1970’lerde, Çin Halk Cumhuriyeti’nin en önemli sloganlarından biriydi; ‘Hepimiz Partiye Aitiz.’ 1966’de başlayan Başkan Mao’nun Kültür Devrimi, 1976’te onun ölümüyle sona erdi. Ancak bu dönem Çin Halkı üzerinden derin tesirler bıraktı. Bu dönemin öne çıkan grubu Kızıl Muhafızlardı. Hitler’in SS’leri gibi Kızıl Muhafızlar öğretmen, öğrenci ve karşı devrimci olarak nitelenen bütün okumuş yazmış kesimi hedef alıyordu.
Kültür Devrimi, sayıları milyonu bulan Çinlilerin zorla çalıştırılması, hapsedilmesi ve öldürülmesiyle akıllara kazındı. Ülkede eğitim sistemi çöktü, ekonomi ve kültürel yaşam çölleşti ve toplumsal bir travma yaşandı. Mao Zedung’un ölümünden sonra göreve gelen Komünist Parti yönetimi bu dönemi “büyük felaket’ olarak tanımladı.
Çin’in yetiştirdiği en büyük yazarlardan Mo Yan, Değişim adlı otobiyografik romanında, Mao sonrasını şöyle anlatır: “Başkan Mao öldüğünde Çin’in bittiğini düşünmüştük. Onun ölümünden iki sene sonra Çin’in hiç de bitmediğini, aksine yavaş yavaş daha iyi olmaya başladığını gördük. Üniversiteler kapılarını yeniden açtı, köylü aileler daha iyi besleniyordu.”
Kültür Devrimi’nden bu yana Çin’de çok şey değişti. Çin Devleti, 1980’lerden bu yana teknolojiye yatırım yapıyor, özel şirketleri teşvik ediyor ve yönetimi halen Komünist Parti’de olsa da dışa açılıyor. Başkan Mao döneminde ülkeden hiç çıkamayan Çin vatandaşları artık dünyanın her yerine seyahat ediyor. Bir tür devlet kapitalizmi anlayışıyla da olsa, dünyanın en büyük üretim ekonomisini kurmayı başaran Çin Devleti, artık küresel sistemin, ABD ile birlikte en büyük parçası. Sadece üretimle de yetinmiyor. Batılı ülkelerdeki en büyük yatırımcılar, Çin şirketleri.
Oysa bu gelişmeler, Çin’deki Şincan Uygur Özerk Bölgesi için geçerli değil. Anayasal statüye bakıldığında Sincan, Çin’deki beş özerk bölgeden biri. Nüfusun çoğunluğunu Uygurlar oluşturuyor. Kâğıt üzerinde Uygurların kendi dil, din ve kültürlerini koruma hakkı var. Oysa uygulamada Sincan Uygur Özerk Bölgesi, ‘kültür devrimi’ uygulamalarını yaşıyor. Aynı 70’li yıllarda olduğu gibi burada Komünist Parti’nin büyük baskısı var toplumda. Kendi dilini, dinini ve inancını yaşamak isteyen her Uygur şüpheli konumunda.
2009’da Uygurların en büyük şehri Urumçi olaylarını ve 2017’deki büyük tutuklama dalgasını bizzat yaşayan, Uygur Şair ve yazar Tahir Hamut İzgil, Timaş Yayınlarından piyasaya çıkan, “Gece Yarısı Tutuklanmayı Beklemek” adlı kitabında, Uygurların 21. Yüzyılda hala 1970’lerin şartlarında yaşadığını ortaya koyuyor. Zaman zaman basına yansıyan, adına ‘eğitim kampı’ denilen toplama kamplarının oluşturulma sürecinin de tanıklarından İzgil. Kendi de 3 yıl hapis yatmış ve yaşamını halen ABD’de sürdürüyor. Sürgün günlerinde geçimin sağlayabilmek için Uber şoförlüğü yapan şair, ülkesinde yaşananları dünyaya duyurabilmek için bu kitabı kaleme almış.
Kitaptaki tanıklıklar okura, distopik bir roman okuduğu duygusu veriyor. Oysa bunlar roman değil, Uygurlarının yaşamının özeti.
Tahir Hamut İzgil’in kitabında anlatılanlardan öğrendiğimize göre Çin Devleti için, ‘Uygur’ olmak terör şüphelisi olmak için tek başına yeterli sebep. Çin devleti başta Urumçi ve Kaşgar olmak üzere bütün Uygur yerleşimlerinde kurduğu ve devlet memurlarına yönettirdiği Mahalle Komiteleri aracılığıyla bütün uyguların evini haftada iki gün denetlettiriyor. Memurlar eve gelip her şeyi kontrol ediyor. Ebeveynleri sorguluyor. Uygur ailelerin devletten gizli hiçbir mahremiyetleri bulunmuyor.
Mahalle komitelerinde ailelere doldurtulan çok ayrıntılı formların altına Çin devleti form sahibi için güvenilir, normal ve güvenilmez kayıtları düşüyor. Burada kayda normal ve güvenilmez olarak girenlerin bir gün ‘eğitim kampı’ denilen toplama kamplarına gönderilmesi kaçınılmaz.
“Birçok kişi sadece pasaport çıkardığı için toplama kamplarına kapatılıyordu” diyor yazar. Çin devleti önce pasaportu veriyor sonra bu insanları terör şüphelisi ilan ediyor. İzgil, “İnsanlar, pasaportu olanlardan kaçıyor, onlarla yan yana görünmek bile istemiyordu” cümlesiyle anlatıyor bu garabeti.
Şincan Özerk Bölgesi şehirlerinde, polis mahallelerde site halkını, çarşıda da Uygur esnafı, başlarına bir Çinli komutan atayarak, savunma mangaları haline getirmiş. İzgil, “Nereden geleceği ve kim olduğunu bilmediğimiz teröristlere karşı sürekli eğitim alıp tatbikat yapıyorduk. Bu tür uygulamalara zorunlu olarak tekrarlandıkça herkes kendini polis gibi görmeye ve birbirlerini gözetleyip, ihbar etmeye başladı” diye anlatıyor tanıklıklarını.
Çin Devleti, ‘Uygur terörist’ tehlikesine karşı yine Uygurlu savunma mangaları oluşturmuş ama günün sonunda o savunma mangalarında eğitim alanlar da toplama kamplarına tıkılmaktan kurtulamamış!
Yazar ise kamplara gönderilmekten kıl payı kurtulmuş. Kızının ciddi rahatsızlığını tedavi ettirmek bahanesiyle, tabi bunun için rüşvetle doktor raporu alarak, iki aylığına geldiği Amerika’dan iltica talep etmiş.
Tahir Hamut İzgil, kitabında ülkesinden ayrılmadan önce yaşadığı bir diyaloğa da yer vermiş. Kendisi gibi şair olan dostu Almas’ın kitapçı dükkanında, bir grup Uygur yazar ve şair arasında şöyle bir konuşma geçer.
-Keşke Çinliler bütün dünyayı ele geçirse, dedi bir arkadaşımız aniden.
-Neden öyle diyorsun, diye sordu biri
-Dünya bizi umursamıyor, Çin’in nasıl bir ülke olduğunu anlamıyor. Mademki biz özgürlüğümüze kavuşamayacağız, tüm dünya da esaretin ne demek olduğunu anlamak için onu tatmalı. Bizde en azından bu zulme yalnız başımıza maruz kalmanın acısından kurtulmuş olurduk.
Uygur şair Tahir Hamut İzgil’in eseri, dünyada sesi duyulmayan bir azınlık toplumunun dramı ve çaresizliğinin hikayesi.