Cumhuriyet Türkiyesi bilim insanlarından Prof. Dr. Ahmet Fethi Açıl ile Kız Sanat Okulu mezunu Emine Saadet hanımın üç evladından biri olan Ali Açıl hayata veda etti. Bir çok müstesna özelliği olsa da o hep Tahtakale’de ‘esnaf’ kalmayı tercih etmiş bir gönül erbabıydı.
Tahtakale’nin eski esnaflarından Ali Açıl (74), Avrupa ülkelerindeki çeşitli ziyaretlerinden sonra 7 yıl önce göç ettiği Kanada’ya dönerken uçakta geçirdiği kalp krizi sonucu geçen Perşembe gecesi vefat etti. Bu haber dünyanın farklı yerlerinde onu tanıyan birçok insanın kalbine hüzün verdi. Sosyal medyada yapılan paylaşımlarda ve ardından kaleme alınan yazılarda Ali Açıl’ın en çok vurgulanan özellikleri cömertliği, samimiyeti ve her daim güleryüzlü oluşuydu.
Ali Açıl, insanların kalbine girmenin sırrını bulmuş bir dosttu. Aile geçmişi, malvarlığı ve sosyal çevresine bakarak aslında çok daha geniş imkânlar içinde yaşama fırsatı olduğu halde “esnaf abi” olarak kalmayı tercih etmiş bir ticaret erbabıydı. Hayatı boyunca önde görünmeyi sevmemiş, geri planda kalıp işleri yürütmeyi kendine vazife bilmiş, destek olduğu hayır faaliyetleri hatırlatıldığında da “sevk-i ilahi” demiş bir gönül insanıydı.
İşte satır aralarında kalan bilinmeyen yönleriyle “esnaf Ali Açıl”ın portresi.
Ali Açıl, Cumhuriyet Türkiyesi aydın ve bilim insanlarından Prof. Dr. Ahmet Fethi Açıl (1916) ile Kız Sanat Okulu mezunu Emine Saadet hanımın (1921) üç evladından biridir. Babası aslen Ordu – Ünyeli, annesi ise Nevşehir kökenli, İstanbul’da yaşayan bir eşraf ailesine mensuptur. Ahmet Fethi Bey ziraat ve botanik alanında 50’den fazla bilimsel kitap yayınlamış, doçentlik döneminde Amerika Birleşik Devletleri’nde de bulunmuştur.
4 Ocak 1950’de Ankara’da dünyaya gelen Ali Açıl’ın çocukluğu bu şehirde geçer. Ortaokul ve lise tahsiline şehrin iyi okullarında devam eder. Üniversiteyi ise İstanbul’da okumak ister ve 1970’te Eczacılık Fakültesi’ne kayıt yaptırır, fakat eczacılığı benimsememiştir. O dönem sağ-sol çatışmalarına, öğrenci olaylarına denk geldiği için okumaya devam etmek için ortamın da çok müsait olmadığını düşünür. Sonunda okuldan ayrılıp Mahmutpaşa’da tekstilcilikle uğraşan dayılarının yanında çalışma hayatına atılır.
Ali Açıl’ın hayatında babasından aldığı “israf etmeme ve kul hakkına girmeme” terbiyesi çok belirleyici olmuştur. “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” düsturunu kendine şiar edinen babası Ahmet Fethi Bey, aynı titizliği kendi aile fertlerine de öğretmiştir. Öyle ki, bir kereden fazla hacca gitmeyi israf sayan Ahmet Fethi Bey, oğlunun tüm ısrarlarına rağmen imkânı olduğu halde tekrar oralara gitmeyi kabul etmez. Hatta üçüncü kez hacca gitmek isteyen birine, “Memlekette bir sürü hasta, fakir, fukara varken, parasızlıktan evlenemeyen gençler varken sen sırf şahsi zevkin için nasıl üçüncü kez hacca gidersin!” diyerek çıkışır.
Ali Açıl babasının kul hakkına girmeme konusunda titizliğini şöyle anlatır: “Babamın evdeki çalışma masasında defterler, kalemler bulunurdu. Kalemlerin üzerinde ‘DMO’ mührü vardı. Yani Devlet Malzeme Ofisi. Bütün kardeşlerimizi öylesine tembihlerdi ki bu kalemler asla onun çalışmaları dışında kullanılmazdı. O çalışmalar da eve getirdiği işlerle ilgiliydi. Halbuki, başka memur çocuğu arkadaşlarımız bize okulda DMO mühürlü kalemler hediye ederlerdi. Onların babaları bunun yanlış olduğunu bilmezler miydi? Bilirlerdi ancak bu ‘bilgi’de şuur olmayınca bir faydası olmazdı. O, bir yüzü kullanılmış kağıtları asla atmaz, okulda da diğer arkadaşlarına asla attırmazdı. Müsvedde kağıdı olarak kullanır. Onları hoyratça atıp, israf edenlere çıkışırdı. Üniversitede görevliydi. Yetiştiği dönem Cumhuriyet devrinin en bürokrat zihniyetli dönemi ve inançlı insanların resmî kademelerde çok az bulunduğu bir dönemdi. Ancak, babamın dürüstlüğü, herhangi bir siyasetle asla ilgili olmayışı ve arkadaşları arasındaki saygınlığı onu Cumhuriyet’in ilk ve en önemli fakültelerinden biri olan Ankara’da Ziraat Fakültesi’nde muhafaza etmiştir. Annemin hazırladığı yemeği sefer tasıyla işyerine götürür, hemencecik yiyip namazını odasında kılar ve kalan öğle tatilinde arkadaşlarıyla sohbet etmek için yanlarına giderdi. Babam, son 50 senesinde her gün 5 sayfa Kur’an okuyup mealini incelerdi. Gözü yaşlı bir insandı. Çok ağlardı. İslam’ın mes’elelerine, Müslümanların içinde bulunduğu hallere dayanamazdı.”
İstanbul Tahtakale’de örgü kumaş ticareti yapan Ali Açıl, 1978’de Konya kökenli bir aileye mensup olan Elif Hanım ile evlenir. El sanatlarına çok meraklı ve kabiliyetli olan Elif Hanım, 6 yıllık kız meslek lisesini bitirdikten sonra İstanbul’da öğretmen okuluna başlamış ancak ilk dönemin ardından sağ-sol çatışmalarından dolayı ayrılmak zorunda kalmıştır. Çiftin Nedime, Alp, Melike, Atike isimli dört evlatları olur.
İşinde çok gayretli ve çalışkan olan Ali Açıl, esnaflık ahlakını öğrendiği ustalarını aradan yıllar geçse bile hürmetle yad eder: “Ustalarım bana bir babanın evladına davrandığından daha güzel davrandılar, yetki verdiler. Hayatım boyunca haklarını ödeyemem, gerçek ustalardı.”
Kendi dükkanını açtıktan sonra da onların izinden devam eden Ali Bey, genç yaşına rağmen hoş sohbeti, cömertliği ve güler yüzüyle çevrede sevilen, sayılan bir simadır. Yemek yemeyi de yedirmeyi de çok sever; eli bol, gönlü geniştir. Öğrenciyken eline para geçince arkadaşlarını çağırır, yemek ısmarlar, beraber yer. Esnaflığında da komşu, hamal veya misafir kimi bulursa yemeğe davet eder, yalnız yemeyi istemez.
Giderek işleri açılan Ali Bey, evli ve çocukları olmasına rağmen yoğun çalışmaya devam eder, fakat bir gün ailesine yeterince zaman ayırmadığını fark eder: “4 sene Gaziantep’e hammadde sattım. 1984 yılıydı. Baktım evin yolunu unutmuşum. Kız 4 yaşına, oğlan 2 yaşına gelmiş, haberim yok. Ben bunlar için çalışıyorum, ama büyüdüklerini görmüyorum bile. Parayla satın alınamayacak bir zaman geçiyor orda. Kafama dank etti. O işi bıraktım. Sen delirdin, dediler bana, ama aldırmadım. Farklı bir fabrikayla işe başladım. O da bir patladı. Ne yapsam satılıyordu.”
İmkânlarının genişlemesine rağmen “mal sahibi olmamak” Ali Açıl’ın hayatta kendine şiar edindiği bir kuraldır. Çocukluğundan beri içine yerleşen “malın emanet olduğu” duygusu para biriktirmekten, ev, araba sahibi olmaktan men eder onu. İlkokul yaşlarında gittiği bir Cuma namazında cemaate zekat ve sadaka vermenin gereğini anlatan hocanın, “Bu mallar senin değil, hepsi emanet..” diyen sesini hiçbir zaman unutmamıştır. Bu düşünce ile “üzerimde mallarla huzuruna giderim de Allah’a karşı mahcup olurum” diyerek bir ev bile almaz kendi adına, kirada oturur. Tüm imkanlarına rağmen lüks marka bir araba almaz. Ali bey bir sohbetinde bu duygularını şöyle anlatır: “Allah her şeyi, malı mülkü insana emanet gönderiyor. Kimse malın mülkün sahibi olamaz. Bir insan isterse bin defa hacı olsun, ihtiyacından fazla malı mülkü varsa vay onun haline. Biz de iyi adamdı diye arkasından dua ederiz ama Allah onu affetsin. Allah bunu bana öğretti. Hayatım boyunca buna ihanet etmedim. Bir defasında lazım olur diye eve bir miktar altın götürdüm. İşlerim ters gitti, senetler karşılıksız çıktı, o parayı kullanmak zorunda kaldım. Dolar götürdüm, lazım oldu geri getirdim. Kenara para koyamazdım… Allah teala bunu bana verdi ben de itaaat ettim. Yapmasam başım derde giriyordu. Arkadaşıma Mercedes araba satın aldım, hediye ettim, kendim Mercedes’e binmedim. Arkadaşlarım birleştiler bana Mercedes aldılar, evin otoparkına koydular. 6 ay kadar orada kaldı. Üstü toz toprak oldu. Bari ayıp olmasın diye yıkadım bir gün. Getirdim. Geri almıyorlar. Çocuklara hadi sizi gezdireyim dedim. Bostancı’da 1 kilometre kadar gittik. ‘Eve dönelim, biz utanıyoruz, herkes bize bakıyormuş gibi geliyor’ dediler. Ya bu bizim arabamız. Yok değil, dediler. Hemen döndük. Rabbim bu duyguyu verdiği zaman ihanet etmemişsen tamamdır bu iş.”
Hayatta yaşadığı her şeyin “sevk-i ilahi” olduğuna yani hiçbir şeyin rast gele gerçekleşmediğine inanan Ali Açıl, 1985’te 35 yaşında iken eşiyle beraber hacca gidişlerini de böyle yorumluyor. En son hacı kafilesi yola çıktıktan sonra, Kurban bayramına günler kala Arabistan konsolosluğundan bir arkadaşı vasıtasıyla haber aldığı kontenjan ile kısa sürede resmi işlemleri ve hazırlıkları yaparak yola çıkarlar. Hacı olma hali her ikisi için de geri döndüklerinde yeni bir hayat tarzının kapılarını açar. Hayatı boyunca doğru bildiği şeyin en iyisini yapmaya çalışan Ali Bey “Madem tevbe ettik hakkıyla yapalım” diyerek evden TV’yi çıkarıp iş haricindeki tüm vaktini kitap okumaya ayırır. Başlıca hadis ve fıkıh kitaplarından günde yüz sayfa okumadan uyumaz. Hac arkadaşlarından birinin daveti üzerine katılmaya başladığı hadis dersleri ise “Gülen cemaati” ile tanışmasına vesile olur: “Hacdan sonra bir hac arkadaşım ‘Çarşamba akşamları çiğköfte yapıyoruz, hadis dersi yapıyoruz, sen de gel’ dedi. Ben de aksi bir adamım, para istenince veriyordum ama bir yere gitmek istemiyordum. Fakat birkaç kere davet edince daha fazla kırmayayım dedim. Gidiş o gidiş. Bu günlere kadar geldik.”
Ali Açıl’ı o dönemde en çok etkileyen insanlardan biri de merhum işadamı Hacı Kemal Erimez’dir. Ustasıyla yakın dostlukları olduğu için uzun zamandır tanıdığı ve sevdiği Erimez’i bir gün yolda ağlayarak yürürken gören Ali Bey, uzun ısrarlarla sebebini öğrenir. Sonradan Zaman Gazetesinin yer alacağı Yenibosna Kalender Sokak’taki binanın temelleri atılmış, fakat söz veren kişilerden gerekli para gelmediği için inşaat yarım kalmıştır. Erimez’in buna üzüldüğünü öğrenen Ali Bey, o yaşlı insanın bir iş için böylesine ağlamasından çok etkilenir. “Niyetim yoktu ama Allah seni bana gönderdi, bu işi gör dedi bana. Ölümüne de olsa bu binayı yapacağım. Bunu sen, ben, bir de Allah bilecek, hocayı da karıştırma” der. Sonrasında gerekli parayı bağışlayarak binanın hızla tamamlanmasını sağlar. O dönemde Fethullah Gülen ile de tanışan Ali Bey, eğitim kurumlarının açılmasına ve öğrencilere yardım etmeye başlar. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1990’ların başından itibaren Orta Asya ülkelerinde açılmaya başlanan Türk okullarına, daha sonra ise dünyanın farklı coğrafyalarına yayılan eğitim faaliyetlerine destek olur. Bunun için Azerbaycan’dan Çin’e, oradan Afrika’ya kadar bir çok ülkeye ziyaretlerde bulunur.
Ali Açıl’ın hayatında başka güzel ‘sevk’ler de olacaktır. Bunlardan bazılarını yeri geldiğinde hep paylaşmıştı.
İşte onlardan bir kaç örnek: “Yıllar önce Hacı Kemal Erimez’le Düzce’ye gittik. Henüz inşaat halinde olan bir öğrenci yurdunu ziyaret ettik. Yüklüce bir miktar para bıraktık çıkarken. Aradan yıllar geçti. Amerika’da bir grup arkadaşla tanışırken biri de o yurdun müdürüymüş. Dedi ki ‘biz o dönemde inşaatı yeni bitirdik, talebeleri de yurda aldık. Ustalara Cumartesi para vereceğiz dedik ama elimizde para yoktu.’ Hakikaten biz de orada bekleyenleri görmüştük. Meğer para bekleyen ustalarmış. Bizim bıraktığımız para kuruşu kuruşuna ustalara verilmesi gereken paraymış.
Yine bir vakit arabada çocuklarla Tokat’tan geçiyoruz sabah erken. Trafikte kırmızı ışık yandı, bekliyoruz. Yolun kenarında bir dershane, sınavda dereceye girenleri ilan etmiş, afişleri gördüm. Hemen fırladım arabadan, girdim içeriye. Bir kat çıktım müdür odasına girdim. Selam verdim, kendimi tanıttım. Bir miktar dolar çıkardım, kabul etmelerini istedim. Oturmamı istedi ama acelem var, araba ışıkta bekliyor dedim, çıktım. Aradan uzun zaman geçti. Altunizade’de bir toplantıda birisi geldi yanıma, ‘Beni tanıdın mı?’ diye sordu. Tanımadım. O günü anlattı. O gün yanında oturanlardan birinin ev sahibine kira vakti gelmiş, para yoksa evden çıkaracak. Diğeri de annesi rahatsız memlekete gidecek otobüs bileti alacaklar ama paraları yok. ‘Siz içeri girdiniz, bize 300 dolar bırakıp gittiniz. Bize 283 lira lazımdı. Doları bozdurduk tam o miktar oldu. İşimizi gördük.’
Arabada çoluk çocuğu bırakıp oraya gitmek hangi kafayla olur, bunu yapamazsın normalde. Koşup o parayı bırakıyorsun , hem de 100 değil, 300 niye? Güzel bir şeye sevk edilince onu yapacaksın. Bu alemde hırsız da olsa katil de olsa, hepimiz bir sevk-i ilahi içerisindeyiz. İtirazsız kabul edersen onun içine girmiş olursun. Kötü bir adam birini öldürürken içinden geliyor, vazgeç çocuğu var diyor mesela. Sen dinlemedin öldürdün. Geldi işte sevk-i ilahi, yapma diye geldi, dinlemedin.
Zaten insan anlıyor onu. Kaytarmak istiyorsun bir taraftan. Hac fırsatı çıktığı zaman da bunu hissettim. Son anda karar verdim ama gitmemek için hazırlanmak zor vb. diyerek bahane bulacağım, biliyorum. Yanımda çalışan arkadaşlara ‘Böyle bir şey var. Vazgeçmeye çalışırsam beni engelleyin. Vurun, dövün isterseniz ama vazgeçirmeyin.’ dedim. Türlü zorluklar çıktı ama biz hacca gittik. İşte ben asıl o zaman öğrendim. O gönderiyor ama türlü bahaneler buluyorsun yapmamak için.”
Ali Açıl, 2006 yılında yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle Tahtakale’deki dükkanını kapatır ve iş hayatını yurtdışında kurduğu ortaklıklarla sürdürür. 2013’te dershane kriziyle başlayan Gülen cemaati kurumlarına yönelik baskı sürecinde bilhassa önde gelen eşrafa, iş insanlarına tehditler artmıştır. Bunun üzerine 3 Mart 2016’da bavullarını toplayıp eşi Elif Hanım’la beraber Tanzanya’daki oğulları Alp Açıl’ın yanına giderler. 15 Temmuz 2016’daki meşum “darbe girişimi”nin ardından mal varlıklarına el konan insanlar arasında Ali Açıl yoktur çünkü o zaten hayatı boyunca “mal sahibi olmamayı” düstur edinmiştir.
Tanzanya’nın sıcak ikliminde yaşamakta zorlanan Ali Bey ve Elif Hanım, bir süre Amerika’da kaldıktan sonra 2017’de sınırdan kaçak yollarla Kanada’ya geçerek iltica ederler. Ottawa’da iki odalı küçük bir mülteci evinde yaşamak onlar için İstanbul’daki geniş salonlu evlerinden daha farklı değildir. Ali Bey, pandemi sürecinin ardından şehirdeki kültür merkezinde gönüllü olarak çalışmaya başlar.
Kanada vatandaşı olup pasaportunu aldıktan sonra bir ay süren bir Avrupa seyahatine çıkan Ali Açıl, çeşitli ülkelerdeki akraba ve arkadaşlarına yaptığı ziyaretlerden sonra dönüş yolunda uçakta geçirdiği kalp krizi sebebiyle vefat etti.
Ne kendisi ne de sevenleri bunun son görüşmeleri olduğunu bilebilirdi. Ali Açıl, hep istediği gibi insanlara gönlünü açmak, işlerini kolaylaştırmak, iyilik yapmak niyetiyle yol alırken hayata veda etti…