Bir sinemacıdan fazlasıydı; bir karşı çıkış, bir itiraz biçimi, bir hayat tavrı… Yılmaz Güney, Türkiye sinemasında yalnızca filmleriyle değil, temsil ettiği politik ve estetik duruşla da kalıcı bir kırılma yarattı.
Yılmaz Güney (1937–1984), Türk sinemasının yönetmen, senarist, oyuncu ve yazar kimliklerini aynı bedende birleştiren en etkili figürlerinden biridir. Asıl adı Yılmaz Pütün’dür.
1950’lerin sonunda Yeşilçam’da oyuncu olarak tanınmış, 1960’lardan itibaren ise sinemayı bir eğlence alanı olmaktan çıkarıp sınıfsal, siyasal ve toplumsal gerçekliğin sert bir yüzleşme alanına dönüştürmüştür. Güney sineması, yoksulların, dışlananların ve “kenarda bırakılanların” hikâyesini merkeze alır.
Yılmaz Güney’in sinemadaki ilk dönemi, “Çirkin Kral” lakabıyla anıldığı popüler filmlerle şekillenir. Bu filmler, Yeşilçam kalıpları içinde olsa da, başkaldırı ve adaletsizlik temalarını barındırır.
1970’lerden itibaren Güney, sinemasal yönünü radikal biçimde değiştirir. Umut, Aç Kurtlar, Baba, Sürü, Arkadaş ve Yol gibi filmlerle Türk sinemasında “toplumsal gerçekçilik” anlayışını derinleştirir. Bu filmler, feodal yapıyı, devlet baskısını, sınıfsal eşitsizliği ve bireyin çaresizliğini sert bir dille ele alır.
Cezaevi yılları, Güney’in hem yaşamını hem de sinemasını belirleyen kırılma noktalarından biridir. Yol, cezaevinde yazılmış; çekimleri Zeki Ökten tarafından yapılmış ve 1982 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanmıştır. Bu ödül, Türk sinemasının uluslararası alandaki en önemli başarılarından biri olarak kabul edilir.
Sürgün yıllarını Fransa’da geçiren Güney, 1984’te Paris’te hayatını kaybetmiştir. Ardında, hâlâ tartışılan, konuşulan ve etkisi süren bir sinema mirası bırakmıştır.
Yılmaz Güney’in annesi Güllü, varlıklı bir Kürt ailesinden geliyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Anadolu’dan göç etmek zorunda kalan ailesi, Adana çevresine yerleşmiş; Güllü burada Yılmaz’ın babasıyla, bir tarım işçisiyle evlenmişti. Aile hayatı başlangıçta huzurluydu. Ancak Yılmaz’ın babasının ikinci bir eş almasının ardından ev içi şiddet başladı. Güllü, yedi çocuğuyla birlikte sık sık evden kaçmak zorunda kalıyordu. Bu ağır aile koşulları, Yılmaz Güney’in kişiliğini derinden etkiledi; onu özellikle Kürtlerin ve genel olarak tarım işçilerinin yaşadığı sorunlara karşı son derece duyarlı hâle getirdi. Bu duyarlılık, ilerleyen yıllarda Güney’in sanatının temel izleklerinden biri olacaktır.
Yılmaz Güney, tüm bu zorluklara rağmen Ankara’da, ardından İstanbul’da yükseköğrenim görmeyi başardı. Geçimini sağlayabilmek için çeşitli küçük işlerde çalıştı ve sinemaya da bu dönemde, küçük rollerle adım attı. Senaryo yazımındaki yeteneği kısa sürede fark edildi; 1958–1961 yılları arasında Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Atıf Yılmaz’ın yanında asistan olarak çalıştı. Bu yıllarda edebiyata da yönelen Güney, yayımladığı bazı öyküler nedeniyle “komünist propaganda” suçlamasıyla 18 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Cezaevinden çıktıktan sonra yaklaşık kırk filmde rol aldı. Canlandırdığı karakterler çoğunlukla toplumsal adaletsizliklerin mağduru olan anti-kahramanlardı ve bu roller, onu kısa sürede halk nezdinde son derece popüler bir figüre dönüştürdü.
1966’dan itibaren yönetmenliğe yönelen Yılmaz Güney, Seyyit Han, Aç Kurtlar ve özellikle Umut (1970) filmleriyle kendi sinema dilini kurdu. Bu filmlerde Güney’in karakterleri, gündelik hayatın sert gerçekleri üzerinde yürür: Maddi açıdan yoksun, siyasal ve toplumsal koşulları analiz edecek araçlardan yoksun; ayrıcalıklı sınıfların çoğu zaman belirleyici olduğu bir düzende hayatta kalmaya çalışan insanlardır. Güney’in sineması tam da bu “kaygan zeminde” şekillenir.
1971 yılına gelindiğinde Yılmaz Güney, aynı yıl içinde altı film birden çekmişti. Art arda gelen bu üretkenlik ve filmlerinin gördüğü geniş ilgi, giderek yetkilileri tedirgin etmeye başladı. Güney’in sinemasındaki açık eleştirel ton, özellikle devlet ve iktidar çevrelerinde rahatsızlık yaratıyordu.
Bu dönemde Güney’in filmleri çoğunlukla kırsal yaşamı ve toprağa tutunarak ayakta kalmaya çalışan köylülerin gündelik mücadelesini merkezine alır. Topraktan güçlükle geçinen bu insanların maruz kaldığı sürekli baskıyı görünür kılar. Aynı zamanda iki ayrı dünyanın arasındaki uçurumu da anlatır: Nüfusun hâlâ yarısının yaşadığı kırsal alanlar ile modernleşmenin simgesi olan büyük şehirler… Gökdelenlerle gecekondu mahallelerinin yan yana var olduğu bu şehirlerde, özellikle kırdan kente göçün yarattığı sert gerçeklik sinemasının temel izleklerinden biri hâline gelir.
Güney’in karakterleri, güvencesiz ve zorlu hayatlar sürer; mutluluk ve toplumsal yükseliş umudu ise çoğu zaman boşa çıkar. Bu insanlar, sıklıkla siyasal iktidar tarafından desteklenen toprak sahiplerinin ve yerel güç odaklarının mağdur ettiği figürlerdir. Yılmaz Güney’in sineması, güçlü bir toplumsal gerçekçilik barındırmakla birlikte, dramatik durumları son derece estetik bir anlatımla ele almasıyla da ayırt edilir. Sert gerçekler, onun sinemasında yalın ama çarpıcı bir görsel dil aracılığıyla sahneye taşınır.
Yılmaz Güney, 1970’lerin başında sol siyasal çevrelerle kurduğu ilişkiler nedeniyle devletin yakın takibi altındaydı; ancak 1974’teki tutuklanması ve uzun süreli hapis cezası, Yumurtalık’ta bir yargıcın öldürülmesiyle ilgili davaya dayanır. Bu dava sonu 24 yıl ağır hapis cezası alır. İki yıl da komünizm propagandası yapmaktan cezası vardır. Ancak genel af sayesinde geçici olarak serbest kalır.
Özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz Arkadaş (L’Ami) filmini çekti. Film, Türkiye’de orta sınıfların siyasal hayattaki konumunu ve ikircikli rolünü merkezine alıyordu. Ardından, pamuk tarlalarında çalışan mevsimlik işçilerin hayatını anlatan Endişe filmini yönetti. Ancak bu dönemde bir barda çıkan kavga sonrasında yeniden tutuklandı ve bir hâkimin öldürülmesi suçlamasıyla yirmi dört yıl ağır hapis cezasına mahkûm edildi. Ölümcül kurşunu Güney’in sıktığı hiçbir zaman kesin olarak kanıtlanamadı. Endişe filmi ise, onun yokluğunda asistanı Şerif Gören tarafından tamamlandı.
Cezaevinde bulunduğu yıllarda Yılmaz Güney üretmeyi sürdürdü. Üç roman kaleme aldı, Hapishane Mektuplarını yayımladı ve yakın dostu Zeki Ökten’e, senaryolarını kendisinin yazdığı bazı filmleri kendi talimatları doğrultusunda çekmesini önerdi. Bu süreçte Sürü (1978) ve Düşman (1979) filmleri ortaya çıktı. Ancak asıl büyük kırılma, Güney’in cezaevinden yön verdiği Yol filmiyle yaşandı. Beş mahkûmun izin süresini konu alan film, 1982 yılında uluslararası alanda büyük yankı uyandırdı ve Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye layık görüldü.
Bu başarının ardından Yılmaz Güney cezaevinden kaçmayı başardı ve Fransa’ya sığındı. Hayatının geri kalanını sürgünde ve gizlenerek geçirdi. Fransa’da sınır dışı edilme tehdidi altındayken, Wim Wenders tarafından Chambre 666 belgeseli için röportaj yaptı.
1983 yılında Türk hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılan Yılmaz Güney, son filmi Duvarı (Le Mur) tamamladı. Ankara Merkez Cezaevi’ndeki çocuk mahkûmları konu alan bu film, onun sinemasal vasiyetlerinden biri olarak kabul edilir. Toplamda yüz yılı bulan mahkûmiyet kararları nedeniyle Güney’in filmleri, yazıları ve adının anılması uzun yıllar boyunca Türkiye’de yasaklandı.
Yılmaz Güney’in cezaeviyle kurduğu ilişki, tekil bir adlî vakadan ziyade, Türkiye’nin 1960’lar ve 1970’ler boyunca sertleşen siyasal atmosferiyle doğrudan bağlantılı, çok katmanlı bir süreçtir. Sanatçı, hem yazdıkları hem de filmleri nedeniyle uzun yıllar boyunca devletin dikkatle izlediği isimler arasında yer almıştır.
Güney’in ilk mahkûmiyetleri sinemayla değil, edebiyatla ilişkilidir. 1961 yılında yayımlanan bazı öykü ve yazıları, dönemin Ceza Kanunu kapsamında “komünizm propagandası” olarak değerlendirilmiş; bu gerekçeyle yargılanarak yaklaşık bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Bu dönem, onun hem siyasal olarak fişlenmesine hem de ilerleyen yıllarda adlî süreçlerde daha kolay hedef hâline gelmesine zemin hazırlamıştır.
12 Mart 1971 askerî muhtırasının ardından, sol çevrelere yönelik geniş çaplı bir baskı ve soruşturma süreci başlatılmıştır. İsrail’in Türkiye Başkonsolosu Efraim Elrom’un, THKP-C tarafından kaçırılıp öldürülmesi sonrasında bu baskı daha da yoğunlaşmıştır. Yılmaz Güney, sol çevrelerle olan ilişkileri ve kamusal duruşu nedeniyle bu dönemde yakın takibe alınmış, ancak Elrom suikastıyla ilgili olarak hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı verilmemiştir. Bu olay, Güney’in yargı sicilinde doğrudan bir ceza gerekçesi oluşturmaz; daha çok siyasal atmosferin sertleştiği bir arka plan olarak önem taşır.
Yılmaz Güney’in hayatındaki en belirleyici kırılma, 1974 yılında Adana’nın Yumurtalık ilçesinde meydana gelen olaydır. Bir restoranda çıkan tartışma sırasında bir yargıç hayatını kaybetmiş, olay sırasında orada bulunan Güney cinayetle suçlanmıştır. Yapılan yargılama sonucunda 24 yıl ağır hapis cezasına mahkûm edilmiştir.
Bu davada, ölümcül kurşunu Güney’in sıktığına dair kesin ve tartışmasız bir kanıt hiçbir zaman ortaya konulamamış, ancak mahkeme kararı bu yönde verilmiştir. Bu hüküm, Yılmaz Güney’in uzun yıllar sürecek cezaevi hayatını belirleyen esas dava olmuştur.
Güney, cezaevinde bulunduğu süre boyunca üretimini kesmemiştir. Romanlar kaleme almış, Hapishane Mektuplarını yayımlamış; senaryolarını yazdığı bazı filmlerin çekimlerini, başta Zeki Ökten ve Şerif Gören olmak üzere yakın çalışma arkadaşları aracılığıyla yönlendirmiştir.
Bu dönemde ortaya çıkan Sürü (1978) ve Düşman (1979), cezaevi koşullarında şekillenmiş yapımlardır.
1981 yılında Yılmaz Güney, cezaevinden firar ederek yurt dışına çıkmış ve Fransa’ya sığınmıştır. Burada, cezaevinden yön verdiği Yol filminin uluslararası başarısına tanıklık etmiş; film, 1982 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülüne layık görülmüştür.
1983 yılında Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Aynı yıl, son filmi Duvar’ı tamamlamış; Ankara Merkez Cezaevi’ndeki çocuk mahkûmları konu alan bu film, onun sinemasal ve siyasal vasiyeti olarak kabul edilmiştir.
Yılmaz Güney hakkında verilmiş mahkûmiyet kararlarının toplamı yüz yıla yaklaşan ceza hükümlerine ulaşmıştır. Bu süreçte filmleri, yazıları ve adının kamusal alanda anılması uzun yıllar boyunca Türkiye’de yasaklanmıştır. Bu yasaklar, ancak ölümünden sonra ve kademeli biçimde kaldırılabilmiştir.
Yılmaz Güney’in özel hayatı, sanatsal üretimi ve siyasal duruşu kadar çelişkili, yoğun ve sarsıcıdır. Kendi hayatını da tıpkı filmlerindeki karakterler gibi sert koşullar, kırılmalar ve uçlarda yaşanan ilişkiler belirlemiştir.
1960’lı yılların başında, yazdığı bir öykü nedeniyle aldığı sürgün cezası sırasında Konya’da bulunduğu dönemde Birten Ünal ile tanıştı. Bu ilişkiden, 1966 yılında Elif adını verdikleri bir kız çocuğu dünyaya geldi. Güney, evlilik dışı doğan kızının hayatında sorumluluk almaya özen göstermiş; ilerleyen yıllarda kurduğu yeni evliliklere rağmen Elif’le bağını koparmamıştır. Ancak bu ilişki, Güney’in yaşamındaki ilk büyük duygusal kopuşlardan biri olarak kayda geçmiştir.
Aynı yıllarda Türkiye Güzeli seçilmiş olan Nebahat Çehre ile başlayan ilişkisi, hem büyük bir tutkuya hem de derin bir çatışmaya dayanıyordu. Çehre ile 1967 yılında evlenen Güney’in bu evliliği kısa sürmüş; 1968’de sona ermiştir. Bu birliktelik, tarafların yıllar sonra da doğruladığı üzere, zaman zaman şiddet içeren, psikolojik ve fiziksel olarak yıpratıcı bir ilişki olmuştur. Çehre, farklı tarihlerde verdiği röportajlarda, ilişkinin sevgiyle başladığını ancak zamanla korkuya ve güvensizliğe dönüştüğünü ifade etmiştir. Güney’in öfke kontrolü sorunları ve fevri davranışları, bu evliliğin sürdürülemez hâle gelmesinde belirleyici olmuştur.
Nebahat Çehre ile yollarını ayırmasının ardından Güney, 1970 yılında Fatoş Güney (asıl adıyla Jale Fatma Süleymangil) ile evlendi. Bu evlilik, Yılmaz Güney’in hayatındaki en uzun soluklu ve istikrarlı birliktelik oldu. Çiftin 1971 yılında Remzi Yılmaz adını verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Fatoş Güney, yalnızca eş olarak değil; Güney’in cezaevi yıllarında, firar sürecinde ve sürgün hayatında da onun en yakın destekçisi oldu. 1981’de Güney’in cezaevinden kaçışının ardından Fransa’ya gidişinde de yanında yer aldı ve ölümüne dek onunla birlikte yaşadı.
Fatoş Güney, aynı zamanda Yılmaz Güney’in sinemasal mirasının korunmasında ve aktarılmasında aktif bir rol üstlendi. Son filmi Duvar’da reji asistanı olarak çalışması, bu ortaklığın sanatsal boyutunu da görünür kıldı.
Yılmaz Güney’in özel hayatı, büyük tutkular, derin kırılmalar ve telafisi zor yaralarla örülüdür. Onun kadınlarla kurduğu ilişkiler, hem sevgi ve bağlılık hem de güç, öfke ve tahakküm meselelerini iç içe barındırır. Bu yönüyle Güney, yalnızca sinemasında değil, kendi hayatında da çelişkilerle dolu bir figür olarak durur.
Yılmaz Güney, yalnızca bir sinemacı değil; edebiyatla düşünmüş, kelimeyle kavga etmiş, anlatıyı yazıdan perdeye taşıyan bir yazardı. Onun sineması, çoğu zaman kalemin önce yürüdüğü, kameranın ardından geldiği bir yaratım sürecinin ürünüdür.
Güney’in yazarlığı, senaryoyla sınırlı değildir. Roman, öykü, mektup ve şiir türlerinde verdiği eserler, onun dünyayı algılayış biçiminin sinemadan önce ve sinemanın ötesinde kurulduğunu gösterir. Bugün senaryosunu yazdığı pek çok filmin metinlerinin kitap olarak yayımlanıyor olması, bu metinlerin yalnızca “çekim taslağı” değil, başlı başına edebî değer taşıdığını da ortaya koyar.
1971 yılında yayımlanan Boynu Bükük Öldüler, Güney’in edebiyatçı yönünün en güçlü kanıtlarından biridir. Roman, yayımlandığı yıl Orhan Kemal Roman Armağanı’na layık görülerek, Güney’in yazarlığını sinemasının gölgesinden çıkaran önemli bir eşik oluşturmuştur. Bu metinde de, filmlerinde sıkça rastlanan temalar belirgindir: yoksulluk, kader, çıkışsızlık, sınıfsal baskı ve insan onurunun sınandığı anlar.
Cezaevi yılları, Güney’in edebiyat üretiminde ayrı bir yer tutar. Selimiye Cezaevi’nde kaleme aldığı ve sonradan Selimiye Üçlemesi olarak anılan Hücrem, Salpa ve Sanık, yalnızca bireysel bir mahkûmiyet anlatısı değil; devlet, adalet ve suç kavramları üzerine sert bir toplumsal sorgulama niteliği taşır. Bu metinlerde hapishane, bir mekândan çok bir zihinsel durum olarak ele alınır.
Güney’in mektupları ve kısa anlatıları da edebî mirasının önemli parçalarıdır. Selimiye Mektupları ve Oğluma Hikâyeler, onun hem baba kimliğini hem de içerideyken dışarıyla kurmaya çalıştığı kırılgan bağı görünür kılar. Daha kısa metinlerden oluşan öykü kitaplarında ise, gündelik hayatın sert ayrıntıları, yalın ama sarsıcı bir dil aracılığıyla aktarılır.
Şiir, Güney’in edebiyatında daha az bilinen ama ihmal edilemeyecek bir damardır. Yazdığı şiirler, biçimsel iddiadan çok duygusal yoğunluğa yaslanır. Yaşam, sevgi, dostluk ve mücadele temaları bu şiirlerde doğrudan, süssüz ve zaman zaman sloganı andıran bir açıklıkla dile gelir. Arkadaş şiirinin daha sonra şarkı olarak seslendirilmesi, Güney’in kelimesinin dolaşıma girme biçimlerinden biridir.
Yılmaz Güney’in edebiyatı, bağımsız bir “yazar kariyeri”nden çok, bütünlüklü bir dünya tasavvurunun parçasıdır. Onun romanı da, senaryosu da, şiiri de aynı yerden konuşur: Kenarda kalanın, sesi bastırılanın, hayata tutunmaya çalışanın yerinden. Bu nedenle Güney’i yalnızca “sinema yapan bir yazar” ya da “yazan bir sinemacı” olarak değil; anlatıyı farklı mecralarda sürdüren bir hikâye anlatıcısı olarak okumak gerekir.
► Yılmaz Güney neden “Çirkin Kral” olarak anıldı?
Yeşilçam’ın yakışıklı yıldız kalıbına uymayan görünüşü, asi rolleri ve sert tavrı bu lakabı doğurdu; zamanla bu ad bir direniş simgesine dönüştü. Güney’e “Çirkin Kral” sıfatını ilk yakıştıran kişi yine Güney’in kendisiydi. Her ne kadar dönemin Milliyet gazetesi magazin muhabiri Tarık Dursun K.’ya yakıştırılsa da bu durum…
► Güney sineması neden politik kabul edilir?
Çünkü filmleri bireysel dramdan çok sınıfsal yapıları, devlet–vatandaş ilişkisini ve sistemsel adaletsizliği merkeze alır.
► Cezaevi süreci sinemasını nasıl etkiledi?
Hapishane, onun sinemasında mekânsal bir daralmadan çok düşünsel bir derinleşme yarattı; anlatılar daha sert ve simgesel hâle geldi.
► “Yol” neden bu kadar önemlidir?
Türkiye’nin toplumsal yapısını, devlet baskısını ve bireyin sıkışmışlığını evrensel bir dille anlatabildiği için.
► Yılmaz Güney hâlâ neden tartışılıyor?
Çünkü hem sanatsal mirası hem de kişisel yaşamı, ahlâk, siyaset ve sanat ilişkisini sorgulamaya devam ediyor.
Yılmaz Güney, belgesellerde, romanlarda, müzikte ve politik söylemde sıkça referans verilen bir figürdür. Filmleri restorasyonlarla yeniden gösterime girerken, yaşamı da çoğu zaman “efsane” ile “çatışma” arasında anlatılır. Güney, popüler kültürde hem bir sinema ustası hem de politik bir simge olarak varlığını sürdürür.
Yılmaz Güney, Türk sinemasında konforlu anlatıları parçalayan, estetikle siyaseti karşı karşıya getiren bir eşiktir. Onun sineması, izleyiciyi rahatlatmaz; rahatsız eder, soru sordurur ve taraf olmaya zorlar. Bu nedenle Güney, yalnızca izlenen değil, hesaplaşılan bir sinemacıdır.
► BAĞIMSIZ SİNEMA
► AUTEUR
► CANNES FİLM FESTİVALİ
► BAĞIMSIZ YÖNETMEN
► POPÜLER KÜLTÜR