Çağımızın vebası: Okumadan yazmak – Anlamadan okumak

İlginç ülkeyiz vesselam; elmayı niçin sevdiğini dahi söyleyemeyen 16, 17 yaşındaki gençlerin abuklamaları “eser” sayılıyor. Milyonlarca satıyor. Filme çekiliyor. Kimse, “Nasıl yazmalıyım?”, “Niçin yazıyorum?” yahut “Kime yazıyorum?” sorularının peşinde değil.

Nazarımda “işçilik”in öncelikli yeri olmuştur daima, yazmak söz konusu olduğunda… Doğuştan gelen “meleke”leri uzun süre kabullenmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim. Bir süre sonra, “zekâ”yla paralellik kurup, huysuzluğumu teskin etmeyi başardım ama. “Zekâ doğuştandır, aptallık sonradan öğrenilir” düsturunu hiçe sayarak hem de…

Sonuçta aklı dağınık biriyim. Aristoteles mantığı dahi yetmiyor bazen onu gereği gibi kullanmama… Kapılıp gidiyorum bile isteye tutkularımın peşi sıra…

Biliyorum; bir çekidüzen vermeliyim kendime, düşüncelerime ama… Olmuyor bir türlü.

Olmuyor, çünkü… Para neden herkesin güvendiği tek şey? Kadınlar üstün sosyal becerilere sahipken, neden çoğu toplum erkek egemen? Geleceğin dini bilim mi? gibi sorulara yanıt vermeye çalışan Yuval Noah Harari’nin “Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens”i neredeyse kütüphanesi olan her eve girmişken, nasıl oluyor da muhafazakârlık, otorite ve cinsiyet üçgeninde kadınların hakları günden güne eriyip gidiyor, anlamakta zorlanıyorum.

Gıda terörünü, yoksullara uygulanan soykırımı, sağlığın ekonomik-politik yönünü anlattığını iddia eden Soner Yalçın’ın 5 yıl çalışıp 8 ayda yazdığı “Saklı Seçilmişler” kısa sürede çoksatanlar listesine girerken, iktidarın şeker fabrikalarını özelleştirilme ısrarı, nasıl oluyor da cılız itirazlarla geçiştiriliyor, kavramakta güçlük çekiyorum.

İlhan Arsel’in “Şeriat ve Kadın”ını, Server Tanilli’nin “Uygarlık Tarihi”ni defaatle okuyanlar neredeler acaba? Uğur Mumcu katledildiğinde, bu menfur saldırıyı protesto etmek, onun ilkelerine ve dünya görüşüne sahip çıkmak adına sokaklara dökülenler… Anayasa Hukuku’nu Mümtaz Soysal’dan öğrenenler… Ahmet Taner Kışlalı’nın ders verdiği amfiyi tıka basa dolduranlar… Duvarlarına Che Guevara posterleri asanlar… Neredeler, bilemiyorum.

Buradalar elbette… İçimizde… Şu balkonun altında… Tezgâhın arkasında… Bazen yolda… Bazen zorda… Ama galiba “okumak”, “izlemek” ve “dinlemek” yetmiyor bazı şeyleri anlamaya… Ve ne hazin ki, bilişim teknolojileri marifetiyle iğdiş ve iğfal edilenler için şu günlerde “görünmek” ve “beğenilmek” her şeyden önemli. Bu uğurda verilecek her türlü ödün ise mubah – insanlık dâhil!

Oblomov’u İmrendirmek…

Sıla’yı yerden yere vuruyoruz da, kitap bağlamında, Sezen Aksu’ya ayrıcalıklı yer vermenin anlamını pek tartışmıyoruz. Nihat Doğan’a yükleniyoruz da, Nejat İşler’in hangi noktalarda tahammül edilebilir olduğunu söyle(ye)miyoruz. Ha Nil Karaibrahimgil, ha Gülben Ergen… Ferdi Tayfur yahut Doğuş… Bir gece ansızın gelip köşe yazarı oluşlarına, hata yapmadan üst üste üç cümle kuramamalarına rağmen kitap yazmalarına şaşırmıyoruz.

Wattpadçilerden yüksünmüyoruz. İnternetten derlediği dini bilgilerle kitap yazıp vergi rekortmeni olanlara doyamıyoruz. Şiiri Ahmet Selçuk İlkan’dan, İbrahim Sadri’den öğreniyoruz. Günlük denince aklımıza Pucca geliyor.

Hal böyle olunca da insandan insana yayılıyor veba: okumadan yazıyor, anlamadan okuyoruz!

Arkasına sığındığımız ezberlerin bizi koruyacağına inanıyoruz. Yer yarılsa, gök üstümüze ağsa, kılımızı kıpırdatmıyoruz. Oblomov’u imrendirecek bir atalet!

Duyuyorum, görüyorum, tanık oluyorum: İyi niyetinden şüphe etmediğim kişiler bile, yazara yönelttikleri, “Kitabınızı nereden bulabilirim?” sorusunun sebep olacağı tahribatı düşünemiyorlar.

Ne tuhaf değil mi? Ekmeğin, çivinin, benzinin nereden alındığını tereddütsüz bilenler, aradığı kitabı nerede bulacağını akıl edemiyor.

Cemal Süreya’yı, Can Yücel’i seviyor da, bu sebeple aldığı derginin kapağında kullanılan şiirin ona ait olmadığını anlayamıyor. Geçtim anlamaktan, şüpheye düşmüyor, araştırma ihtiyacı hissetmiyor.

Okumaktan Ziyade…

Kabul; biraz haksızlık ediyorum. Tastamam bugünkü gibi olmasa da, okumadan yazmak, her zaman revaçta olmuş bu ülkede…

Müsaadenizle misal vereyim: Fikret Otyam’ın Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla yaptığı röportaj, “Yeni Edebiyat” dergisinin ikinci sayısında (Aralık 1969) yayımlandığında entelijansiyanın etekleri tutuşuyor. Zira Otyam, Yakup Kadri’nin teybe aldığı sözlerini düzeltmeden, düzenlemeden kullanıyor. Bu sebeple cümleler kırık dökük… “Şey”lerden geçilmiyor… Doğal olarak da ifadeler komik bir hal alıyor.

Ama vahamet bunlarla sınırlı değil. Vedat Günyol, “Bir Soruşturma Üzerine…” adlı yazısında durumu detaylandırıyor: “Ünlü romancı, kendi kuşağındaki sanatçılarla günümüz sanatçıları arasındaki belirli ayrılık konusunda sorulan soruya verdiği yanıtta, sanatçıların (topu topu üç kişiyi anabiliyor) adlarını bile doğru dürüst söyleyemeyecek kadar ilgisizliğini açığa vuruyor. Günümüzün şairi olarak Dağlarca’nın adını Çağlarca, romancı Kemal Tahir’inkini de Kemal Hayri diye anması bu ilgisizliği yeterince gösteriyor.”

Günyol’a göre bu tutum, yalnız Yakup Kadri’ye mahsus değil; kendi kuşağının hemen hemen bütün sanatçılarına özgü bir tutum: “Edebiyatın kendilerinde başlayıp kendilerinde bittiğini yansıtan bir tutum. Ömrünün son yıllarında, değerli değersiz bütün genç edebiyat heveslilerine gazetelerde övgüler yağdıran Halit Ziya bir yana bırakılırsa, kendi kuşağından sonraki sanatçılarla ilgilenen bir tek ünlü kişiye rastlanmaz.”

Günyol, bu savını 1949 yılında “Akşam” gazetesinin yeni kuşak üstüne açtığı bir soruşturmaya, Refik Halit’in verdiği yanıtla güçlendiriyor. O günlerde “Nilgün” adlı romanı yayımlanan yazar şöyle demekte zira: “Edebiyat hayatını o kadar yakından takip edemiyorum… Edebiyatımızın gidişini, meslek ve zevk edinerek takip eden bir muharrir değilim. Kalemimle geçinmek mecburiyetinde olduğum için okumaktan ziyade, yazmakla yaşıyorum…”

Refik Halit’in bu açıklaması için Günyol diyor ki: “Bu ibretlik yanıt, Yakup Kadri’nin de içinde yer aldığı o dönem kuşağının özelliği gibi görünüyor: Okumadan yazmak.”

Okuma Yazma Bilmiyoruz…

Yakup Kadri ve Refik Halit’i o günlerde bırakıp, sözü Feridun Andaç’a verme ihtiyacı hissediyorum, “şimdi”yi görebilmek adına: “Okumadan yazmak, boş bir kuyudan su çekmeye çalışmaktır bir bakıma da. Bilek gücüne güvenmek hiçbir zaman kuyuda su olduğu anlamına gelmez.”

Bir anlığına doğru kabul ediyorum iddiasını Andaç’ın… Lakin şaşırtıcı olan, boş kuyudan su çekmeye meraklı yüzlerce yazar olması değil, zaman zaman o kuyudan su gelmesi sanki… Korkarım ki suyun sesi bile iştah kabartmaya yetiyor günümüzde…

Okumaya ilişkin nasıl bir direnç varsa artık… Dünden bugüne çaba çaba üstüne: Köy Enstitüleri kuruluyor. Eğitim seferberlikleri düzenleniyor. Gazete tirajlarını 1 milyona çekmenin yolları aranıyor. Kütüphaneler açılıyor. Mübalağa ederek söylüyorum: Neredeyse köylerde bile kitap fuarları düzenleniyor. Ama elde var sıfır! Unesco’ya göre 7, TÜİK’e göre ise yaklaşık 3 milyon kişi okuma yazma bilmiyor. Dünyanın en büyük 11’inci ülkesiyiz güya yayıncılıkta… Gel gör ki, herkes söz birliği etmiş gibi ısrarla “Satranç” ve “Küçük Prens” okuyor. Piyasa klasikten geçilmiyor.

Ve bunca Dostoyevski, Kafka, Balzac yahut Joyce okuruna rağmen, KPSS kapsamında yapılan Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi’nde öğretmen adaylarının çoğu sınıfta kalıyor.

Öte yandan, elmayı niçin sevdiğini, matematik sorularındaki kısacık metnin içeriğini anlamayan ve Danimarka’nın başkentini dahi söyleyemeyen 16, 17 yaşındaki gençlerin abuklamaları “eser” sayılıyor. Yetmiyor, milyonlarca satıyor. Filme çekiliyor. Takibinde de yaşıtlarının ağzının suyu akıyor tabii gördükçe bindikleri araçları, oturdukları evi, aldıkları alkışı… Bunun sonucu olarak da belli kaygılardan uzaklar; hiçbiri “Nasıl yazmalıyım?”, “Niçin yazıyorum?” yahut “Kime yazıyorum?” sorularının peşinde değil.

İyisi mi sözü yine Andaç’a verip çekileyim; yoksa bu hararet, bu çökkünlük süründürecek beni: “Geçenlerde, bir romancı dostumun roman dosyasını okuyup sonlamıştım. Dönüp kendisiyle konuşurken, içsesimdeki düşüncemi yenemedim, söyledim de kendisine: D.H. Lawrence vari bir romancının yazdıklarını, hele hele Kayıp Kız gibi bir romanını okumadan, Lawrence’ın romancı aklının varlığını bilmeden bu romanı yazmanız öyle çok eksikliği barındırıyor ki… Ondan öğrenecekleriniz/görecekleriniz olduğu kadar, onun birkaç adım ilerisine gitmeden yazmanızın çok bir anlamı olamaz da…”

Ah, evet; artık kimse bir anlam arayışında değil. Varsa yoksa…

Susacaktım değil mi?

Sustum. Sustum.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com