Tuhaftır; kimin kime ne zaman iltifat edeceği hiç belli olmuyor. Kim derdi ki bir gün, “korku dünyasının tek ve en büyük ustası” Alfred Hitchock bile okur bulamayacak.
Sophokles der ki “Mucizeler pek çoktur ve hiçbiri insandan daha olağanüstü değildir.” Bu son derece yalın ifade, elimden tutup çocuk denen o tuhaf, o çetrefil kapının eşiğine bıraktı beni. Sırtıma da anlaşılması ve derin yapısının çözümle(n)mesi kimilerince pek kolay, benim gibi ehil ve ehliyet sahibi olmayan biri için pek zor yükü –anlam alanı geniş, kargaşaya müsait kavramları– boca edip keyifle kuruldu perdenin karşısına… Serde Türklük var ya… Genlerimde taşıdığım kıvrak zekânın nimetlerinden yararlanmayı akıl ettim birden: Pekâlâ, bu yolda benden önce geçenlerin ayak izlerini takip ederek –bir çeşit maymuncuk kullanarak yani– o çetrefil kapıyı açabilirdim belki… Denemeye değerdi, öyle de yaptım…
İlk olarak Sokrates’in kutusunu açtım. Değil mi ki kötülüğün kaynağını insanının doğal yapısında değil, bilgisizlikte arıyordu… Değil mi ki “kötülük” ona göre sadece –evet, sadece– bir yanlışlıktı.
Eğer dünyada her şey karşıtı ile var oluyorsa, Tevrat’a da bakmak gerekir, değil mi? Baktım ki Tevrat, insanın tarihinin bir suç edimi ile başladığını ve itilimlerinin çocukluğundan itibaren kötü olduğunu söylüyor… Baktım, İncil de bu anlamda sütten çıkmış ak kaşık değil; biraz da toplumsal uzlaşım ve kültürel baskı üzerinde durmak gerekir, diye düşünerek Freud’un kapısını çaldım. Onun ‘ölüm içgüdüsü’ kuramı çıkageldi karşıma: “İnsanın üstünde eşit ölçüde güçlü iki gücün karşılaştığı bir savaş alanı vardır. Bunlar yaşama itilimi ile ölme itilimidir.” Başka bir deyişle kötülük doğarken kazanılmış değil, sonradan edinilmiş bir haktır: Ne ki yıkıcılık tüm insanlarda yaradılıştandır.
Yıkıcılık, bencillik, kötülük… Sanırım anahtarın dişlileri malum kapıda tek tek yolunu bulmakta. İnsan niçin doğar? a.) Kendi kendisini oluşturmak için… b.) Tıkınmak için… c.) Yaşamak için… Madde başlıklarını çoğaltmak fantezi gücünüze kalmış. Ne ki ilk maddede odaklanmış ya da afallamış iseniz ayak izlerini takip etmeyi sürdürelim: İnsanın kendi olmasının temel ödevi gizilgüç olarak ne ise o hale gelmektir.
Gel gör ki, “insansal evrim sürecinde toplumsal yönden içkin etikle ‘evrensel etik’ arasındaki uyuşmazlık azalmıştır.” Fromm’a göre tarihsel koşulların doğurduğu toplumsal zorunluluklar, bireyin evrensel-varoluşsal zorunlulukları ile çatışacaktır.
Yap-boz’un taşları yeni yeni yerine oturuyor galiba… Önce yıkıcılık, bencillik, kötülük; şimdi etik, özgürlük, vicdan, uyuşma (buna ‘demokrasi’ de diyenler var), çatışma çıktı karşımıza… Demek ki anahtar deliğe oturdu. Kapı aralandı. Ama bir muamma daha var, çözülemese bile üzerinde düşünülmesi gereken… Nedir o? Şu: Niçin çocuk akıllandıkça –nesneleri/ olayları kavradıkça– korkar; öncesinde ne karanlık, ne yükseklik, ne de in/cin korku vesilesidir oysa…
Peki, niçin yetişkin zor anlarda olağanüstüye kayar, rahatı yerindeyken pek rasyoneldir?
Yazın tarihine baktığınızda, bu sorular üzerine topu topu 150-200 yıldır kafa yorulduğunu görürsünüz. Sinemada dahi doğar doğmaz bir disiplin olarak kendine ait bir koşu kulvarı (kimlik) edinmişken, yazın tarihinde kategori olarak kabullenilişi çok yenidir. Şımartılmak istenmeyen ve büyümesinden endişe edilen bir çocuk gibidir korku/ polisiye… Yapılan basbayağı “özürlü” muamelesidir…
“Cinayetlerin de heykeller, resimler, oratoryolar, mine ya da oyma işleri ve daha birçok şey gibi, birbirilerine göre küçük farkları, üstünlük dereceleri vardır.” diyen Thomas De Quinceyvari ayrıkotları ne ifade edebilir ki, şekeri emilmiş bir sakız gibi ‘altın çağ’ında çiğnenip tarihin pek kalabalık çöplüğüne atıldıktan sonra.
Sherlock Holmes tiplemesi dahi çizdiğim çerçevenin dışına taş(a)maz ne yazık ki… E.T.A. Hoffmann’ın öyküleri daha realisttir mesela. Şaka yapmıyorum; korkunç, hayali tipler, cinler, ruhlar, şeytanlar, sözlük anlamıyla ‘yaşayan’, düzeltirsek ‘yaşatılan’ tipler/ karakterlerdir. Bunda dine karşı hep mesafeli durmasının katkısı var mıdır, bilinmez; bilinen odur ki, öykülerini karısının elini tutarak yazmıştır.
Umberto Eco’nun müthiş bir ironi gösterisi yaptığı “Lektörden Yayımcıya Okuma Raporları” başlıklı yazı dizisinden Kafka’ya ilişkin yorumu, bu bağlamda son derece ilginçtir: “Bu küçük eser, pek fena değil. Hitchcock vari bölümler içeriyor. Örneğin, epey beğeni toplayabilecek, sondaki cinayet. Ama sanki yazar bu kitabı sansürün tehdidi altında yazmış gibi. O muğlak imalar, kişi ve yer adlarının yokluğu da ne oluyor öyle? Ve kahraman neden mahkeme karşısına çıkartılıyor?”
Korkan insanın duygularını, davranışlarını “iki kere iki dört eder” dercesine net, anlaşılır, kategorize etmeye müsait şekilde şifreleştirmesi mümkün müdür? Kim mutlak iyi’dir ya da o mutlak iyi’nin komşusu olma şerefine erişmiştir? Günah çıkarma seremonisi bile başlı başına bir kandırma eylemi değil midir?
Ahmet Mithat’tan Celil Oker’e bir çizgi çizip sırtınızı duvara dayayın lütfen. Çünkü bu çizginin eğriliği-düzlüğü zor yutulur bir manzara koyacaktır önünüze. Bırakın okuru, bizzat yazarın kendi eserine üvey evladı muamelesi yaptığına tanıklık ettirir bizi. Peyami Sefa’da olduğu gibi… Giavonni Scognamillo’da olduğu gibi… Hayalet Oğuz’da (Oğuz Alplaçin) olduğu gibi –Mayk Hammer roman(lar)ı yazmıştı–…
Şöyle bir hafızamızı yoklarsak ilk ciddi ve dizi halinde bilimkurgu yayıncılığının 1950’li yıllarda filiz verdiğini görürüz. Örneğin Çağlayan Yayınları “Merihten Saldıranlar”, “Seyyareler Çarpışıyor”, “Kâinat Fatihi”, “Boşluk Korsanları”, “Mavi Ölüm”, “Mazisiz Adam”, “Çıldıran Dünya” ve “Hücum” adlı bilimkurgu romanları 1954-1955 yılları arasında yayımlamıştır. Oysa bilimkurgu, teknolojiyle göbek bağı olan bir disiplindir. Korku, polisiye ise doğrudan varoluşla ilgili… Ne ki akıbet değişmemiş, her iki tür de uzun süre iyimser bakış açısıyla söylersek ‘mayalanmaya’, kötümser bakış açısıyla söylersek ‘yok olmaya’ bırakılmışlardır. Ta ki bazı yayınevlerinin öncülüğünde ‘yeniden’ keşfedilene (!) dek…
Hazır yeri değilken bir itirafta bulunayım: Tüm bu sayıp dökmeler aslında korku ve polisiyenin biley taşı Alfred Hitchock’a sözü getirmek içindi. Dahası onun Türkiye’de yayımlanmış bir kitabına. Düzeltmeye devam edelim: Yazarı değil, seçkiyi düzenleyen olduğu kitaba… Özer Yelçe’nin dilimize çevirdiği, Milliyet Yayınları tarafından 1971’de yayımlanan kitabın adı “…Ve Papağan Fıstık Dedi”. Kitapta Joan Vatsek’ten Price Day’a, Paul Eiden’den Jack Finney’e, Roger Arthur’dan Mann Rubin’e pek çok, Türk okurunun pek az tanıdığı yazarın öyküsü var. Yaratıcı zekânın sırtını sıvazlayan öyküler hem de…
Gerek kurgu gerekse üslup açısından beklenen yeterlilikte olmasına rağmen, denebilir ki kendi kulvarında birkaç yüz metre koştu bu kitap ve malulen emekliye ayrılıp tarihin şanlı çöplüğünde beklemeye koyuldu. Neyi ya da kimi beklediğini, hatta beklediğini bile bilmeden.
Tuhaftır; kimin kime ne zaman iltifat edeceği hiç belli olmuyor. Kim derdi ki bir gün, “korku dünyasının tek ve en büyük ustası” Alfred Hitchock bile okur bulamayacak.
Hayat işte…