İnsan neden kendi kendine konuşur? Yahut: Hayat niye bu kadar geveze?

Kendi kendine konuşmak bir alışkanlık mı, bir ihtiyaç mı, yoksa modern yalnızlığın dili mi? İçimizde konuşan kimdir? İnsan bu sesle neyi anlamaya çalışır?

İnsan kendi kendine konuştuğunu fark ettiğinde, çoğu zaman duraksar. Cümle yarıda kesilir, ses düşer, etraf kolaçan edilir. Birinin duyup duymadığı kontrol edilir. Bu refleks, kendi kendine konuşmanın ne kadar nadir olduğuna gösterir. Oysa neredeyse herkes, hayatının bir yerinde, kendisiyle konuşur. Sorun, bunun yapılması mıdır, görünür olması mıdır, düşünmek gerek.

Bu utanç anı, iç konuşmanın toplumsal bir eşiği olduğunu düşündürür. Psikolog Lev Vygotsky, iç konuşmanın kökenini çocuklukta yüksek sesle yapılan “özel konuşma”ya bağlar. Çocuk, oyun oynarken, bir işi denerken ya da bir engelle karşılaştığında kendine seslenir. Bu konuşma, zamanla içeri çekilir; sessizleşir. Yetişkinlikte ise toplum, bu sessizliği bir olgunluk işareti olarak kabul eder. Düşünmek serbesttir; ama düşüncenin sesli hâli rahatsız edicidir.

Hâlbuki insan, konuşarak düşünür. Bu fikir yeni değildir. Amerikalı filozof ve psikolog William James, daha 19. yüzyılın sonunda bilinci bir “akış” olarak tarif ederken, bu akışın çoğu zaman sözel bir karakter taşıdığını söyler. Zihin, kendi kendine anlatır. Olan biteni düzenler, tekrar eder, sınar. İç monolog, düşüncenin asli biçimlerinden biridir.

Günlük hayatın içinde bu monolog sürekli çalışır. Karar verirken, bir sahneyi zihinde yeniden kurarken, söylenmiş bir cümleyi geri çağırırken… İnsan, kendisine hitap eder. “Bunu da yapmam lazım.”, “Niye öyle söyledim?”, “Dur bir dakika.” Bu ifadeler, dışarıdan bakıldığında anlamsız görünebilir; ama zihnin iç mantığında yerli yerindedir. İç konuşma, düşüncenin prova alanıdır.

Ne var ki bu prova alanı, başkalarına açıldığında huzursuzluk yaratır. Çünkü iç ses, genellikle düzensizdir. Tereddüt eder, çelişir, geri döner. Başkalarına anlatılmak üzere biçimlendirilmemiştir. Kendi kendine konuşmak, bu yüzden mahremdir. İnsan, kendi zihninin dağınıklığını başkalarına göstermek istemez. Belki de bu nedenle, sesli iç konuşma çoğu zaman delilikle ya da yalnızlıkla yan yana düşünülür.

Modern psikoloji bu ilişkiyi daha berrak bir yere oturtur. İngiliz psikolog Charles Fernyhough, The Voices Within adlı çalışmasında, iç konuşmanın insan zihninin olağan bir işleyişi olduğunu vurgular. Fernyhough’a göre iç ses, karar alma, duygu düzenleme ve problem çözme süreçlerinde merkezi bir rol oynar. Yani mesele, iç sesin varlığı değildir; onunla kurulan ilişkinin niteliğidir.

Bu noktada utanç duygusu yeniden anlam kazanır. İnsan, kendi kendine konuştuğunu fark ettiğinde aslında şunu hisseder: İç düzeni ifşa olmuştur. Zihin, olması gerektiği gibi “sessiz” kalmamıştır. Oysa bu sessizlik, doğuştan gelen bir özellik değildir; öğrenilmiş bir beklentidir. Toplum, iç konuşmayı sessiz hâle getirir; ama bütünüyle ortadan kaldırmaz.

Bu yüzden kendi kendine konuşmak, yetişkinlikte gizli bir alışkanlık gibi sürer. Evde, arabada, sokakta yürürken… Dudaklardan dökülen birkaç kelime, fark edilmeden çıkar. İnsan, yalnız olduğunu düşündüğü anlarda iç sesini serbest bırakır. Yakalandığını hissettiğinde ise toparlanır, susar, konuyu değiştirir.

Belki de buradan başlamalıyız: Kendi kendine konuşmak, bir sapma mıdır? Bilincin sesi midir yoksa? Utanç uyandırması, onun anormal olduğunu değil, ne kadar içsel olduğunu gösterir. Asıl soru, insanın neden bu sesi bastırmak zorunda hissettiğidir. Ve bu bastırma, benliğin nasıl kurulduğuna dair daha derin bir meseleye işaret eder.

BÖLÜNEN BENLİK VE İÇ DİYALOG

İç konuşma, çoğu zaman tek bir ses gibi düşünülür. Biraz dikkat edildiğinde, bu sesin nadiren yekpare olduğu fark edilir. Zihin konuşurken bölünür, cevap verir, itiraz eder, geri adım atar. Bir cümle kurulur, ardından başka bir cümle gelir ve ilkiyle çelişir. İnsan, kendi içinde bir diyaloğun ortasında bulur kendini. Kendi kendine konuşmak, aslında kendi kendisiyle tartışmaktır.

Bu bölünmüşlük hâli, modern edebiyatın en verimli damarlarından birini oluşturur. Franz Kafka, roman ve günlüklerinde tek bir bilinçle yetinmez. Dava’da Josef K., dışarıdan bakıldığında tek bir karakterdir; fakat metin ilerledikçe, onun içinde birden fazla ses iş başındadır. Suçlanan, savunan, kendinden kuşkulanan, kendini temize çekmeye çalışan… Kafka’nın kahramanları, başkalarıyla olduğu kadar kendileriyle de konuşur. Bu konuşmalar sessizdir; ama yıpratıcıdır.

Benzer bir çoğulluk, daha açık bir biçimde Fernando Pessoa’da görülür. Pessoa, iç sesi çoğaltmakla yetinmez; ona isimler, biyografiler, üsluplar verir. Heteronimler (yazarın farklı üsluplarda yazmak için yarattığı bir veya daha fazla hayali karakter), yalnızca edebî bir oyun değildir. Pessoa, tek bir “ben”in, iç deneyimi taşımakta yetersiz kaldığını sezmiştir. Kendi kendine konuşmak, onun için tek bir merkezden yapılmaz; parçalanmış benlikler arasında dolaşır.

Bu mesele yalnızca edebiyata özgü de değildir. Sinema da iç sesin bölünmesini uzun süredir anlatır. Taxi Driver’da Travis Bickle’ın aynaya bakarak kurduğu cümleler, bir iç konuşma olmaktan fazla anlam taşır. “Bana mı diyorsun?” sorusu, muhatabın belirsizliğini açığa çıkarır. Konuşan kimdir, dinleyen kim? Aynadaki yüz, yalnızca bir yansıma mıdır, yoksa iç sesin dışarı taşmış hâli mi?

Benzer bir yarılma, Fight Club’da daha sert bir biçimde karşımıza çıkar. Film, iç konuşmayı dramatik bir çözüme zorlar; sesi bedene ayırır. Anlatıcı, kendi iç sesini ayrı bir karakter olarak deneyimler. Bu elbette uç bir örnektir; ama uç olması, meselenin temelsiz olduğu anlamına gelmez. Film, herkesin bildiği bir şeyi abartarak görünür kılar: İnsan, kendisiyle tek bir tonda konuşmaz.

Psikoloji literatürü de bu çoğulluğu doğrular. İç konuşma, tek yönlü bir anlatım değildir. Kimi zaman yatıştırıcıdır, kimi zaman eleştirel. Bir ses cesaret verirken, bir diğeri geri çeker. İngiliz psikolog Charles Fernyhough, iç sesin bu çoklu yapısını “iç diyalog” olarak tanımlar. Ona göre zihin, farklı bakış açılarını içerde temsil eder; bu da karar alma sürecini mümkün kılar.

Bu noktada önemli bir ayrım ortaya çıkar. İç sesin çoğul olması, bir bozukluk işareti sayılmaz. Aksine, tek sesli bir zihin, esnekliğini yitirir. İnsan, kendine itiraz edebildiği ölçüde düşünebilir. Kendi kendine konuşmanın değeri, tam da bu iç sürtüşmede yatar. Zihin, tek bir hükme kilitlenmez; ihtimalleri dolaşır.

Edebiyat ve sinema, bu dolaşımı görünür kılar. Samuel Beckett’in metinlerinde konuşan ses, bedenden kopar; bazen yalnızca bir mırıltı, bazen bitmek bilmeyen bir iç uğultu hâline gelir. Beckett’in karakterleri, çoğu zaman bir şey anlatmaz; konuşmanın kendisini sürdürür. Çünkü susmak, düşünmenin sonu anlamına gelir.

Bu örnekler, iç konuşmanın neden bu kadar güçlü bir anlatı malzemesi olduğunu açıklar. Kendi kendine konuşan insan, tek başına değildir. İçeride bir kalabalık vardır. Bu kalabalık bazen düzen kurar, bazen karmaşa yaratır. Ama her durumda, benliğin sabit ve pürüzsüz bir yapı olmadığına işaret eder.

Belki de bu yüzden, kendi kendine konuşmak hem tanıdık hem rahatsız edicidir. İnsan, içindeki çoğulluğu bilir; ama bunu kabul etmek her zaman kolay değildir. Tek bir “ben”e tutunmak daha güvenlidir. İç ses çatallaştığında, bu güvenlik hissi sarsılır. Yine de düşünce, tam da bu sarsıntıdan doğar.

İÇ KONUŞMANIN PSİKOLOJİK EŞİĞİ

Kendi kendine konuşmak, tek başına bir sorun sayılmaz. Aksine, psikoloji literatüründe uzun süredir, zihnin temel düzenleme araçlarından biri olarak ele alınır. Sorun, iç sesin varlığıyla değil; tonu, yönü ve sürekliliğiyle ilgilidir. İnsan, kendisiyle konuşur; fakat bu konuşma bir noktadan sonra insanın üzerine konuşmaya başladığında, denge bozulur.

Bu ayrımı ilk sistemli biçimde ele alan isimlerden biri, Amerikalı psikiyatr Aaron T. Beck’tir. Beck’in bilişsel kuramına göre, insanın duygusal dünyası büyük ölçüde kendi kendine söylediği cümlelerle şekillenir. Bu cümleler çoğu zaman otomatik olarak ortaya çıkar. “Yine beceremedim”, “Zaten hep böyle oluyor”, “Kimse beni ciddiye almıyor.” İç konuşma, burada bir değerlendirme yapar; olaydan çok, olaya verilen anlam belirleyici hâle gelir.

Beck’in dikkat çektiği nokta şudur: İç konuşma, insanı toparlayabilir; ama aynı kolaylıkla yorabilir. Destekleyici bir iç ses, zor bir anı yönetilebilir kılar. Eleştirel bir iç ses ise aynı anı katlanılması güç bir hâle sokar. Bu, konuşmanın kendisinden çok içeriğiyle ilgilidir. Zihin, kendine nasıl hitap ediyorsa, duygular da ona göre şekillenir.

Benzer bir yaklaşımı, psikolog Albert Ellis geliştirir. Ellis, insanın kendisiyle kurduğu iç diyalogların çoğu zaman katı, acımasız ve gerçekçi olmayan beklentilerle dolu olduğunu söyler. “Hep başarılı olmalıyım”, “Hata yaparsam değersiz olurum” gibi iç cümleler, dış dünyadan çok zihnin kendi üretimidir. Bu üretim, fark edilmediğinde, kişinin kendisiyle ilişkisinin sertleşmesine yol açar.

Burada kritik olan, iç konuşmanın bir iç mahkemeye dönüşüp dönüşmediğidir. İnsan, kendisiyle konuşurken aynı zamanda kendini yargılamaya başlar. Savcı, hâkim ve sanık aynı kişidir. Bu yapı sürdürülebilir değildir. İç ses, destekleyici olmaktan çıkıp sürekli sorgulayan, suçlayan bir tona büründüğünde, düşünce alanı daralır.

Psikoloji, bu noktada bir eşik tanımlar. İç konuşma, günlük işlevselliği desteklediği sürece olağandır. Plan yapmayı, duyguları düzenlemeyi, karar vermeyi kolaylaştırır. Fakat iç ses, kişinin dikkatini sürekli içe çeker, eylemi felç eder ve tekrar eden döngüler yaratırsa, yük hâline gelir. Burada mesele “çok konuşmak” değildir; aynı yerde dönüp durmaktır.

Güncel çalışmalar, iç konuşmanın stres ve kaygı anlarında arttığını gösterir. Belirsizlik yükseldiğinde, zihin kontrol arar. Kontrol edemediği dış dünyayı, iç cümlelerle düzenlemeye çalışır. Bu çaba bazen işe yarar; bazen de kaygıyı besler. İnsan, kendi kendine konuşarak sakinleşebilir; ama aynı yolla kendini daha da sıkıştırabilir.

Bu nedenle modern psikoloji, iç konuşmayı bastırmayı değil, dönüştürmeyi önerir. American Psychological Association’ın yayımladığı çalışmalarda, “self-talk”ın fark edilmesi ve yeniden çerçevelenmesi üzerinde durulur. İç ses susturulmaz; dinlenir, yönü değiştirilir. Çünkü iç konuşma, zihnin doğal bir işlevidir. Onu tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir; ama onunla kurulan ilişki değiştirilebilir.

Bu bakış açısı, kendi kendine konuşmayı patolojik bir durum olarak görmekten kaçınır. İnsan zihni, sessiz bir mekanizma değildir. İçeride sürekli bir anlatı sürer. Sağlıklı olan, bu anlatının tek bir yöne kilitlenmemesidir. İç ses, gerektiğinde eleştirel olabilir; ama bütünüyle eleştiriye teslim olduğunda, düşünce alanı kapanır.

Belki de bu yüzden, iç konuşmanın psikolojik eşiği nicelikle değil, esneklikle ilgilidir. İnsan, kendi kendine konuşur; ama bu konuşma yeni ihtimallere alan açıyorsa işlevseldir. Aynı cümleler tekrar tekrar dönüyorsa, zihin bir çıkış arıyordur. İç ses, burada bir uyarı işlevi görür.

Bu eşik, bireysel olduğu kadar çağla da ilişkilidir. Günümüz insanı, sessiz kalmaya daha az tahammül eder. İç konuşma, boşlukla baş etmenin bir yoluna dönüşür. Tam da bu noktada, mesele bireysel psikolojinin ötesine taşar ve sosyal bir boyut kazanır.

YALNIZLIK, KENT VE DİJİTAL ÇAĞDA İÇ SES

Kendi kendine konuşma meselesi, yalnızca zihnin iç düzeniyle sınırlı değildir. Bu alışkanlık, içinde yaşanılan dünyayla birlikte biçim değiştirir. İnsan, yaşadığı çağın sessizliğiyle de konuşur. Bu yüzden iç ses, bireysel bir özellik olmaktan çıkıp toplumsal bir belirti hâline gelir.

Modern kent hayatı, bu dönüşümün en görünür sahnesidir. Kalabalıklar içinde yaşarız; ama nadiren konuşuruz. Toplu taşıma araçlarında, ofislerde, alışveriş merkezlerinde… İnsanlar yan yana durur, fakat birbirine hitap etmez. Sosyolog Erving Goffman, kamusal alanın bu tür durumlarda görünmez kurallarla işlediğini söyler. Kamusal alanda beden vardır; ses geri çekilir. Düşünce içeri alınır. Kendi kendine konuşmak, bu bastırılmış sesin ara sıra sızması gibidir.

Kent, insanı yalnız bırakmaz; ama sessizleştirir. Bu sessizlik, zamanla iç sese yük bindirir. Konuşma ihtiyacı ortadan kalkmaz; yön değiştirir. İnsan, muhatap bulamadığı yerde kendine döner. İç konuşma, burada bir telafi biçimi kazanır. Başkalarına anlatılamayan şeyler, içerde anlatılmaya devam eder.

Bu durumu daha geniş bir çerçevede ele alan sosyolog Zygmunt Bauman, modern hayatı “akışkan” olarak tanımlar. İlişkiler geçicidir, bağlar gevşektir, süreklilik duygusu zayıflamıştır. İnsan, bu akışkanlık içinde tutunacak bir merkez arar. İç ses, bu merkezlerden biri hâline gelir. Kendi kendine konuşmak, dağınık bir dünyada süreklilik hissi yaratır.

Dijital çağ, bu süreci daha da karmaşıklaştırır. Bir yandan herkesle sürekli bağlantı hâlindeyiz; öte yandan bu bağlantılar yüzeyseldir. Sosyolog Sherry Turkle, Alone Together adlı çalışmasında, teknolojinin insanları aynı anda hem bağlı hem yalnız kıldığını söyler. Ekranlar aracılığıyla konuşuruz; ama çoğu zaman kendimizi dinleyen bir muhatap bulamayız. İç ses, bu boşluğu doldurur.

Üstelik dijital ortam, iç konuşmayı kamusallaştırmanın yeni yollarını da açar. Sosyal medya paylaşımları, günlükler, hikâyeler… Bunların bir kısmı, aslında iç konuşmanın dışavurumudur. İnsan, kendisiyle konuşurken başkalarının orada olduğunu varsayar. İç ses, yarı kamusal bir hâl alır. Bu durum, kendi kendine konuşmanın eskisi kadar saklanmamasına yol açar.

Ne var ki bu görünürlük, iç sesin yükünü azaltmaz. Aksine, yeni bir gerilim üretir. İnsan, hem yalnız kalmak ister hem de yalnız görünmek istemez. İç konuşma, bu ikili arzunun tam ortasında durur. Kendi kendine konuşmak, bir yandan içe çekilme hâlidir; öte yandan bağ kurma arzusunun izlerini taşır.

Bu bağlamda kendi kendine konuşmak, modern yalnızlığın dili gibidir. İnsan, sesini tamamen kaybetmez; ama onu kime yönelteceğini bilemez. İç ses, bu belirsizlikte bir sığınak sunar. Ne tamamen susar, ne de bütünüyle açılır. Arada kalır.

Belki de bu yüzden, kendi kendine konuşma meselesi giderek daha görünür hâle gelmiştir. Sokakta, kulaklıkla yürüyen insanlar; mırıldananlar; kendi kendine söylenenler… Bunlar yalnızca bireysel tuhaflıklar değildir. Çağın sessiz anlaşmalarının bedende bıraktığı izlerdir.

Sonuçta insan, kendi kendine konuşur; çünkü düşünen bir varlıktır. Ama ne zaman, nasıl ve hangi tonla konuştuğu, yalnızca zihninin değil, yaşadığı dünyanın da ürünüdür. İç ses, bireyin içinden çıkar; fakat toplumsal bir yankı taşır. Bu sesi bastırmak yerine dinlemek, belki de modern hayatın dayattığı yalnızlıkla baş etmenin en insani yollarından biridir.

İnsan, kendi kendine konuşarak yalnızlığını gidermez; ama onunla yaşamayı öğrenir. Ve belki de bu yüzden, iç ses hiç susmaz.

Sait Faik’in de dediği gibi: “Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena.”

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER