Edip Akbayram Demre Festivali'nde...
Ölüm, ne kadar beklenen bir misafir gibi kapıda dikilse de onu buyur etmek, insanın fıtratına (!) aykırı.
Edip Akbayram’ın son zamanlardaki sağlık durumu, onun müziğine, sözlerine, devrimci ruhuna gönül verenleri belli belirsiz bir hazırlığa sevk etmişti. Zatürree teşhisi konduğunda, bu güçlü adamın bu zorluğu da aşacağına inanmak istedik. Ne de olsa, onca yıl memleketin yükünü ses tellerinde taşımış, umudu en karanlık zamanlarda bile inatla haykırmış biriydi o. Fakat insan bedeni, idealler kadar mukavemetli değil. Hastalık onu sahnelerden, mikrofonlardan, seyircisinin içten alkışlarından uzaklaştırırken, hepimizin içine ürkek bir kaygı yerleşti.
Yine de o, son ana kadar var olmaya çalıştı; sesi kısık da olsa, notalar arasında, bir idealde buluşan ruhlar arasında yankı buldu. Yılların yorgunluğunu taşıyan bedeni dinlenmeye çekildiğinde bile, dillerden düşmeyen şarkıları ona nefes olmaya devam etti. Ve ölüm, o zalim, gelip o güçlü sesi susturduğunda, işte o zaman hakiki bir sessizlik oldu.
Bu, yalnızca bir sanatçının ölümü değil. Bu, bir dönemin, bir müzik anlayışının, bir tavrın ve bir duruşun, sahneden yavaşça çekilişi. Acımız biraz da bu nedenle telafisiz…
Müziğin çağırdığı çocuk: İlk notalar, ilk adımlar
Bazı sesler, yalnızca kulaklarımıza değil, ruhlarımıza da kazınır. Edip Akbayram’ın sesi de öyleydi. Onun susması, bir nehrin denize ulaşmadan kesilmesi gibi değil; daha çok, suyun toprağa sızarak görünmez, ama hissedilir bir hâle bürünmesi gibi. Çünkü o ses, bir coğrafyanın, bir kültürün, bir halkın içinde yankılanarak var oldu. Ve bu yankının kökleri, 1950’lerin Gaziantep’inde atıldı.
Edip Akbayram, 29 Aralık 1950’de Gaziantep’te, işçi bir babanın ve emekçi bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yoksulluğun, imecenin ve paylaşmanın iç içe geçtiği mahallelerde büyüdü. Küçük yaşta müziğe duyduğu ilgiyi fark eden ailesi, ona bu yolda destek oldu. Henüz ilkokul sıralarındayken, arkadaşlarıyla birlikte türküler söyleyen, pikaplardan yayılan seslere kulak kabartan o küçük çocuk, bir gün kendi sesinin de kasetçalarlarda yankılanacağının farkında değildi belki. Ama o sesin peşinden gitmeye kararlıydı.
Gençlik yıllarında, Anadolu’nun köklü melodileriyle Batı müziğinin ritimlerini harmanlayan yeni bir akımın içinde kendini buldu. Türk Halk Müziği onun temel taşıydı, ama rock, progresif ve protest müzik akımlarıyla tanışması, ona kendi yolunu çizme cesaretini verdi. Gaziantep’ten İstanbul’a uzanan bu yolculuk, sadece bir çocuğun büyüme hikâyesi değil, aynı zamanda Türkiye’de müziğin evrilişinin de bir yansımasıydı. 1968’de ilk sahne deneyimlerini yaşarken, o dönemin rüzgârında esen değişim, onun da müziğine sinmeye başladı.
Öğrencilik yıllarında katıldığı liselerarası müzik yarışmaları, onun sahne ışıklarıyla tanışmasını sağladı. 1972’de “Kükredi Çimenler” adlı şarkısıyla Altın Mikrofon yarışmasını kazandığında, Edip Akbayram adı artık sadece müzik çevrelerinde değil, toplumun geniş kesimlerinde de duyulmaya başlamıştı.
Müziğin direnişle buluştuğu yıllar: Bir sanatçının var olma mücadelesi
1970’ler… Türkiye’nin kaynadığı, sokakların barikatlarla, meydanların sloganlarla yankılandığı yıllar. Bir yanda yükselen işçi hareketleri, öğrenci eylemleri, sendikal mücadeleler; öte yanda bu hareketleri bastırmaya çalışan baskıcı düzen. Darbe ihtimalleri, faili meçhul cinayetler, toplumsal kutuplaşmalar… Gençler, ya idealleri uğruna mücadele ediyor ya da bir sabah sokak ortasında suskunluğa gömülüyordu.
İşte tam da böyle bir dönemde, Edip Akbayram, sadece müziğiyle değil, duruşuyla da sahneye çıktı. O ezilmişlerin, sömürülmüşlerin, haksızlığa uğrayanların çığlığını notalarla, sözlerle haykırdı. Sabahattin Ali’nin, Ahmet Arif’in, Nâzım Hikmet’in dizeleri, onun sesiyle bambaşka bir güç kazandı.
Edip Akbayram ve kızı.
Ama böyle bir dönemde, böylesine cesur bir müziğin bedeli de ağırdı. 12 Mart 1971 Muhtırası’yla başlayan baskılar, 12 Eylül 1980 Darbesi’yle daha da sertleşti. Yasaklar, sansürler, plaklara konan ambargolar… Onun sesi, bir süre yalnızca halkın içinde yankılandı, çünkü devlet eliyle kesilmek istendi. TRT, Edip Akbayram’ın şarkılarını çalmadı. “Sakıncalı sanatçı” ilan edilmiş, albümleri yok sayılmıştı.
Susturulmak istendikçe daha gür çıktı sesi. Konserleri yasaklandığında halkın arasında, meydanlarda, fabrikalarda şarkı söyledi. Ödün vermedi, müziğini ticari kaygılara kurban etmedi. Çünkü o, müziği bir eğlence aracı olarak değil, bir mücadele aracı olarak görüyordu.
O dönemde birçok sanatçı ya yurt dışına gitmiş ya da sisteme boyun eğerek kendini koruma yolunu seçmişti. Edip Akbayram ise Anadolu’da kaldı. Halkının içinde, yasakların gölgesinde, ama başı dik bir şekilde şarkılarını söylemeye devam etti. Belki onun şarkıları devletin resmi kanallarında çalınmıyordu, ama her evde bir pikap, bir kasetçalar vardı ve o pikaplardan, o kasetçalarlardan onun sesi yükseliyordu.
Halkın bağrından kopan ezgiler
Sistem onu sansürlemeye çalıştıkça, halk onu daha da sahiplendi. 1970’lerin ortalarından itibaren Edip Akbayram ve Dostlar adıyla çıkardığı albümler, müzik piyasasında karşılık bulmakla kalmadı, bir dönemin toplumsal hafızasına kazındı. O yıllarda bir Edip Akbayram plağı almak, yalnızca bir müzik tercihi değil, bir duruşun, bir kimliğin göstergesiydi. Sokakta, meydanda, öğrenci evlerinde, fabrikalarda… Onun şarkıları bir araya gelmenin, birlikte haykırmanın, umutla direnmenin ezgilerine dönüştü.
Özellikle “Adiloş Bebe”, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz”, “Aldırma Gönül” ve “Kibar Gelin” gibi eserler, bir neslin marşları hâline geldi. Protest müziğin en parlak dönemlerinden biri yaşanıyordu.
1980’lerde yasaklı sanatçıların albümlerine ulaşmak zordu ama bu, dinleyicinin onu unutmasını sağlamadı. Aksine, kasetçalarlar kulaktan kulağa dolaşıyor, kopyalanan kasetler el altından paylaşılıyordu.
Ancak zaman değişti. 1990’lara gelindiğinde, protest ve özgün müziğin toplum üzerindeki etkisi azalmaya başladı. Ülke, 12 Eylül’ün yaralarını sararken, siyasi mücadelenin sertliği yerine apolitikleşme ve bireyselleşme yaygınlaştı. Pop müzik yükselişe geçti, müzik endüstrisi artık daha çok tüketilen, eğlence odaklı bir formata evrildi. Kitleler bir zamanlar sokağa çıkıp sloganlar eşliğinde şarkılar söylediği sanatçılardan uzaklaşmaya başladı. Yine de Edip Akbayram, ne sesini değiştirdi ne de duruşundan taviz verdi.
Bu yeni dönemde popülerliği azalsa da onun müziğine olan sadakat hiç kaybolmadı. Bir zamanlar meydanlarda, konser salonlarında onunla omuz omuza şarkı söyleyen hayranları, artık belki daha az görünür oldular, ama hiç dağılmadılar. Çünkü Edip Akbayram yalnızca bir şarkıcı değildi; onun sesi, bir bellekti, bir tarihin içinden geçen melodilerdi. Onu dinleyenler, sadece müziğin ritmine değil, geçmişin mirasına da kulak veriyordu.
Yıllarca Dostlar grubuyla yan yana durdu. Müzikal yolculuğunda yalnız olmamayı, kolektif bir ruh içinde üretmeyi seçti. Ona eşlik eden müzisyenler de onun gibi idealleri olan, sanatı yalnızca sanata değil, toplumsal mücadeleye adayan insanlardı. Onunla birlikte aynı sahneyi paylaşanlar arasında Selda Bağcan, Fikret Kızılok, Cem Karaca, Zülfü Livaneli (sonradan çok dalgalansa da), Ruhi Su gibi isimler vardı. Onlar sadece müzikal dostlar değil, aynı zamanda bir düşüncenin, bir umudun yol arkadaşlarıydılar.
Ve o, herkes popüler kültürün akışına kapılıp giderken, “yalnız, ama onurlu” kalmayı seçti. Çünkü biliyordu ki direniş, her dönemde bir bedel gerektirirdi.
Bir baba, bir sanatçı, bir miras
Şarkıları, konserleri, sahnedeki vakur duruşu… Hepsi onun sanatçı kimliğini besleyen unsurlardı. Ama Edip Akbayram yalnızca sahnede değil, evinde de kökleri derinleşmiş bir çınar gibi duruyordu. O, sadece halkına değil, ailesine de sadık bir adamdı. İki çocuğu, Türkü ve Ozan, babalarının yalnızca bir sanatçı değil, aynı zamanda bir ilke insanı olduğunu bilerek büyüdüler. Onun yanında, müziğin yalnızca melodiden ibaret olmadığını, bir fikri, bir duruşu, bir vicdanı temsil ettiğini öğrendiler. Ve bu, bir çocuğun babasından alabileceği en değerli miraslardan biriydi.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın 98. yıl dönümü dolayısıyla Türk Halk Müziğinin usta ismi Edip Akbayram konser verdi. (Depo Photos)
Edip Akbayram, yaşadığı çağın değişen dinamiklerine ayak uydurdu, ama asla savrulmadı. Dijital çağın, sosyal medyanın, tek tıkla tüketilen müzik endüstrisinin içinde yer aldı, ama onun müziği, algoritmalara göre şekillenmedi. O, hâlâ, bir albümün baştan sona anlamlı bir bütün olduğuna inanan neslin temsilcisiydi. Spotify listeleri, YouTube tıklamaları, sosyal medyada hızla tüketilip unutulan hit parçalar onun için bir şey ifade etmiyordu. O, şarkılarının ruhla ve bilinçle dinlenmesini istiyordu.
Ve şimdi, o ses sustu! Artık o sesten yeni şarkılar dinleyemeyeceğiz. Dinleyemeyeceğiz diye, ona ‘öldü’ demek doğru mu? Bir insanın ölümü, sadece onun bedeninin toprağa karışması mıdır? Eğer öyle olsaydı, Anadolu’nun ozanları hâlâ türkülerle anılmaz, bir kuşağın direniş ruhu hâlâ onun şarkılarında yankılanmazdı. Onun ölümü, bir eksilme değil, bir tamamlanış. O artık zamansızlar arasına katıldı; sesi, notaları, şarkıları ve ilkeleriyle…