Celal Başlangıç – Yazdıkları olmasa…

Celal Başlangıç'ın yazdıkları olmasa basın özgürlüğü ve Türkiye'nin demokratikleşmesi yolunda yılmaz bir savaşçı eksik olurdu. Türkiye'nin güneydoğusundan en batısına gerçekleri daha az duyardık. Yazdıkları olmasa bugün gazetecilik bir adım daha geride olurdu...

Gazeteci Celal Başlangıç (Fotoğraflar: Selahattin Sevi)

Dün günlük güneşlikti, bugün yağmur boran; hayat işte… Bir gazetecilik çalıştayına katılmak için uzun bir tren yolculuğuna çıkmaya hazırlanırken benden daha erken uyanan editör arkadaşımızın Velev’e girdiği haberle sarsıldım. “Nasılsınız” diye soranlara, hep “İyiyim, iyi olmak zorundayım” diye cevap veren meslek büyüğüm, gazeteci ağabeyim Celal Başlangıç’ı yitirmişiz.

İyi gazetecileri önce imzasıyla tanırsınız. Celal Başlangıç adını Cumhuriyet‘in siyah-beyaz basıldığı yıllardaki gündem değiştiren haberlerinin altındaki italik yazılan imzası ile tanımıştım. Sonrasında tanışma bahtiyarlığına da eriştim. Anadolu içlerine ve Yunanistan’a seyahatlerimiz oldu. Ama en önemlisi, sürgün günlerinde güç, cesaret ve iyimserlik veren dostluğuydu şüphesiz.

90’lı yılların karanlığında Güneydoğu’daki hak ihlallerine ilişkin cesur haberleri ‘yeni başlayanlar için gazetecilik’ dersiydi adeta. Şırnak’ın Cizre İlçesi Yeşilyurt Köyü’nde köylülere askerler tarafından dışkı yedirildiğine ilişkin Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan haberini kim unutabilir ki?

‘KARAMSAR OLMAYIN’

Yedi-sekiz yıl önce sürgün günlerimin başında Köln’de kurucusu olduğu Artı Gerçek binasının mütevazı odasında, “Karamsar olmayın” demişti. Büyük, kulplu bardaklarda koyu kaçak çaylarımızı yudumlarken Türkiye’nin bir an önce normal şartlara dönmesi gerektiğini, bunun için herkesin, hepimizin çabasının önemli olduğunu üstüne basa basa tekrarlamıştı.

Bir süre sonra telefonla aramış, yöneticisi olduğu televizyonda teknik servisinde ve seslendirme bölümünde çalışmak üzere gazeteci aradığını, “Senin etrafında mutlaka işi bilen insanlar vardır” demişti. Önerdiğim iki arkadaşımla da çok iyi anlaşmışlardı. Ben mahcup olmadığım için sevinirken o her seferinde “Arkadaşların çok iyi çıktılar” diye hatırlatıp teşekkür etmişti.

Sevgili Alin Ozinian’la yaptığım söyleşi dizisi için tekrar ziyaret ettiğimde ise hem uzun uzun konuşmuş hem de mekânında fotoğraflarını çekmiştim.

Söyleşinin başında Celal Abi’ye bir fotoğraf göstermiş, tam da en iyi bildiği konuda fikrini sormuştum: “Çanakkale’de bir hastanede göz ameliyatı olan eşine refakat eden Ekrem Yaşlı, başka bir hastanın refakatçisi tarafından darp dildi. Yaşlı, “Eşimle Kürtçe konuştuğum için bana saldırdı” dedi. Soruşturma sonunda ise “Soyut iddialara somut deliller bulanamadı” denilerek dosya kapatıldı. Bu fotoğraf Kürtlere ne anlatır?”

Öyle ya, bu fotoğrafları Kürt bölgesini adım adım bilen, Kürtlerin ve Kürtçenin sorunlarına ömrünü adamış Celal Başlangıç’tan daha iyi kim bilebilir ki?

‘HALKI KİN VE DÜŞMANLIĞA TAKRİK SUÇUNU AKP DEVLETİ İŞLİYOR’

“Aslında, meseleye şuradan bakmak lazım, diye düşünüyorum” diyerek söze başladı Celal Abi. “1990’lı yıllara kadar, devletin resmî ideolojisinde Kürt yoktu. Kürtler de Türk’tü. Ama onlar dağ Türküydü. Dağlarda kar sertleşiyor. Sert kara basınca kar kurt ettiği için onlara Kürt denmiş diye bir söylem, ideoloji vardı. Hatta ben bunu 1992 yılında Aziz Nesin’e sormuştum. Şırnak yakılıp yıkıldığında, Çağdaş Gazeteciler Derneği olarak Aziz Nesin ile beraber bir heyet oluşturmuştuk. O zaman giderken yolda anlatmıştım Aziz Nesin’e. Rahmetli demişti ki ‘Bunca yıllık mizahçıyım ben bile bunu uyduramam.’ Fakat süreç içerisinde Kürtlerin varlığını devlet saklayamayacağı şekilde kabul etmek zorunda kaldı. Bu sefer de ‘Kürt vardır, ama teröristtir’, ‘Kürt vardır, ama kötüdür’e geldi, yani negatif bir kabul ile geldi.”

Evet, süreci Cumhuriyetin, özellikle 1925’den bu yana gelen ideolojisinin bir yansıması ile açıklasak da AKP başka türlü bir Kürt düşmanlığını dayatmıştı topluma: “AKP’nin Kürt düşmanlığı. 2015 yılında çözüm masasını devirdikten sonra anti-Kürt bir kampanyayla milliyetçi oyları arkasına takmaya çalışan AKP’nin getirdiği nokta burası. Her ne kadar ‘Biz Kürt düşmanı değiliz, biz teröre karşıyız’ diyorlarsa da bütün yaptıkları, Suriye örneğinde de gördüğümüz, Kürt düşmanlığı. Ve o Kürt düşmanlığının aşağıya, araziye, halka yansıması. ‘Halkı din ve devlet duygularıyla tahrik etme’ suçunu aslında AKP devleti işliyor şu anda.”

MEDYANIN MÜLKİYETİ VE DEĞİŞEN GAZETECİLİK VURGUSU

Kürt siyasetçileri zindanlara dolduran, seçilen belediye başkanları yerine kayyım atayan, özgür düşünen gazetecilere hapis ya da sürgün ikileminde bırakan iktidar, bildiğimiz anlamdaki gazeteciliği de bitirmişti. Celal Abi bu durumun kökenine iniyor, “Bu zamana kadar olan iktidarlardan farklı bir iş yaptı AKP, medyanın mülkiyetiyle oynadı. Şu zamana kadar hiçbir iktidar böyle bir şey yapmamıştı” diyerek kendisine de sürgünü lâyık gören, daha sonra peşinden ölüm listeleri yayınlayan AKP zihniyetinin fotoğrafını çekiyordu: “Şu an gazetelerin, televizyonların sahipleri gözüken müteahhitler, iş adamları Saray’ın adamları. Saray adına o mülkiyetleri emaneten taşıyorlar. Ve istedikleri zaman, Saray istediği zaman, istedikleri kişiye devrediyorlar. O gezici bir mülkiyet hatta. Böyle olunca tabii medyanın yüzde 95’ni ele geçirdiler. Bir kısmını baskıyla, bir kısmını parayla, bir kısmının da mülkiyetini satın alarak susturdular. Öyle bir şey yaptılar ki medyanın mülkiyetini TMSF’ye düşürdüler. TMSF’den istediği müteahhitlere, ihale verdiği müteahhitlere devrettiler. Evvelden devlet, medya mülkiyeti açısından şöyle bir şey yapardı: Tansu Çiller, Mesut Yılmaz iktidarına kadar süren bir süreçti, gazete ve televizyon sahiplerine ihale verirdi. Enerji dağıtım ihalesinden barajların satılmasıyla önce, sonra kiralanması falan oldu. Ama bu paradigmayı, AKP iktidarı tamamen tersine çevirdi. N’aptı? İhale verdiği müteahhitlere TMSF’ye düşürdüğü gazeteleri ve televizyonları vermeye başladı. En farklılaşan yer burası.”

İşte o, bu gerçeği görerek, “Halkın gerçekleri öğrenebilecekleri çok sınırlı kanalları var” diyerek Artı Gerçek ve Artı Gerçek televizyonunu hayata geçirdi, diğer basın emekçileri ile birlikte. “Yaygın ve egemen medya tamamen iktidarın yalanlarını pompalayan propaganda aygıtına dönüştü. Sorun bunu delip halka doğru bilgiyi aktarabilmekte. Mesela son yapılan benzin zammını bu halkın en az yarısı İnönü zamanında falan yapıldığını zannediyor” ifadesi gerçekleri ironik bir şekilde anlatmıyor mu?

‘BÖYLESİNİ 12 EYLÜL FAŞİST DARBESİNDE BİLE GÖRMEDİK’

AKP’nin ‘dinci’ olduğu kadar ‘kinci’ bir parti olduğunun da altını çizmişti söyleşimizde Celal Başlangıç. Bu anlayışla vatandaş ve gazeteci olarak mücadele etmek zordu, ama elzemdi. Türkiye’de gazetecilik yapmanın hiç bu kadar zor olmadığını özellikle belirtiyordu: “Ben 12 Eylül sürecinde aynı zamanda gazetecilik yapıyordum. 12 Eylül yönetimi, o zamanlar insan haklarını ayaklar altına alan çok yasalar çıkarttı, fakat o yönetim hiçbir zaman çıkarttıkları yasaların dışına mümkün olduğunca çıkmadı. Şu an bu iktidar kendi çıkartmış oldukları yasayı bile tanımayan bir yönetim anlayışı içinde ki biz bunu 12 Eylül faşist darbesinde bile görmedik. Bunlar kendi çıkarttıkları yasaya bile uymuyorlar. Bank Asya’ya para yatıran adam, evinin kirasını yatıran adam, faturasını ödeyen adam terör örgütü üyeliğinden mahkûm edilebiliyor, ama Bank Asya’nın açılışını yapan, oraya milyonlarca lira aktaran adam göklere çıkartılabiliyor, hatta devletin birtakım görevlerine bile getirilebiliyor.”

‘TÜRKİYE CUMHURİYETİ KARAKOLA ÇEVRİLDİ’

Peki, 12 Eylül darbesi sonrası gazetecilik yapmış biri olarak, o darbenin günlük yaşama müdahaleleri ile şu an yaşanan olayların günlük yaşama etkileri arasındaki farklar neler?

“Teknoloji o zamanlar bugünün imkanları kadar gelişmiş değildi, fakat yolda gezerken kimlik kontrolü yapılırdı. Bugüne kıyasla iki sokak öteye giderken 3-4 defa GBT kontrolüne tutulmuyordunuz o zamanlar. Bu iktidar, Türkiye Cumhuriyeti’ni adeta bir karakola çevirdi ve bu karakolda belli yasalara uymak yerine kendi koydukları uygulamalar ile yönetiliyor. Esas önemli olan nokta da bu bence.”

‘DEVLET IŞİD’LEŞİYOR’ DEMİŞTİ

Hepimizin gündelik hayatına ilişkin müdahalelerin sıradanlaştığı günlerde Celal Abi’nin, “Bu bir IŞİD’leşme sürecidir. IŞİD ele geçirdiği yerlerde ilk önce neyi yasakladı? Sigarayı. Örnek bu kadar basit. Devlet IŞİD’leşiyor” sözlerini de yabana atmamak lazım. (Sigara Celal Abi’nin elinde durduğu kadar çok az kişinin durur, not olarak düşeyim.) Fakat iyimserliği de elden bırakmamak kaydıyla. Başlangıç’ın, “Şu an için temel çözüm Erdoğan rejiminin devlet yönetiminden demokratik yollarla uzaklaştırılmasıdır” sözü gerçekleşmese de en azından mesafe alındı, geriletildi. Toplumda güveni ve saygınlığı sarsıldı.

Sevgili Celal Abi hatırşinastı, ama hatır için konuşmadı. ‘Nalına da mıhına da’ tarzı bir gerçekçiliği vardı: “Ben şu an hesaplaşma taraftarı değilim, ama bu işi hallettikten sonra hesaplaşırım. Şu an hesaplaşırsam bu sadece Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürer. Bazı alışkanlıkları da bizim bırakmamız gerekiyor.”

TÜRKİYE’NİN VİCDANI OLDU

Onun vicdanı her zaman özgürdü. Kürtlerin haklarını savunduğu gibi herkesin hukukunu korudu. Kırgızistan’da kaçırılan ve bugünlerde işkence iddialarıyla yeniden gündeme gelen Orhan İnandı’ya ses olmak için eşini aramasına bizzat şahitim.

Gelelim haberlerinden, imzalarından, güçlü kaleminden tanıdığım Celal Başlangıç’la tanışıklığımıza. “Bir insanı tanımak için yolculuk yapacaksın” denir ya… Celal Abi’yi iki güzel yolculukla tanıdım Türkiye’deki “umutlu” günlerimizde…

YUNANİSTAN YOLCULUĞU…

Türk ve Yunan aydınlarının kurduğu Defne Derneği davetine icabet etmiş ve ilkinde Anadolu yollarına düşmüştük. Kapadokya’da aynı yemekler, müzikler eşliğinde unutulmaz bir barış gezisi yapmıştık. Mübadil Rumların ata yurtlarında memleket özlemlerine tanıklık etmiştik. Ne güzel dostluklar edinmiştik hep birlikte o seyahatte…

Sonra ikincisi geldi. Bu sefer bir otobüse doluşmuş, Yunanistan’a doğru yola çıkmıştık. Kendimizi İskeçe yakınlarındaki Avdira’nın Mandra köyü en şenlikli günlerinden birinde bulmuştuk bir Haziran sıcağında… Köy meydanında bulunan ulu çınarın etrafına masalar kurulmuş, bembeyaz örtüler serilmişti. 2010’da, o yıl yıl dokuzuncusu yapılan Türk Yunan Dostluk Festivali için Batı Trakya’daydık. Dedeleri ve babaları mübadelede ve öncesinde Adapazarı’ndan gelen köylüler Anadolu misafirperverliği ile karşılıyordu Türkiye’den gelenleri. Geçmiş güzel günlerde olduğu gibi yine ekmeklerini paylaşacaklardı. Ekmekleri lezzetlendirmek için getirilen kekik, nane, haşhaş, çörek otu, ceviz ve kuru üzümler sırasını beklerken Türkler ve Yunanlılar çoktan teknenin başında yerini almıştı bile. Ekmekler pişmek için gönderildiğinde yanına katık olarak börekler, dolmalar ve onlarca lezzet de geliyordu. Kaşla göz arasında kaybolan maharetli eller biraz sonra ninelerinin ve annelerinin Anadolu’dan getirdiği mahalli kıyafetlerle dönüyorlardı. Boyunlarda imitasyon da olsa çil çil altınlar… Üstünde Osmanlıca harflerle yazılar vardı. Melodisi aynı, sözleri farklı türküler eşliğinde folklor ziyafeti sunmuşlardı. Masaların etrafında küçük, kişisel ve acıklı hikâyeler anlatılıyordu. 80’lik Sultana ve Kula nineler çocuklarından, torunlarından söz ediyorlardı. Vedalaşmadan önce son istekleri ise ölmeden Adapazarı’nı görmekti.

Büyükadalı İrini Noti’nin hikâyesi ise bambaşkaydı. “Doğduğum ve 16 yaşına kadar en güzel günlerimin geçtiği Büyükada’dan 1975 yılında ayrıldım.” diye söze başlamıştı Noti. Beş yaşında ikiz kardeşleri ile Atina’nın Glifada semtine yerleşmişlerdi. Babası son nefesini verene kadar “İstanbul” demişti. Bu arzusunu ölümünden 12 yıl sonra kızı 1994 yılında gerçekleştirmişlerdi. Kemiklerini Büyükada’ya getirmiş belki huzur bulur diye. “En çok begonvillerini ve martılarını özlüyorum İstanbul’un” diyor. (Şimdi, yıllar sonra hayattaki en büyük arzumun sürgündeyken ötelere uğurladığımız annemin, çam ağaçları altındaki mezarını gör/eme/menin sızısı durdu oturdu içime yine.) Türk kızı Melike, Musevi Sara ile geçirdiği çocukluk günlerini, gençlik heyecanlarını anlatıyordu buğulu gözlerle.

Kader onları ayırsa da yazları yine birlikteler ve Büyükada’da buluşuyorlardı. Geldiği yeri hatırlayan son nesil olarak doğduğu ve doyduğu topraklar arasında mekik dokuyorlardı. Kardeşi gibi geçmişini bir günde yakıp unutmuyor. “Erkek kardeşim 5 yaşında geldiği Atina’da liseye gidiyordu. Bir gün odasına gitti. Beni rahatsız etmeyin bir süre dedi. Meğer Türkiye’den getirdiği bütün oyuncaklarını ayırmış onları yakmış. Bana bir daha İstanbul ve Ada demeyin, dedi. Ayrıldığı günden beri İstanbul’a hiç gelmedi gerçekten de…”

Bütün bu öykülere Mandıra köyünün ulu çınarı da şahitlik ediyordu üstelik. Yunan devlet radyosunda program yapan Trakyalı gazeteci Sami Karabüyükoğlu’nun söylediği gibi, “Zaten bu tür etkinlikler geçmiş yaraları deşmek için değil, bir daha yaşanmaması için yapılıyor.”

Bir de o günkü fotoğrafta kimler yoktu ki. Arşive dönüp baktığımda o ortamı hak etmeyen sadece bir kişinin olduğunu görüyorum. Festivalin ‘bilge adam’ı Zaman yazarı Şahin Alpay’ın duru ve duygulu konuşması gözyaşları ve alkışlarla karşılık buluyordu. Mehmet Altan da oradaydı, Oral Çalışlar da… Yavuz Baydar, Yalım Eralp da vardı, Suzan Kardeş de…

Celal Abi ve Defne ekibi ile birlikte savaş günlerindeki celalli gazeteciliğini bu sefer barış ve buluşma için seferber etmişti. Türk Yunan Dostluk Festivali hemen akabinde İstanbul Adalar’da devam etti. Orada da Mıgırdiç Margosyan’dan Mario Levi’ye, Sırrı Süreyya Önder’den Michail Michailidis’e kimler yoktu ki…

YAZDIKLARI OLMASA…

Her şey bir yana, dönüş gününün öncesindeki akşam İskeçe’yi gören bir restorandaki resmi olmayan program bambaşkaydı. Suzan Kardeş, Müzeyyen Senar’dan mülhem başında su kadehi ile şarkı söyleyip dans eterken klarnetin sesi akordiyona eşlik ediyordu. Fotoğraflarla birlikte çektiğim bazı videolara bakınca beni en çok duygulandıran Türkçe ve Yunanca “Olmasa mektubun” şarkısı oldu. “Yazdıkların olmasa…”

Celal Başlangıç’ın yazdıkları olmasa basın özgürlüğü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda yılmaz bir savaşçı eksik olurdu. Türkiye’nin güneydoğusundan en batısına gerçekleri daha az duyardık. Yazdıkları olmasa bugün gazetecilik bir adım daha geride olurdu…

Çok değerli meslek büyüğüm, güzel insan Celal Başlangıç’a sonsuz rahmet, değerli eşi gazeteci Ayşe Yıldırım’a sabır ve metanet diliyorum…

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com