Uyduruk belgelerle, itirafçı beyanlarıyla, gazete manşetleriyle taşları döşenen Kobani davası, en başından beri "siyasi" bir dava idi. Hukukun zerresinin dahi uğramadığı dava boyunca yaşananlar hukuku utandıracak cinsten. Ve dünkü ağır cezalar, "Yeni dönem başlar mı?" sorusu etrafında şekillenen politik iyi niyet ve umutları yerle bir etti.
Önce “siyasette yumuşama”, ardından “normalleşme” denen süreçlerden heyecanlanmamış biri olarak devlette çok ciddi “iç kavgaların” yaşandığı bir süreçlerden geçtiğimizi görebiliyorum. Anormal günlerden geçiyoruz. “Makas değişiklikleri”, politikalardan sapma, ezberlerin terki gibi pek çok görüp yaşayabiliriz. Ama bir gerçek ki var ki o değişmez: Devlette devamlılık esastır, Kürt sorununda o devamlılık hayatidir…
Sadece son bir haftada yaşananları özetlemek dahi güç: Ankara Emniyeti merkezli yaşanan gelişmeler, Yargıtay’da tıkanan ve “bir adayın çekilip Yargıtay Başsavcısı” olmasıyla sonuçlanan seçim süreci, Osman Kavala dosyasına bakan heyetin değişmesi ardından girilen beklenti ve ret kararı. Ve nihayet önümüzdeki dönemin “nasıl olacağına” dair en önemli emareleri veren Kobani davasından çıkan kararlar. Kürt siyasetçilere (ve elbette onları destekleyen sosyalistler) en ağır cezaların verildiği gün, “normalleşme” bekleyenlerin ağzına çalınan bir parmak bal görevi gören “28 Şubat” hükümlüsü generallerin affı…
Recep Tayyip Erdoğan’ın bir “siyasi manevra ustası” olduğu su götürmez bir gerçek. Bunu 22 yılda defalarca gördük. İşine ne yarıyorsa, partisine hangisi oy kazandırıyorsa, iktidarının devamını hangisi sağlıyorsa o adımı atmaktan çekinmeyen “pragmatizmin” zirvesi bir lider. Canı isterse yıllardır savaştığı ve bugün karşısındaki siyaseti boğma bahanesi yaptığı PKK ile de masaya oturabilir, kendisine kürsüden urgan atan Devlet Bahçeli’yle ortaklık da kurabilir, en sert karşıtlarını (Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu örnekleri yeterli olur) dahi binbir vaat ve taltifle kendi saflarına katabilir.
31 Mart’ta sahada olanca gücüyle, tüm bakanları, valileri, devletin tüm olanaklarını seferber ederek sahadan yenilgiyle ayrıldığında Erdoğan’ın bir “yol ayrımına” geldiği az çok hissedildi. Seçim gecesinden başlayarak verdiği mesajlar, ardından CHP lideri Özgür Özel’le bayramlaşma vesilesiyle başlayan yumuşama emareleri ve nihayet ne olduğu belli olmayan “normalleşme”…
Uyduruk belgelerle, itirafçı beyanlarıyla, gazete manşetleriyle taşları döşenen Kobani davası, en başından beri “siyasi” bir dava idi. Hukukun zerresinin dahi uğramadığı dava boyunca yaşananlara kamuoyu az çok aşinadır, buralara girmeye gerek yok. Ama dünkü ağır cezalar, “Yeni dönem başlar mı?” sorusu etrafında şekillenen politik iyi niyet ve umutları yerle bir etti. Kobani davası, ilk gününden dünkü son kararların açıklandığı ana kadar bir siyasi intikam davası olarak yürütüldü. Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere, Figen Yüksekdağ, Ahmet Türk, Nazmi Gür, Alp Altınörs gibi siyasetçiler onlarca yıla varan cezalara çarptırıldı.
“Normalleşme” beklentisi düz duvara tosladı desek yeridir. Erdoğan’ın normalleşmeden anladığı şeyin “muhalefetin sessizliği” olduğunu bir kez daha teyit etme imkanı bulduk. Araçrallaştırılmış hukuk yoluyla yapacağını yapacak, sonra durup izleyecek, ölçüp biçecek, tartacak ve bu adımın kendisine “ne kazandırdığını” görüp ona göre politika belirleyecek. Oy kaybı ya da iktidarını sarsacak en ufak bir titreşim dahi hissederse politikasını değiştirecek. Yok, gayet kabul gördüğünü, desteklendiğini, iktidarını pekiştirdiğini gördüğünde de daha beter adımları sıralamaktan çekinmeyecek. Klasikleşmiş Erdoğan taktikleri…
Bu böyle ama yine de Kürt sorunu denildiğinde, Kürt siyasi hareketi söz konusu olduğunda Türkiye’deki müesses nizamın değişmediğini de görmek gerekiyor. CHP’lilerin iyi niyetli olduğunu düşündüğüm “normalleşme” talepleri, haksız yere tutuklu bulunan Osman Kavala, 28 Şubat mahkumu generallerin affı ya da Can Atalay’ın milletvekilliğiyle ilgili olumlu bir gelişmeye kadar olabilir en fazla. Parti içindeki Kürt, sol, Alevi çevrelerinin Kobani davası nedeniyle Kürt siyasi hareketine yakın durması ya da adalet talep etmesi, partinin ana omurgasını oluşturan ulusalcı-milliyetçi kesimlerin çok da umurunda değil.
Kobani davasından en ağır cezaların verildiği günün gecesinde 28 Şubat’çı paşaları “affedip”, gün boyu oluşmuş tepkileri bir anda bölen Erdoğan, karşısındaki kitlenin ne yazık ki “ciğerini biliyor.” Kürdün hep dayak yediği, her türlü hak gaspının hak görüldüğü bir düzen, “Türklük sözleşmesi” kapsamında pek çok kesim açısından kabul edilebilir bir düzendir. Bu sözleşmede, karşıda Kürt varsa devletin yanında hizalanmak düşer. En nihayetinde “terör örgütü ile arasına mesafe koymamakla” suçlayıp, her türlü mahkumiyeti haklı çıkarmanın türlü türlü yolları var nasılsa. Erdoğan, yine en iyi bildiği oyunu oynadı ve Kürt hareketine ceza yağdırırken, CHP’yi susturacak hamlesini gecikmeden aynı gece yaptı.
“Normalleşme dediysek o kadar da değil” denilebilecek dünkü Kobani cezaları, AKP-MHP ittifakının ülkeyi önümüzdeki süreçte götürmek istediği yer konusunda az çok fikir veriyor. Hazır yeni anayasa tartışmasının da devam ettiği bir düzlemde, sembolik bir iki konu -28 Şubat, Kavala, Can Atalay davaları- dışında, müesses nizamın en “cısss” konusu Kürt sorununda kısa ve orta vadede herhangi bir beklentiye girmemek gerektiği, herkese “hatırlatıldı.” Sosyal medya ergenlerinin tabiriyle “devlet masaya yumruğunu” vurarak, kimin nerede nasıl duracağını belirledi. Kürt, yüz yıldır görmediği anasını görmemeye devam edecek, darbe teşebbüsünden hüküm giyen generaller “yaşlılıktan” serbest kaldığı gün 81 yaşındaki Ahmet Türk’ün 10 yıl hapisle cezalandırılmasının acısını hissedecek. Bundan fazlası da düşmüyor payına zaten, 100 yıldır. Türk’e, Demirtaş’a verilen cezalara bakıp siyasi hıncın nelere kadir olduğunu anlayabiliriz.
Peki, Kürt siyasi hareketi bu cezalardan, tehditlerden, hapisle korkutulmalardan korkup siner mi? Hiç sanmıyorum. Cezaeviyle, sokağıyla, partisiyle, bileşenleriyle ve elbette kendisiyle birlikte dayak yiyen sosyalist dostlarıyla, direnmeye devam edecek. Dünyanın belki de en politik bilinçli hareketi olarak, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına da cezaevlerinde, Meclis kürsülerinde, sokaklarda hak aramaya devam edecek. Ülkedeki demokrasi yokluğundan etkilenen her kesime ilham veren mücadelesini sürdürecek. Şüphe yok.
Sözün özü, Türkiye’de her türlü normalleşme olabilir; her türlü politik siyasi değişimler yaşanabilir. Ancak Kürt sorununda can alıcı hiçbir politika değişikliğinin olmayacağını -en azından kısa ve orta vadede- bir kez daha anlamış olduk. Cumhuriyet’in ilk 100 yılında iktidarların iktidar kalabilmelerinin yegane yolu hep Kürt sorununda takındıkları tavırdı. İkinci 100 yıl da çok farklı başlamadı…