Hayat böyle işte: İnsanı boğmadan, utandırmadan bırakmıyor yakasını… Has ekmek yiyemeyenlerin “simit, çörek, börek” yedikleri bir dünyadan, ekmek almaya giderken polis tarafından atılan göz yaşartıcı kapsülün başına isabet etmesi sonucu ölen Berkin Elvan’a geliyoruz… Bu ahval içinde “dünyanın kahrı”nı çekmek için bahane bulmakta zorlanıyor insan!
“18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler”… Orijinal adı “Tableau General de I’Empire Ottoman” olan bu eser, İstanbul’un İsveç elçiliğinde görev almış Ermeni asıllı d’Ohsson’a ait. Yedi ciltlik eserde İslam hukukunun temelleri, ilk dört halife, sünnet, seyahat kaideleri, oruç, kurban, Araplar ve Araplar’ın menşei, Sürre olayı, cenaze merasimleri, ölüler için okunan kitaplar… gibi “Osmanlı İmparatorluğu’nun teşkilat ve medeniyet tarihini, örf ve âdetlerini çok geniş ölçüde” inceliyor.
İddia o ki, d’Ohsson, “III. Selim devri Türk devletini çok iyi incelemiş”, “Türk kaynaklarını çok büyük bir dikkatle ve etraflı bir şekilde tetkik etmiş”, “çok iyi derecede Türkçe bilen” biri. Türkler ve Müslümanlar hakkında peşin hükümlü olmamasından ötürü müdür, bilinmez, söz konusu kitap, “Osmanlı teşkilat ve medeniyet tarihinin münakaşasız, en mühim kaynaklarından biri” olarak kabul ediliyor.
Su Hayvanları Haramdır – Balık Hariç!
İşbu kitabı Zerhan Yüksel, (elbette tamamını değil, belirli bölümleri seçerek) dilimize çevirmiş. Tercüman ise 1001 Temel Eser dizisinin üçüncü kitabı olarak basmış. Kitabı şöyle bir karıştırayım, diyordum ki, oburluk başa bela, “Yiyecek Maddelerine Dair” başlıklı bölümde dura, ‘Helal ve Haram Olan Maddeler’ alt başlıklı metni okuyunca da susakaldım: “Balık hariç, suda yaşayan bütün hayvanlar haramdır. Balık da, yakalandığı sırada ters dönmüşse yenmez.”
Balık dahil, hiçbir suda yetişen hayvan yemediğim için ‘aferin’ çektim kendime. Ne ki şu satırları okuyunca, yalnız susakalmadım, ne yapacağımı, ne diyeceğimi de şaşırdım: “Mü’minlere gıda maddesi olacak balıkların boğazlanmasına lüzum yoktur, ancak çekirgeler hariç bütün uçan hayvanların boğazlanması gerekir.”
Ekmek: Cüz’i Fiyat – Vergiden Muaf…
Hızlı hızlı okuyorum kitabı. Bir yerde durup düşünüyorum: “Hükümet ekmek de dahil olmak üzere her türlü yiyecek maddesinin fiyatını tanzim etmekle mükelleftir; bunlar İstanbul’da ve imparatorluk şehirlerinin çoğunda vergiden muaftır. Ekmek, et, yağ gibi birinci derecedeki ihtiyaç maddelerinin daima ciz’î bir fiyatla satılmasına dikkat edilir.”
Yağ kuyruklarını unutup, Halk Ekmek kuyruklarını anımsıyorum. Bir de ekmek, et ve yağı birinci derecedeki ihtiyaç maddesi kabul eden hükümet döneminden kalma çeşmeleri… Ve o çeşmelerin önünde, sabahın kör bir vakti, ‘muhabbet eden’leri…
Dikkat çekici bir paragraf daha: “Umumiyetle halkın ihtiyaç maddeleri padişahın ülkesinde pek pahalı değildir. Yiyecek maddelerine ayrılacak para, hizmetçi aylığı, ev kirası ve bir ailenin diğer bütün ihtiyaçları eyaletlere göre çok daha pahalı olan hükümet merkezinde bile Avrupa’daki büyük şehirlerle kıyaslanamayacak kadar ucuzdur.”
Ekmekler Adeta Kapışılıyor…
Yıllar önce Milliyet’te (22 Haziran 2002) yer alan bir haber, hiç unutmam, şu başlığı taşıyordu: “Mehmetçik yaparsa mükemmelini yapar.”
Mehmetçik’in ne yaptığını anlamak için ‘spot’u okumak gerekiyor: “Kâbil’de Türk birliğinin yaptığı ekmekler, adeta kapışılıyor… Uluslararası birliğin askerleri ekmeğimizin tadına doyamıyor”.
Bu haberden sonra tekrar d’Ohsson’un kitabına dönüyorum: “Sarayın ekmeği diğer ekmeklerin hepsinden üstündür. Bu ekmek doğrudan doğruya sarayda yapılır. Bu ekmeğe ‘has ekmek’ pişirildiği fırına da ‘has fırın’ denir. (…) Sadrazam, vezirler ve imparatorluğun başta gelen şahsiyetlerinden bazıları da, parasını vermek şartıyla has ekmek edinebilirler. Bu kolaylıktan faydalanamayan, fakat aynı zamanda fırınların ekmeğini de yiyemeyen vatandaşlar, ‘simit, gevrek, çörek, halka, börek’ gibi hamur işlerine başvururlar. Bunlar daima daha iyi undan yapılır.”
Askıda Ekmek Meseleleri…
Hayat böyle işte: İnsanı boğmadan, utandırmadan, bıktırmadan bırakmıyor yakasını… Has ekmek yiyemeyenlerin “simit, çörek, börek” yedikleri bir dünyadan, ekmek almaya giderken polis tarafından atılan göz yaşartıcı kapsülün başına isabet etmesi sonucu ölen Berkin Elvan’a geliyoruz… Gaziantep’te 2 poğaça ve 2 meyve suyu çalmaya mecbur kalan çocuğun aldığı 12,5 yıl hapis cezasına sonra… Derken cips ve baklava haberleri… Askıda ekmek meseleleri…
Şimdi hoşgörünüze sığınarak rica ediyorum: Telin koptuğunu düşünün… İçinizdeki telin… Gürültüyle düştüğünüzü boşluğa… Hızla… Rakamların, harflerin aktığını: Yukardan aşağıya, soldan sağa… Günahlarınızın boşaldığını… Sevaplarınızın da… Hafiflediğinizi… Esridiğinizi… Ve nihayet düşmediğinizi… Düşenin dışınızdakiler olduğunu… Dışınızdakileri bizzat ürettiğinizi… Ürettiğinizden korktuğunuzu… Korkunuza yenildiğinizi… Yenildiğinize sevindiğinizi… Sevmekten nefret ettiğinizi… Nefreti -aslında- bilmediğinizi… Yalnızca fark ettiğinizi…
Bu ucube, bu abus teşbih şöyle tamamlanabilir, belki: “Ozanca barınır insan yeryüzünde.”
Hölderlin’in tarif ettiği bu yer, ‘ara’ bir yer aslında: Tanrı(lar) ile sıradan insan arasında bir yer!.. Bir bakıma ‘yerlerin yeri’… Bir tür bekleme odası… İklimini ve nüfuzunu yaratmaya mahkûm… Usurpatorisch – sevgililer arası bir durum-yer!..
Bu ahval içinde “dünyanın kahrı”nı çekmek için bahane bulmakta zorlanıyor insan! Ve imdada edebiyat nadiren yetişiyor artık… Yazık!