Yani Vlastos ‘memleket hasreti’ diye tanımlanacak bir duyguyla bağlı İstanbul’a. Çocukluğu, gençliği, neredeyse ömrünün yarısı geçmişti burada. Özlemlerini olduğu kadar, sitemlerini de sığdırmış kitabına.
Yani Vlastos, Çengelköy doğumlu bir İstanbul âşığı. Çocukluğu, gençliği, kırk yılı geçmişti burada. Ona göre bu şehir, güzeli-çirkini, maziyi-istikbali hatırlatan, simgeleyen bir yer. Her şehri İstanbul’a benzediği taraflarıyla seviyor. Aynı zamanda 6-7 Eylül Olayları’nın 12 yaşındaki tanığı. Özlemleri de var, eh biraz sitemi de. Vlastos, “İnsanlar ne yaparsa yapsın, bu şehrin ruhuna asla dokunamayacak.” diyor. 40 yılın ardından Yunanistan’a yerleşmiş. Akrabaları, yakınları ve sevdiklerinin gitmesi bu kararında etkili olmuş. Tüm yaşadıklarını, Atina’ya indiklerinde biraz da ‘baskı’dan kurtulmanın rahatlığı ile “Baba konuşabilir miyim?” diye soran kızının cümlesinde saklamış. Kitabının başlığı olmuş bu can alıcı cümle. Baskı altındaki bir dilin özgürleşmesini anlatsa da başka çağrışımları var onda. Acılarını, özlemlerini ve İstanbul günlerini yazmanın vakti gelmiş. Kitabının Türkçesi de Yunancası da kendi kaleminden… “Derdimi Türkçe daha iyi anlatabiliyorum.” dediği kitabından ilhamla eski ama hâlâ âşık olduğu İstanbul’u, tanık olduğu 6-7 Eylül Olayları’nı konuş(muş)tuk. 2017’de aramızdan ayrılan Yani Vlatos’u saygı ile hatırlayarak…
– Neredeyse 40 yıl İstanbul’da yaşamışsınız. ‘Çengelköylü hemşerimiz’ ifadesi sizi tam anlatıyor gibi.
İstanbul’daki hayatımın hemen tamamı Çengelköy’de geçti ama bir ayağımız da Tahtakale’deydi. Babamın işi ve benim için bir neşe kaynağı olan dayımın oyuncakçı dükkânı oradaydı. Hatta okulu terk ettikten sonra dayımın dükkânında çalışmaya başladım, İstanbul’dan ayrılana kadar. Zaten o dönem Tahtakale sadece iş yerlerinden ibaret değildi. Bilhassa telefon sokağı dediğimiz yerde bir sürü Türk, Arnavut, Rum evleri bulunuyordu. Hatta Rumların bakkal, manav ve fırınları vardı.
– ‘Mahallemizde Kürt, Türk, Arap, Rum bir aile gibiydik.’ diyorsunuz kitabınızda. Aynı zamanda Rumca, Türkçe, Arnavutça da biliyorsunuz.
Ben kendimi bildim bileli sokak çocuğu oldum. Kötü manada değil, evde durmayan bir çocuktum. Kürt, Arnavut ve Türk arkadaşlarımla beraber oynardık. Hatta bazen Türk- Rum diye futbol takımları kurardık. Çok severdik birbirimizi. Rumca, Türkçe ve Arnavutçanın dışında İngilizce ve Fransızca da girdi hayatıma. Fransızcayı, Rum ilkokulunun 4. sınıfında öğrenmeye başladım. İngilizceyi de Robert Koleji’nde. Koleji bitiremedim ama İngilizceyi çok iyi öğrendim.
– Arnavutçayı aslında Rumcaya bir alternatif, belki de baskı altında olan bir dile tepki olarak konuştuğunuzu anlıyoruz. Türkçeye hiç küsmediniz mi?
Evet, Rumcaya bir baskı vardı. Vapurda, iş yerinde, umumi yerlerde konuşamıyorduk. Ama kendi mahallemizde özgürce konuşabiliyorduk. Mesela Rum olduğumu anlamalarını istemediğim yerlerde Yavuz ismini çok kullandım. Türkçeyi iyi konuştuğumdan Rum olduğum fark edilmiyordu fakat bunu çok tercih etmedim. Türkçeye küsmek mi? Bilakis! Türkçeyi iyi ve doğru konuşmakla daima iftihar ettim.
– Aynı zamanda 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül Olayları’nın tanığısınız. Neler hatırlıyorsunuz?
12 yaşındaydım o zaman. Olayın özüne inmek o yaştaki bir çocuk için elbette mümkün değil. Neler olup bittiğini seneler sonra yavaş yavaş idrak ettim. O gün hissettiğim ve hatırladığım çok korktuğumdur. Evin bodrumuna saklandık ve üst kattan gümbür gümbür düşen taşların sesini duyuyorduk. Daha vahimi başımıza ne geleceğini, bize ne olacağını tahmin bile edemiyorduk. En acısı; komşularımız bizi taşladı ve hiçbir şey olmamış gibi yüzümüze bakmaya devam ettiler. Hatta kapı komşumuzun cebinden taşlar döküldü. Fakat buna rağmen yıllarca tüm bunları unutarak onlarla yaşamayı başardık. Arkadaşlığımız kesilmedi. Eğer böyle yapmasaydık, ayrılmamız gerekecekti. İmkânlarımız elvermediği için ayrılamadık. Başka alternatifimiz yoktu.
– Sizi destekleyen, koruyan Türk komşularınız olmadı mı hiç?
Tabii Hulusi Bey gibi insanları unutmamak lazım. Çengelköy Havuzbaşı İlkokulu’nda öğretmendi. Evinin etrafındaki tüm evler Rum eviydi. Silahla çıktı ve etrafındakileri daha büyük bir felaket yaşanmasından korudu. Oraya gelenlerin çoğu talebesiydi. ‘Ulan eş… hepiniz talebemsiniz ama gözünüzün yaşına bakmadan sizi yere sererim.’ dedi. Hepsi elini öperek ayrıldı. O civardaki evlere pek dokunamadılar. Ne yazık ki bizim evden biraz uzaktı, mahallemizden de başka Hulusi Bey çıkmadı.
– Yaşananlar sanki iki günlükmüş gibi bir algımız var. Ne kadar sürdü bu dönem ve uzun vadede nelere yol açtı?
Evet, her şeyin bir gecede yakılıp yıkılıp talan edildiği bir gündü ama bu olayın hem öncesi hem sonrası var. Bir geceye sığdırmak yanlış olur. Çünkü uzun bir hazırlık yapılmıştı. Rumlara karşı yavaş yavaş yükselen kinin doruk noktasıydı o gece. 6-7 Eylül’den sonra da hemen dinmedi. Mecburi olarak biraz bastırıldı. Zira 1-2 ay sözde 6-7 Eylül’ün elebaşları hapse atıldı.
– 6-7 Eylül Olayları’nda Kuleli Askerî Lisesi talebelerine ve Kuleli Kışlası’ndaki erlerin bir kısmına yardımcı olmaları için izin verildiği iddia ediliyor. Siz de bunu yazmışsınız ve ‘Bunun asılsız olmadığını ileride öğrenme fırsatı buldum’ diyorsunuz. Nereden öğrendiniz bunu?
Kuleli Askerî Lisesi’nde Çengelköylü birçok talebe vardı. Çengelköylüler ve onların yakın arkadaşlarına böyle bir izin verildiğini duymuştuk. Bunun mesnetsiz olmadığını yıllar sonra o günlerde Kuleli Kışlası’nda askerlik yapmış, Hristiyan Ortodoks bir Süryani’yi tanıyınca öğrendim. Süryanilerin, hemen tamamı, Türkçeye yabancı olmayan isim kullanır. Dikkatli biri çıkıp da Müslüman olmadıklarını hüviyetinden tespit etmedikçe kimse onların Türk – Müslüman olmadığını anlayamaz. Böylece zaman zaman bir azınlık vatandaşının giremeyeceği kışlalara girerler. Bu Süryani de o kışlada bulunmuş ve 6-7 Eylül gecesi vazifesini yapmak için izin almıştı.
– Medya da çok etkin bir rol oynadı. Nasıl bir kamuoyu oluşturulması hedeflenmişti?
Medya çok çirkin şeyler yazıyordu. Peyami Safa’nın bir makalesinin sonu ‘O hâlde defolup gitsinler.’ diye biter. 1957-58’de yazdı bunu. O zamanki medyanın şu anki pişman medyayla hiç alakası yok. Rumları koruyan bir tane gazete yoktu. Bütün gazeteler yapıyordu bunu. Rum gazetelerinden biri çok cesur davrandı o dönem. ‘Elefteri Foni’ (Hür Ses) adlı gazetenin yazı işleri müdürünü döve döve sınırdan Yunanistan’a attılar. Sorumlu müdürünü mahkemelerde süründürdüler. Bu kişiler geçen yıl hayata veda eden Andreas Lambikis ile hâlen İstanbul’daki ‘Apogevmatini’ gazetesini çıkaran Mihal Vasiliadi’dir.
– Kıbrıs Türktür Derneği var o dönemde…
Hikmet Bil’in kurduğu. Bunların o günlerde tesiri çok büyük. Mesela Türkçe konuşmayı, Rum dükkânlardan alışveriş etmemeyi telkin ediyor, ‘Bunlara verdiğin her lira Kıbrıslı Türk kardeşlerimize bir kurşun olacaktır’ diye propaganda yapıyorlardı. 6-7 Eylül, onların tatbikatıyla başlamıştır.
– Türkiye’de birçok olay Atatürk üzerinden alevlendiriliyor. O dönem Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanması gibi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bir Rum’u içeri atmak için ‘Türklüğe, bayrağa, Atatürk’e hakaret etti’ denmesi yeterliydi. Bir zamanlar modaydı bu. Yalancı şahitle içeri atılıyordunuz. O dönemde de ‘makul(!)’ bir sebebin bulunması gerekiyordu. En kolay yöntem de bu hassasiyetlere saldırmaktı. Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalanması gibi. Türk bayrağı yırtılsaydı belki bu kadar tesir etmezdi.
– Sıkıyönetim ilan edildikten sonra atmosfer değişti.
Elbette ciddi bir rahatlama yaşandı. 6-7 ay eve gidemedik çünkü yaşanmaz durumdaydı. Evimizde tadilat yaptıracak durumumuz yoktu. Anneannemim evinde kaldık.
– O dönemki Türkiye siyasetini analiz etmenizi istesek. Rumların çoğu DP’ye oy veriyormuş. Niçin?
Evet, doğru. Azınlık vatandaşlar bilhassa Varlık Vergisi olayları yüzünden DP’yi destekledi. Rumlar için DP yeni bir başlangıç, yeni bir akım sayılıyordu.
– 6-7 Eylül’ün bizdeki karşılığı Türkiye tarihinde kara bir leke. Rumlardaki karşılığı nasıl? Bununla ilgili eserler, belgeseller var mı?
Yunanistan’da 6-7 Eylül’le ilgili çok çalışma var. Bunların hemen hepsi Türkiye aleyhtarı, ancak kabul etmek gerekir ki olayların şiddeti herhangi bir savunma veya mazeret kullanmaya meydan vermiyor. Son zamanlarda burada bir moda var. Eline kalem alanlar bir şeyler yazıyor. Bunların çoğu güzel değil. Böyle bir hadiseyi objektif olarak görmek zor fakat yine de mümkün! Bu olayı başka olaylarla bağdaştırabilirseniz, bunu yapabilirsiniz. Zaten Rumları İstanbul’dan uzaklaştıran, onların tamamen gitmesine sebep olan olaylar 6-7 Eylül Olayları değil, 1964 hadiseleridir.
– O zaman ne oldu?
Yunanistan ve Türkiye arasında yapılmış bir anlaşma gereği Türkiye’deki Yunan tebaasının ikamet şartları belirlenmiş ve onlara bu anlaşmayla bazı haklar verilmişti. 1964 yıllında İsmet İnönü’nün başbakanlığını yaptığı hükümet bu anlaşmayı tek taraflı olarak feshetti ve böylece birçok insan kısa zamanda Türkiye’yi mecburi olarak terk etti. Kovulanların bütün menkul ve gayrimenkullerine el kondu. Her giden beraberinde yalnız şahsi eşyalarını ihtiva eden bir valiz ve 200 dolar alabiliyordu. İlk etapta kovulanların sayısı 12 bin kadardı. Bunların yakın akrabalarının çoğu (eşleri, çocukları) Türk tebaalıydı. Onlar da gitti. Büyük çöküş o zaman yaşandı. Türkiye’den Rumları gönderen, onların varlığını söndüren bu hadisedir.
-Yunanistan size yeni bir hayat kurmanız için gerekli desteği verdi mi? Zor oldu mu geçiş?
Hayır, Yunanistan hiç destek vermiyordu bize. Tam tersine buradaki ortam hiç iyi değildi. İstanbul’da bize gavur, burada Türk tohumu diyorlardı. Hâlâ da bazı ortamlarda öyledir. Türk’ü bir hakaret olarak söylerler ama bunu herkes yapmaz tabii ki. Aşırı uçlardaki insanların tavrı bu.
– İstanbul’un sizin için dünyadaki tek şehir olduğundan bahsediyorsunuz. Nedir sizi İstanbul’a bu denli âşık eden?
Atina’ya yerleştikten sonra dünyanın birçok şehrine seyahat etme fırsatı buldum. İstanbul’u hiçbir yerde bulamadım. Her şehri İstanbul’a benzediği taraflarıyla sevdim. İstanbul güzeli-çirkini, maziyi-istikbali hatırlatan, simgeleyen bir şehir. İstanbul’un çirkin tarafları yok mu? Var elbette ama o İstanbul’un çirkinliği değil, biz yaptık bunu ona. O hâlâ kendi saflığıyla yüz yıllarca güzelliğiyle o ruhu koruyor. Hatta İstanbul, 6-7 Eylül Olayları’ndan bile bir çizik alamayacak granitten bir abidedir. Yaşananların bu şehrin kendisiyle en küçük bir ilgisi yok.
– İstanbul’u bu kadar çok seven biri olarak neden ayrıldınız? Tekrar geldiniz mi?
Eşimin ailesinin tamamı Atina’ya göçmüştü. Arkadaşlarımdan çoğu gitmişti. Kendimizi çok yalnız hissetmeye başladık artık. Bardağı taşıran son damla ise bir iftira yüzünden sekiz saat İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde misafir (!) kalmam oldu. İstanbul’da kalsaydım dayımın işini devam ettirmemin garantisi vardı ama nedense bu şekilde düşünmek bile bana ters geliyordu. Kendi istikbalimi başkasının sonuyla bağdaştıramazdım. Eğer her şey bugünkü gibi olsaydı belki de değişik bir karar verirdim. 1979 yılında gittik Atina’ya. Sonrasında çok geldim İstanbul’a. Hatta 3 ay evvel oradaydım.
– Neler hissediyorsunuz geldiğinizde? İstanbul değişiyor mu?
İstanbul’un özü değişmiyor. Ne derlerse desinler, kaç tane gökdelen olursa olsun! Çengelköy sırtlarına çıkıp, özellikle yağmur yağdıktan sonra, Ayasofya’yı ve Süleymaniye Camii’ni net olarak gördüğüm anda tekrar çocukluk günlerime dönüyorum. Eski günlerin çirkin taraflarını yine görüyorum ama İstanbul, İstanbul olmaktan hiç çıkmıyor. Onun tabii güzelliğini bozmalarına imkân yok. İstanbul’un ruhu hep yaşıyor. Mesela İstanbul’dayken her akşam ailece yemek yerdik. İşlerimizi yemekten sonra olacak şekilde planlardık. Şimdi beraber bir gün yemek yersek bayram ediyorum. Burada aileler kopuk, oradakiler gibi değil. Herkes istediği zaman eve geliyor. Artık başka bir düzene alıştık. Bilmiyorum tabii şimdi İstanbul’da hâlâ bu düzen var mı? Eşim, kızım benden daha fazla seviyor orayı. Kızım seneler sonra Türkçe öğrendi. Atina Üniversitesi’nde Türk ve Arap Dili bölümünü bu sene bitirdi. Şimdi o da İstanbul’a gelmek istiyor. Evimizde Türkçe konuşmuyoruz ama televizyonda birçok Türk dizisini izliyoruz.
Bu söyleşi KHK ile kapatılan Aksiyon’un 4 Ağustos 2013 tarihli sayısında ilk kez yayımlanmıştır.