Alain Delon denilince akla nelerin düştüğünü ilkin ve daima kadınlara sormalı. Zira benim aklıma düşenler, herkesinki kadar şahsi, ama bir o kadar da savruk çağrışımlara açılıyor. Onu, Romy’yle yaşadıkları ve filmleriyle anıyorum.
Kazanova bozuntusu, zamane faşisti, kartpostal aktörü, güzel kadın düşmanı…
Birkaç yazıda okudum benzer ‘etiketler’i de içim sızladı. Bu ne hoyratlık! Bu ne hadsizlik! Herkesin elinde bir kama, bir altın makas, kimi saplıyor, kimi kesiyor – ortalık kan gölü!
Hatırlıyorum; çok değil, birkaç yıl önce ötanazi hakkını kullanmak istediğine dair bir haber çıkmıştı gazetelerde. Hayata dört elle sarılan, her hücresinden ‘yaşam’ fışkıran biri niye talep eder bunu, diye düşünmüştüm, eğrisine doğrusuna bakmadan. Sonradan anlaşıldı ki, geçirdiği bir hastalık sonrasında yakınlarına yaşam destek ünitesine bağlı yaşamaktansa ölmeyi tercih ettiğini söylemiş.
Sanırım o günden beri Alain Delon’un kaçınılmaz ölümü zaman zaman zihnimi yokladı. Onun dünyadan kopması, dünyaca bilinen bir aktörün ölüm haberleriyle izah edilebilir mi, emin değilim.
Az buz bilirim Fransız sinemasını. Sırf oyuncusu nedeniyle izlediğim film de az değildir. Ancak Alain Delon denilince akla nelerin düştüğünü ilkin ve daima kadınlara sormalı. Zira benim aklıma düşenler, herkesinki kadar şahsi, ama bir o kadar da savruk çağrışımlara açılıyor.
İtiraf etmeli ki, Alain Delon’un en çok 70’li ve 80’li yıllarda çektiği filmleri bilirim. Öncesi ve sonrasında eksiklerim var. Yetişme çağıma denk düştü o filmler. Çocukluk, ergenlik, delikanlılık, hayatın estirdiği rüzgâra kapılabilenler için haytalık aracılığıyla elde edilmiş özgürlüktür.
Okulu kırdığımda ilk tercihim karanlık sinema salonlarıydı. Avuç içi büyüklüğündeki salonlardan bahsetmiyorum tabii. Çift katlı, balkonlu salonlarda eğer bir Alain Delon filmi varsa bu sarsılmaz biçimde ilk tercihim olurdu.
Alain Delon varsa genellikle Paris de olurdu. Alain Delon deyince aklıma mimarinin, Art Nouveau’nun gelmesi garip tabii. Çekici kadınlar vardır bir de, onun pek güzel oynadığı soğuk, kayıtsız karakterlerin çevresinde kelebek kırılganlığıyla uçuşup, kısa sürede tükenen kadınlar.
Onun suçluyu canlandırması beni büyülüyordu. O kayıtsızlığın altında derin bir karakterin izlerini görmek ister, bir türlü bulamazdım. Ama bu kumarda kaybetmek gibi bir şey. Bir dahaki sefere derdim, canlandırdığı kişinin gizemini çözeceğim.
Bu yanılsamayı yaratan fiziksel aurası kadar filmlerinde kullanılan müziklerdi. Film müziğinde Fransızların ve İtalyanların o yıllarda belirgin bir gücü vardı. Bir oyuncuyu belli müziklerin eşliğinde düşünmeye başlamışsanız, hayatınız boyunca imgesi sizinle yürür. Çok filmi var, ama Le Samouraï (Kiralık Katil) ve Mr. Klein‘ı (Kaderi Arayan Adam) izlemeden bu dünyadan geçip gitmemeli.
Alain Delon benim için ve sanırım birçokları için bir oyuncudan öte bir imge… İyi bir şiirde kullanılmış imgeler nasıl ölümsüz ise Delon’un zihnimize yağdırdığı imge(ler) de öyle – buna tüm kalbimle inanıyorum. O yüzden doğum ve ölüm aralığını yazmak gibi bir gevezeliğe gönül indirmeyeceğim.
Birkaç imge değinip geçeceğim…
Visconti’nin Rocco E i Suoi Fratelli’si (Rocco ve Kardeşleri) kuşkusuz her izleyicide farklı bir anlam, farklı bir iz bırakmıştır.
Köyden Milano’ya göç eden beş erkek çocuklu bir ailenin öyküsüdür anlatılan. İki kardeşin aynı kadını sevmesinin öyküsü. Bir sinema klasiği. Alain Delon, bir sahnede yalnızca çıplak sırtıyla oyun vererek büyük aktör olduğunu kanıtlamıştır. Gerçi Renato Salvatori de ondan aşağı kalmaz. Bir ailenin dağılması… Kardeşin iyiden kötüye evrilmesi… Gösterişsiz bir anlatım. Sahiden üç sütlü ‘trileçe’ gibi!
Filmden unutulmaz bir kıssa: “Kardeş olsun ya da olmasın, bizler aynı çuvaldan meyve vermek için alınmış tohumlarız. Kötü bir tohum ayıklanıp atılmalıdır. Tıpkı annemizin mercimekleri temizlediği gibi.”
Onlarca olay ve bir o kadar da kadın hikâyesi gelir imgelemime. Ne çok şey söylenebilir bunlar için… Ama ben Romy Schneider’i ayrı tutarım.
Müsaadenizle anlatayım…
Romy Schneider, Almanya’nın sınırları dar gelince soluğu Fransa’da alır. “Maedchen in Uniform”da (1958) Manuel von Meinhardis karakterini canlandırır. Aynı yıl “Christine” ve “Die Halbzarte” adlı filmlerde oynar. “Christine” iki açıdan önemlidir: a.) Annesini üne kavuşturan “Liebelei”nın yeni bir uyarlamasıdır, b.) Alain Delon’la tanışır. Bu kıpır kıpır delikanlı, nam-ı diğer süper star, Schneider’ın gönlünü çeler. Annesinin babasının ricalarını, “Bir Fransız horozu mu öpecek kraliçemizi?” türlü karşı çıkışlarını hiçe sayarak ahalinin Paris’e taşınır. Artık Fransız olmayı istemektedir; bir Fransız gibi yaşamak, bir Fransız gibi giyinmek ve bir Fransız gibi sevişmek..
Alain Delon’la birlikte birkaç tiyatro oyununda oynar (mesela Schade’da [1961]… Luchino Visconti’nın yönettiği bu oyun pek ilginçtir: Romy, sahne tecrübesi olmadığı, henüz Fransızca’yı yeterince iyi telaffuz edemediği halde seçilmiş ve sahne almıştır; Visconti, Delon’a güvenmektedir; Delon ise Romy’e sırılsıklam âşıktır. Buna mukabil oyun hayli alkış alır. Sonuç tatmin edicidir) Birkaç filmde de (Ein Engel auf Erden, Die schöne Lügnerin, Katja, Nur die Sonne war Zeuge) başrol üstlenir.
Fritz Kortner’ın “Die Sendung der Lysistrata”sı bir televizyon dizisidir. Ve pek talihli bir dizi sayılmaz. Bazı kanallar gayri ahlaki bularak yayımlamayı reddeder. Üstüne üstlük bir Katolik papazı Romy Schneider hakkında suç duyurusunda bulunur. Suçu, ahlaka mugayir davranışlar sergilemektir.
Hayat böyledir işte: Almanya, tercihini Fransa (Paris) ve Alain Delon’dan yana kullandığı için hain ilan edecektir kendisini; Fransa, zamanla César’a dönüşecek olan Étoile de Cristal’de ödüle değer görecek (ki birkaç César daha alacaktır), sahnelerini açacak, Channel’in yüzü olması istenecek, lakin yine de ‘yeterince Fransız’ kabul etmeyecektir kendisini.
Paris güzeldir! Yeni Dünya defterini kapatmak, her şeye rağmen iyi bir tercih olarak görülebilir. Sonuçta aşk vardır.
Ne ki Alain Delon, şımarıklıktan mıdır bilinmez, Romy Schneider’a uzunca bir mektup yazar ve imzadan sonra adı Nathalie Delon olacak zat-ı muhteremle nikah masasına oturur. Vaktiyle top model, oyuncu ve şarkıcı Nico da (Christa Paeffgen), bu adamla yaşadığı hızlı ve yıpratıcı aşk sonucu mahvolmamış mıydı (ancak Nico hakkında kimi söylentiler mevcuttur: Delon’dan olduğunu iddia ettiği Ari’ye uyuşturucuyu veren ilk kişi odur. Rivayetlerin sonu yoktur: Uyuşturucu komasına giren ve can çekişen oğlunun çıkardığı sesleri, ileride kullanmak üzere kaydeden de odur. Talihsiz bir şekilde, İbiza’da bisikletten düşüp ölmüştür. Punk, Noise yahut Ambient dahil, müziğin pek çok türü kendinden nasiplenmiştir)? Demek ki şimdi sıra kendisindedir.
Lakin teselli bulamaz. Öz babasından sonra sığındığı bir erkek daha sırtını dönünce kendine hayata küser. İntihar teşebbüsünde bulunur.
Hayatına kavuştuğu yılın üzerinden iki yıl geçmiştir ki, yolu tekrar Alain Delon’la kesişir. Jacques Deray’ın “La Piscine” adlı muhteşem filminde Marianne rolu düşmüştür kendisine. Film Fransa’da 31 Ocak 1969 gösterime girer, 8 Mart 1970’te de Almanya’da…
Tatil cenneti Saint-Tropez’in mekân olarak seçildiği film, coşkuyla karşılanır. Ancak 120 dakikalık polisiye/drama kimi ülkelerde yaş sınırıyla cezalandırılır adeta: Arjantin’te 18, Almanya ve Finlandiya’da 16, İsviçre’de 15 yaş ve üstü ancak izleyebilecektir filmi.
Efendim Romy hikâyesi böyle… Ama sosyal medya polemik sever, ‘olay’ sever. Hır gür sever. Dün yoktur mesela onun için… Anında üretip devamında tüketir. Bundandır ki, Alain Delon için 2019 yılında felç geçiren ve bu olayın ardından sahnelerden uzaklaşan denecektir. Hatta eklenecektir: Paris’in yaklaşık 135 kilometre güneyinde bulunan Douchy-Montcorbon’daki evinde yapılan aramada, 72 silah ve 3 binden fazla mermi bulundu.
Bir sanatçıyı, bir ikonu böyle okumak da mümkün. Yazının başında o tamlamalarla uğurlamak da…
Ben Romy’yle yaşadıkları ve filmleriyle anmayı tercih ediyorum.
Güle güle güzel gülen, güzel bakan, güzel insan!