Fotoğraf ve imaj: Beyaz Saray’da kusursuzluğun parçalandığı an…

Christopher Anderson’ın Vanity Fair’de Beyaz Saray'ın bugüne kadar hiç "gösterilmeyen" yüzünü gösteren fotoğrafları "kusursuzluğun" her şey kabul edildiği bir dönemde büyük sarsıntı yarattı. Fotoğrafın imajın oluşmasında veya yıkılmasındaki etkisi de daha net görüldü bu olayla. "Sahnenin arkasını" gösteren fotoğraflar, imajın ötesine geçti...

Fotoğraf: Christopher Anderson / Vanity Fair, Instagram

Geçtiğimiz salı günü ABD’nin köklü dergilerinden Vanity Fair’de yayımlanan “Goes to the White House: Trump 2.0 Edition” başlıklı makale ve fotoğraf çalışması, yayımlandığı andan itibaren kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Yazının içeriği ve politik boyutu başlı başına ayrı bir tartışma konusu; bu nedenle bu metinde makalenin detaylarına girmeyeceğim. (Ayrıntılarını Velev‘in ilgili haberinde bulabilirsiniz.)

Benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta, çalışmaya imza atan fotoğrafçı Christopher Anderson’ın portreleri üzerinden yürüyen görsel tartışma.

Yaklaşık 25 yıldır profesyonel olarak fotoğraf çeken, bunun yanı sıra beş yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün resmî fotoğrafçısı olarak görev yapmış biri olarak, bu tartışmaya dair söz söyleme sorumluluğu hissettiğimi söyleyebilirim.

Anderson’ın Vanity Fair için çektiği bu portreler, alışık olduğumuz “kusursuz” siyasi imajın dışına çıkıyor. Fotoğraflar, iktidarın parıltılı vitrini yerine, gücün sahne arkasındaki insanî ve kırılgan hâllerini görünür kılıyor. Ciltteki kusurlar, donuk bakışlar, yorgunluk izleri ve kontrolsüz anlar; bilinçli bir estetik tercihin sonucu olarak izleyicinin karşısına çıkıyor.

Bu noktada tartışma şu soruya dayanıyor: Fotoğrafçı, öznesini mi zor durumda bırakıyor, yoksa politik tiyatronun perdesini mi aralıyor?

Benim deneyimime göre, siyasi fotoğrafçılık yalnızca “kusursuz görsel” üretmek anlamına gelmiyor. Aksine, iktidarın kurmak istediği imajla, fotoğrafçının tanıklığı arasında her zaman görünmez bir gerilim var. Anderson’ın yaptığı tam da bu gerilimi görünür kılmak.

Bu fotoğraflar birer “mugshot” ya da alaycı portreler değiller gücün, kontrolün ve temsilin ne kadar kırılgan olabileceğini hatırlatan belgelerdir. Ve belki de bu yüzden bu kadar rahatsız edici, bu kadar çok konuşuluyorlar.

Daha çok kısa bir süre önce, Time dergisinin kapağında yer alan fotoğrafını eleştiren Başkan Trump’ın, derginin yeni bir kapak görseliyle yeniden yayımlanmasına yol açması, yönetim ile fotoğraf dünyası arasındaki gerilimin bir başka zirve noktasıydı.

Her ne kadar medya ile ciddi sorunlar yaşansa da Trump yönetimi, kendisine muhalif olsa bile medyaya bir şekilde ihtiyaç duyuyor. Ancak “kontrollü imaj” üretme isteğinde, bir foto muhabirini tamamen kontrol etmenin ne kadar zor olduğunu bilmek gerekir; çünkü vizörün arkasında sonuçta yalnızca bakan tek bir göz var.

Christopher Anderson, medya dünyasında kendine özgü tarzıyla tanınan bir isim. Yakın plan portreleri ve sert flaş kullanımı, onun yıllardır istikrarlı biçimde sürdürdüğü görsel dilin temel unsurları. Buna rağmen bu yaklaşımın hâlâ şaşkınlık yaratması gerçekten dikkat çekici.

Sanırım Anderson’ın Hollywood yıldızlarıyla yaptığı portrelerin yarattığı algı, Beyaz Saray’da çektiği bu fotoğrafların bu denli tartışılmasının arkasındaki nedenlerden biri. Günün sonunda, politikacıların profesyonel bir film yıldızı gibi poz vermesini beklemek yanıltıcı olabilir. Anderson’ın yaptığı tam da bu beklentiyi kırmak: Kusursuzca inşa edilmiş imajın ötesine geçmek.

Zaman zaman Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile çalışırken, farklı yayın organlarından gelen talepler doğrultusunda fotoğraf çekimlerine dair görüşüm sorulurdu. Cumhurbaşkanının röportaj sırasında nerede ve hangi tarz bir koltukta oturacağına, kadrajda nelerin görüneceği, arka planın nasıl kurgulanacağı gibi detaylar önceden planlanırdı. Bu tür ön hazırlıklar aslında süprizlerin yaşanmasına önlemenin birinci şartıydı.

Resmî bir fotoğrafçının çalıştığı kişiye karşı bir sorumluluğu olması son derece doğaldır, bunda yadırganacak bir durum yoktur. Planlı ve kurgulanmış bir çalışma için içerik üretilmesi de anlaşılabilir.

Bugüne kadar bu duruma alışmış yöneticilerin sistem dışından biriyle bu tarz bir çalışma içinde olması kimi zaman farklı sonuçlar doğmasına neden olabilir. Sanırım Vanity Fair’de yayınlanan içerik bu tarz bir ürünün sonucu. Muhataplarının henüz tam olarak nasıl bir tepki gösterdiğini bilmiyoruz fakat sosyal medya Anderson’ın fotoğrafları üzerinden yaşanan tartışma hız kesmeden devam ediyor.

Christopher Anderson’ın, toplu fotoğraflar dışında birebir portrelerde önceden belirlenmiş katı bir plan çerçevesinde çalıştığını düşünmüyorum. Elbette aklında, kendi tarzına dair oluşturduğu teknik bir yaklaşım ve görsel dil var. Burada kastettiğim şu: Bu kadar tecrübeli bir ismin, anlık duygularla ya da reflekslerle hareket ederek karar vereceğine inanmıyorum. Bilerek ve isteyerek öznesini kötü, çirkin ya da küçük düşürücü bir şekilde yansıtma niyeti taşıdığına da sanmıyorum. Aksine, bire bir röportajlar sırasında kendisine tanınan sürenin ve mekanın oldukça sınırlı olduğu kanaatindeyim. Eleştirilerin bir kısmı, koltuğun üzerindeki bayrağın “kötü durması” ya da abajurun “eğri olması” gibi mekâna dair detaylara odaklanıyor. Oysa bu tür unsurlar, Anderson’dan çok fotoğraflanan kişilerin ve o mekânın düzeninden sorumlu olanların alanına giriyor. Bir foto muhabirinin, izleyicinin daha önce hiç dikkat etmediği detayları sahnelemesi ya da “elden geçirmesi” mümkün değildir.


Bu haberler de ilginizi çekebilir:

 

Duvarınızda Walmart’tan alınmış 15 dolarlık bir tablo asılıysa, foto muhabiri büyük olasılıkla onu arka planınızda gösterecektir. Çünkü foto muhabirliği, olanı düzeltmekten ziyade, olduğu gibi kaydetme sorumluluğunu taşır.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER