İngiliz sanatçı Anthony McCall (sağda) 19 Eylül 2013 tarihinde Buenos Aires'teki Faena Sanat Merkezi'nde Arjantinli yazar Jorge Luis Borges'in El Aleph adlı öyküsünden esinlenerek bir sergi hazırladı. AFP PHOTO / DANIEL GARCIA (Fotoğraf: DANIEL GARCIA / AFP)
Dünya dediğimiz şu yuvarlak şey, insan zihni için sınırsız bir keşif alanıydı. Haritalar eksikti, yolculuklar öngörülemezdi, bilmediklerimiz bildiklerimizden fazlaydı. Büyük coğrafi keşiflerden söz etmiyorum — daha gündelik, daha insani olanından: Bir sokakta yürürken, hangi dükkânın köşeye açıldığını bilememekten, hangi kitabın rafın arkasında saklı olduğunu tahmin edememekten…
Şimdi ise bilinmezlik, hadi eski kıyafetli haliyle söyleyeyim müphem diye bir şey kaldı mı?
Yeni bir şehre gitmeden önce Google Haritalar’dan tüm sokaklarını gezebiliyoruz.
Bir kitabı okumadan önce, onunla ilgili yazılmış yüzlerce yorum ve analizle karşılaşıyoruz.
Bir film başlamadan önce fragmanlar, incelemeler, spoiler’lar her yerde.
Her şey önceden bilinir, görülebilir ve öngörülebilir hâle geldi. Sürpriz yok. Bilinmezlik, risk ve keşif duygusu neredeyse yok. Oysa insanın heyecanla beklediği şeyler, genellikle bilmediği şeylerdir.
Peki, bu kadar her şeyin bilinir olması, dünyayı daha sıkıcı yapıyor olabilir mi?
Borges’in Labirenti: Bilginin İçinde Kaybolmak mı, Sıkılmak mı?
Jorge Luis Borges, labirent metaforunu bilgiyle ilişkilendirir. Ona göre, çok fazla bilgiye sahip olmak insanı aydınlatmaz, aksine onu karmaşanın içine sürükleyebilir. Ama belki de bugünün dünyasında bilgi bizi kaybolmaya değil, sıkılmaya sürüklüyor. Çünkü labirentin içinde değiliz artık, labirentin tamamını yukarıdan görebiliyoruz.
Vaktiyle bir hikâye anlatıcısı, dinleyicisini meçhule sürüklerdi. Bugünse hikâyenin formülü belli: Kahramanın motivasyonu, üç perdeli yapı, zorunlu bir çözülme noktası, klişe final… Artık her şey bir formüle sıkışmış gibi.
Baudrillard’ın dediği gibi, “simülasyon çağı” içindeyiz ve dünya, artık daha önceden var olanın tekrarı gibi. Keşfetmiyoruz; bildiğimizi doğruluyoruz. Öğrenmiyoruz; tanıdık olanı tekrar ediyoruz. Daha önce gördüğümüz sokaklarda yürüyor, daha önce duyduğumuz melodileri dinliyor, daha önce okuduğumuz cümleleri okuyoruz.
Ve belki de en kötüsü, yeni bir şeyle karşılaştığımızda bile onu “eskilere benzeterek” anlamlandırmaya çalışıyoruz.
Çekinerek soruyorum: Yoksa biz artık şaşırmayı mı unuttuk?
Yeni Şehirler, Eski Şehirlerin Tekrarı mı?
Haritalar, listeler, “gidilecek en iyi 10 yer” önerileri… İnsan bir yere varmadan, orayı çoktan deneyimlemiş gibi hissediyor günümüzde. Şehirler kendilerini özgün kılmaya çalışmıyor artık. Yeni şehirler inşa ediliyor, ama hiçbirinin ruhu yok. Çünkü aslında yeni şehirler yok, sadece eskilerin bir tekrarı var.
Eskiden, şehirler kendine has bir kimlik taşırdı. Kültürel olarak, mimari olarak, hatta insan dokusu olarak… Bugünse her yer, her yer gibi. Baktığın her vitrin birbirine benziyor, her meydanda aynı kahve zinciri, her alışveriş merkezinde aynı küresel markalar…
Şehirler artık simülasyonun bir parçası mı oldu?
Guy Debord ve “Gösteri Toplumu”
Guy Debord, modern dünyanın gerçek deneyimleri tüketmek yerine, onların gösterisini sunduğunu söyler. Şehirler de artık “kendileri gibi” değil, kendilerinin birer reklam panosu gibi.
Paris’te Seine kıyısında bir kafede oturmak… Ama asıl deneyim, orada olmak değil, oradan Instagram’a bir fotoğraf yüklemek.
New York’un ışıklı caddelerinde yürümek… Ama asıl olay, Times Square’in gösterişli tabelalarının önünde bir selfie çekmek.
Tokyo’daki tapınakları gezmek… Ama gezmenin kendisi değil, orada bulunmanın turistik anlamı önemli.
Bütün şehirler, görsel olarak tüketilmek için var. Bir şehre gittiğimizde onu gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa onun “hikâyesini” mi paylaşıyoruz?
Şehirler Küresel Kalıplara Sıkışmış Simülasyonlar mı?
Hatırlıyorum; bir yere gitmek, orada bir yabancı olmak demekti. O şehre uyum sağlamak, oranın kültürüne karışmak, belki dilini anlamamak, ama o atmosferin içinde erimek…
Şimdi ise şehirler turistlerin ihtiyaçlarına göre tasarlanıyor.
Taksiler, tabelalar, restoranlar, müzeler… Her şey tekdüze – çoktan hazırlanmış, paketlenmiş, sunulmuş vaziyette. Onu tüketme fırsatın elinden çalınmış sanki. Yeni şehirler, gezginler için değil; turistler için var. Özgünlük kayboldu, çünkü tahmin edilebilir olmak daha kârlı.
Dehşet görüyorum ki, şehirler büyük bir alışveriş merkezine dönüşmekte…
Sanat Kendini Kopyalıyor mu?
En son ne zaman sanatla, sanattaki bilinmeyeni keşfetme arzusunun iştahıyla dolup taştı içiniz?
Büyü bozuldu: Artık hiçbir ressam, daha önce kimsenin görmediği bir manzarayı tuvale aktaramıyor. Hiçbir yazar, kimsenin anlatmadığı bir hikâyeyi kurmayı hedefleyemiyor.
Oysa sanatın itici gücü, ‘yeni’ bir şey yaratma dürtüsüydü.
Bugün ise sanat, kendini tekrar eden bir makineye dönüştü.
Sinemada remake (yeniden çevrim) ve reboot (yeniden başlatma) kültürü aldı başını gitti. Aynı filmler, aynı karakterler, yıllar sonra tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.
Müzikte eski albümlerin “remastered” versiyonları, nostaljiye oynayan hit parçalar, orijinal fikirlerden çok retro akımlara yaslanan şarkılar…
Edebiyatta bir zamanlar yenilikçi olan anlatım tekniklerinin sürekli aynı formlarda yeniden üretilmesi…
Sanat, gerçekten yeni bir şey üretemiyor mu?
Baudrillard’ın Simülasyon Teorisi
Jean Baudrillard, simülasyon çağında gerçekliğin yerini kopyaların aldığını söyler. Artık bir şeyin kendisi değil, onun bir yeniden üretimi önemli hâle gelir.
Galiba sanatta da benzer bir döngü var!
Eskiden sanat, hayatı taklit ederdi. Şimdi ise sanat, daha önce yapılmış sanat eserlerini taklit ediyor.
1980’lerin müziği, 1990’ların modası, 2000’lerin filmleri… Gelecek, geçmişin bir kopyası gibi.
Orijinal bir fikir bulmak yerine, eski şeylerin yeniden sunulması, popüler kültürün yeni normali…
Baudrillard’ın hiper-gerçeklik kavramına göre, artık bir şeyin yeni olması gerekmiyor. Çünkü insanlar yeni olanı değil, “tanıdık gelen” şeyi istiyor. Sanat da bu yüzden yeni olanı aramak yerine, “nostalji hissi” yaratmaya odaklanıyor.
Peki, bu döngü, sanatın ölümüne mi işaret ediyor, yoksa geçmişi yeniden üretmenin yeni bir yaratıcılık biçimi mi olduğunu mu gösteriyor?
Tüm Hikâyeler Zaten Anlatıldı mı?
Bir diğer mesele ise şu: Bütün hikâyeler zaten anlatıldı mı?
Joseph Campbell’in “Kahramanın Yolculuğu” şeması, modern anlatının temelini oluşturuyor. Filmler, diziler, romanlar hep aynı yapıyı takip ediyor.
Tekrar eden anlatı kalıpları: Hollywood filmlerinde “üç perdeli yapı”, ana karakterin belirli dönüşümleri yaşaması, formüllere dayalı senaryo kuralları…
Yapay zekâ bile artık “iyi bir hikâye nasıl yazılır?” sorusuna cevap verebiliyor. Çünkü formül ortada.
Ama sanat, yalnızca hikâye yapılarından mı ibaret? Yeni bir şey anlatmanın yolu hâlâ var mı?
Tüketilecek Şeylerin Sonuna mı Geldik?
Bir sabah uyanıyoruz ve her şey tanıdık. Dinlediğimiz müzikler, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar… Yeni çıkan her şeyin içinde, eski bir şeyin yankısını duyuyoruz. Sanki dünya, tüketilecek şeylerin sonuna gelmiş gibi.
Ama bu gerçek mi, yoksa yalnızca modern bir yanılsama mı?
Bu his belki de sonsuz bilgiye ulaşabilme yetimizin bir yan etkisi. Eskiden bir fikrin yayılması, belki yüzyıllar alıyordu. Bugün, yeni bir kavram doğar doğmaz herkes tarafından tüketiliyor ve hızla eskiyor.
Daha önce duymadığımız bir melodi olabilir mi? Yoksa müziğin temelleri çoktan keşfedildi ve artık sadece varyasyonlar mı üretiyoruz?
Yeni bir hikâye yazılabilir mi? Yoksa her şey çoktan anlatıldı ve artık eski formülleri tekrar etmekten mi ibaretiz?
Sanatta, bilimde, felsefede keşfedilecek bir şey kaldı mı?
Kim bilir; belki de sıkıcılık hissi, bilginin hızla eskimesinden kaynaklanıyor.
İnsanlık Gerçekten Yeni Bir Şey Üretemez Hâle mi Geldi?
Bazıları, insanlığın yaratıcılık sınırına dayandığını düşünüyor. Sanat, bilim ve kültür alanlarında tüm devrimlerin yaşandığını, artık sadece eskileri geliştirmekten başka çaremiz kalmadığını…
Ancak belki de mesela Picasso’nun kübizmle sanatı yeniden tanımlaması gibi, Einstein’ın görelilikle fiziği dönüştürmesi gibi büyük sıçramalar hâlâ mümkündür.
Yapay zekâ çağında sanat nasıl dönüşecek? Belki de en büyük yenilik, insanın değil, makinenin yaratmaya başlamasıdır.
Bilimsel keşiflerin sonuna mı geldik? Yoksa hâlâ keşfedilmemiş evrenler, bilinmeyen yasalar mı var?
İnsan zihni, yeni düşünme biçimleri yaratabilir mi? Yoksa biz de makineler gibi, belirli bir algoritmanın tekrarından mı ibaretiz?
Belki de gerçekten her şey tüketildi. Ama belki de, henüz nasıl bakacağımızı bilmiyoruz.
Yeni Olmak İçin Keşfedilmemiş Olmak mı Gerekir?
Belki de yenilik, daha önce hiç olmayanı yaratmak değil, farklı bir perspektifle yeniden bakmaktır.
Bir ağaç herkes için aynıdır. Ama Van Gogh’un fırçasından çıkınca o ağacın titreştiğini görürüz.
Bir şehir herkes için sıradandır. Ama Italo Calvino’nun anlatımında o şehir, hayali haritaların üzerine çizilir.
Zaman, herkes için akar. Ama Bergson, zamanın herkes için farklı işlediğini fark eder.
Belki de mesele, tamamen yeni olanı aramak değil, var olana farklı bakmayı öğrenmek.
Belki de tüketilecek şeylerin sonuna gelmedik. Belki bakış açımızı değiştirmediğimiz için her şey birbirine benziyor gibi geliyor.
Gelecek, Geçmişin Bir Kopyası mı?
Dünya gerçekten daha sıkıcı mı oldu? Yoksa sıkıcı olan, artık onu nasıl deneyimlediğimiz mi? Tam olarak bilemiyoruz ki… Bir sürü varsayım…
Şehirler, sanat, hikâyeler ve melodiler hep geçmişin yankıları.
Yeni olan, aslında “yeniden üretilmiş” olandan ibaret.
Sanırım bu yüzden hiçbir şey şaşırtmıyor bizi. Her gördüğümüz, bir öncekinin cilalanmış hâli. Dünya tekerrür ediyor, biz de onun içinde debelenip duruyoruz adeta…
Acaba, diyorum, beklenmedik olana yer açmıyor muyuz? Her şeyi önceden tahmin etmeye, her olasılığı hesaplamaya, her deneyimi kontrol altına almaya çalışırken, sürprizleri de hayatımızdan çıkarmış olabilir miyiz?
Eğer her şey gerçekten tükenmiş olsaydı, bugün bir çocuk, ilk kez gökyüzüne bakıp hayrete düşmezdi. İlk kez bir şarkıyı duyduğunda, onun içinde yankılanan bir şey bulmazdı. İlk kez bir hikâyeye kapıldığında, onun içinde kendini kaybetmezdi. Ama hâlâ bunlar oluyor.
Demek ki yeni olan bir şeyler var hâlâ. Ama onu görebilmek için, alışılmış olandan sıyrılmayı göze almak gerekiyor.
Belki de dünya sıkıcı değil; sadece biz, bir sebeple, artık beklenmedik olana yer açmaya korkuyoruzdur.