlerden eser kalmasa da paylaştıklarımız, istasyonun bekleme salonundaki renkli vitraylardan süzülen ışıklar gibi hafızamızda parıldıyordu.

Ruhu şâd olsun…

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER