Fethullah Gülen: Bir tanıklık

Yıllar içinde şunu gözlemledim: Gülen’i sevenler tanıdıkları için seviyordu, onu sevmeyenlerse tanımıyordu. Bu yüzden tanıklıkları kayda geçirmek önemlidir.

Fotoğraf: Selahattin Sevi

Fethullah Gülen’i uğurlarken acısını sessizce yaşayan vakur kalabalığı görünce, kendisi de bunu yeğlerdi, diye düşündüm. Riyakâr siyasetçilerin boy gösterdiği şaşaalı bir tören istemezdi. Yine de görkemliydi cenazesi—aynı zamanda ağırbaşlı, dingin, samimi.

Yıllar içinde şunu gözlemledim: Gülen’i sevenler tanıdıkları için seviyordu, onu sevmeyenlerse tanımıyordu. Bu yüzden tanıklıkları kayda geçirmek önemlidir.

Ben onu bir 20 Mayıs günü tanıdım. (Tarihi unutmuyorum, yıllar sonra başka bir eyalete taşınırken kendisiyle vedalaşmaya gittiğimde günlerden yine 20 Mayıs’tı.) Ayın 20’sinde vefat haberini alınca hayalim o güne uzandı.

Gülen’le yolumu kesiştiren, yazı uğraşıydı. Yayına hazırlanan bir metin için —her nasılsa ben de kıyısından projeye dâhil olmuştum— Hocaefendi, “İsterseniz ben de bakarım,” deyince kendimi yanında buldum. Bir süre sonra bu bir editöryal çalışmaya dönüştü: Her ay yayına hazırlanan metinleri tashih için kendisine götürüyor, gözden geçirilmiş metinleri geri alıyordum. Ne kadar yoğun, ne kadar yorgun olursa olsun gittiğimde metinler mutlaka hazır olurdu. Hocaefendi metinleri bazen öğrencilerine okutur, bazen de kendisi okuyup derkenar düşerdi. Odası hep güzel koktuğu için kâğıtlardan gül kokusu bazen günlerce gitmezdi.

Üzerinde pek durulmamıştır, Gülen çok şeyin yanında bir editör gibiydi. Dile uzaktan bakmayı bilirdi. “Hülya” sözcüğünün “hayal” ile “rüya”nın bileşimi olduğunu o söylemeden önce hiç düşünmemiştim, örneğin. “Korkunç güzel” gibi tezat içeren ifadeleri yadırgardı. Kendine özgü yazım alışkanlıkları vardı (bazen virgül yerine yan yana iki nokta kullanmak gibi). Yerleşik sözcükleri korumayı öğütlerken, yaşayan Türkçe kullanılmasını isterdi. Elde kalem, kurulmasına önayak olduğu dergilerin yayın toplantılarında görünce, başka bir yaşamda editör olmak isteyebileceğini düşünürdünüz. On yıllarca devam eden bu meşguliyeti sanırım, tıpkı ders okutmak gibi, ömründe en çok vakit ayırdığı işlerden olmuştur.

Her sürgün gibi Amerika’ya gelince kütüphanesinden de ayrı düşmüştü. Hocaefendi’nin İstanbul’da bıraktığı kitaplığından kitap isterken hangisinin hangi rafta, kaçıncı sırada olduğunu hatırlamasından çok etkilenmiştim. İlk vaazlarından kazandığı parayla kitap aldığını söylemişti. Yanlış anımsamıyorsam Küçük Dünyam’da, asker dönüşü birikmiş maaşlarını kitaba yatırınca nasıl da sevindiğini anlatır. Şu dünyada kitapları tutulacak bir dal gibi görenlerdendi Hocaefendi, bu yönüyle aynı meşreptendik. Bir keresinde e-kitabın matbu kitapların yerini tutup tutamayacağını sormuştu—yeniliklere açıktı ama kitabın geleceğini merak ediyordu.

Fethullah Gülen yirminci yüzyılın, Soğuk Savaş döneminin çocuğuydu. Erzurumlu, dindar gencin yolunun Komünizmle Mücadele Derneği’yle kesişmesi bir Türkiye yazgısıdır. Kendisini hep “tadil ettiğini” söylerdi. Aynı dili konuştuğu, içtenlikle kucaklaştığı siyasetçinin Bülent Ecevit olması da rastlantı değildir. Bence Gülen muhafazakâr değil reformistti. Sağcı değil dindardı. Solcu değil sosyal adaletçiydi. Kutub’un İslam’da Sosyal Adalet’ini öğrencilerine okutmuştu. Sosyal adalet konusunda hayata geçirdikleri incelenmeyi hak ediyor.

Gelgelelim, ne akademi ne de aydınlar buna yanaştı. Özellikle son on yılda, bazı okuryazarlar her şeyini reddettikleri yoz bir iktidarın Gülen karşıtı söylemini kabullendiler. Kendisine kitap imzalayıp gönderen yazarlar, ardından övgü dolu sözler söyleyen sanatçılar onun hakkında düşündüklerini toplum içinde söylemeye cesaret edemediler. Aydınlar Gülen’in uzattığı eli havada bırakmasaydı, Türkiye daha farklı bir ülke olurdu. Oysa Gülen, Aziz Nesin öldüğünde, keşke oturup konuşabilseydik, demişti. Sezer Tansuğ’un cenaze namazını kıldırmıştı. Ahmet Oktay yıllar önce kendisine Gülen’den görüşme daveti geldiğini söylediğinde şaşırmıştım.

Bence iki sebepten Fethullah Gülen tarihte eşine kolay rastlanmayacak bir insandı: Birincisi, yalnızca telkinleriyle, küresel çapta bir eğitim hareketini başlatabilmesidir. Bunun, şu çapta ve hızda, başka örneğini bilmiyoruz. İkincisi, Gülen’in uğradığı haksızlığın boyutudur. Karşıt uçların birleştiği kötücül bir ittifak, devlet gücünü kullanarak onu ötekileştirmekle kalmadı, aslında olduğu kişinin tam tersi resmetti. Tarihi baştan yazmayı denediler. Pek çok düşünürün, din adamının değeri bilinmemiştir ama Gülen kadar iftira atılan gerçekten azdır. Bana kalırsa uğradığı haksızlık yaptığı işin büyüklüğüyle koşuttu.

Bütün bu haksızlıklara nasıl tahammül ettiğine şaşırmamak elde değil. Onca çamur atılmasına karşı dişini nasıl sıktı? “Preslenmelerimi bir gençliğe değişmem” demişti, gözünün ötelere baktığını anlatırken. Gücünü inancında buluyordu. “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok” sözünün yaşayan örneğiydi.

Ağır, vakur bir oturuşu vardı. Sanki dünyanın yükünü çektiğini sanırdınız. Yeryüzünü aklında tutmaya çalışır gibi bazen ufukları süzerdi. Niçin? Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sındaki ünlü cümleyi anımsamalı: “O, kendisi için hiçbir şey istemiyordu.” Günlük yaşamına tanık olan hemen herkes ondan etkilenmiştir. Gözlerin sürekli üzerinde olduğu, zor bir yaşamdı bu… O gözler Gülen’in tavırlarının bir ömür değişmediğine de tanıktır.

Taşındığı son evi görme fırsatı bulmuştum. Yüksekçe bir tepede, vakar hissi uyandıran, yalın bir mekândı. Vakar ve yalınlık—o evin Hocaefendi’ye çok yakıştığını düşünmüştüm. Oraya taşınması yolculuğa hazırlık mıydı? Yakın zaman önce 25 yıl kaldığı kampı ziyaret etmesi bir vedalaşma gibi gelmişti bana.

Fethullah Gülen artık yok. Kim ne derse desin, o küresel bir barış hareketinin öncüsüydü. Zamanın durgun gölüne attığı taşın oluşturduğu dalga büyüyerek yayılacaktır. Gülen’in savunduğu evrensel değerler mi yoksa Türkiye’deki o kötülük ittifakı mı kalıcı olacak, zaman gösterir.

Zaman sağaltıcıdır: Şimdi uyanınca, yürürken, masaya otururken, dersten çıkarken duyduğumuz gariplik.. insanın sırtını dayadığı sütunun artık orada olmamasından doğan yerçekimsizlik.. “gider bir dua alırız” sözünün anlamını yitirdiği bir boşluk.. başkalarının güle oynaya günlük yaşamlarına devam etmesini yadırgatan yetimlik hissi… Bunların hepsi yerini ince bir sızıya bırakacak. “Hatırası kalbe ışıklarla dökülen” günleri anarken gülümseyip avunacağız: Aynı çağda yaşadık, yolumuz kesişti.

Geçen pazar akşamı bir arkadaşımla yürüyüşe çıkmıştık. Hep yaptığımız gibi, yokuşun başına gelince durup günbatımını seyrettik. Şimdi baktıkça “gün doğdu yazık arkalarında” dediğim, kızıla kesmiş tepelerin üstünden Pensilvanya’da güneş buruk batıyordu.

Bir “gurûb-i şems”—dünyada paylaştığımız son günbatımıymış.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com