Kelâm, imanın susmadığı; sorularla derinleştiği bir düşünme biçimidir. İnanç, burada sezgiyle değil, akıl yürütmeyle kendini savunur.
Kelâm (İng. Islamic theology; Alm. Islamische Theologie; Fra. théologie islamique), İslam inanç esaslarını aklî ve mantıkî delillerle temellendirmeyi amaçlayan düşünce ve ilim disiplinidir. Kelâm, iman konularını nakle dayalı olarak aktarmakla yetinmez; onları sorgular, tartışır ve savunur. Bu yönüyle kelâm, dinî inancı eleştiriye kapatmayan, aksine eleştiriyle güçlendirmeyi hedefleyen bir yaklaşım geliştirir.
Kelâm ilmi, başta Allah’ın varlığı ve sıfatları, nübüvvet, vahiy, kader, özgür irade, iman–amel ilişkisi gibi temel meseleleri konu edinir. Amaç, inancı zayıflatmak değil; onu aklın imkânlarıyla sağlamlaştırmaktır.
Kelâm, İslam’ın ilk dönemlerinde doğrudan bir ilim dalı olarak ortaya çıkmaz; ihtiyaçtan doğar. Farklı kültürlerle temas, felsefi mirasla karşılaşma ve mezhepler arası tartışmalar, inanç meselelerinin sistemli biçimde ele alınmasını zorunlu kılar. Bu süreçte kelâm, savunmacı bir disiplin olarak şekillenir.
Erken dönemde Kaderiye, Cebriye ve Mürcie gibi akımlar etrafında yoğunlaşan tartışmalar, kelâmın yöntemlerini belirler. Ardından Mutezile, aklı merkeze alan yaklaşımıyla kelâm düşüncesine güçlü bir yön verir. Buna karşılık Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik, akıl ile nakil arasında denge kurmaya çalışan çizgileri temsil eder.
Ortaçağ İslam dünyasında kelâm, felsefe ile iç içe geçer; özellikle Farabî, İbn Sina ve Gazâlî sonrası dönemde kelâm, yalnızca savunma değil, aynı zamanda teorik bir düşünme alanı hâline gelir. Modern dönemde ise kelâm, bilim, sekülerleşme ve çağdaş etik sorunlar karşısında yeniden düşünülmesi gereken bir alan olarak ele alınır.
Kelâm ilmi, ne yalnızca İslâm’ın kendi iç dinamiklerinin ne de bütünüyle dış kültürlerin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Aksine, iç dinî-siyasî tartışmalar ile dış din ve felsefî karşılaşmaların ortak basıncı, kelâm düşüncesini zorunlu kılmıştır. Modern araştırmalar, kelâmın doğuşunu tek bir kaynağa indirgeme çabalarının yetersiz kaldığını; bu disiplinin, çok katmanlı bir tarihsel ihtiyaçtan doğduğunu ortaya koyar.
İslâm’ın yayılmasıyla birlikte Müslümanlar, hem Kur’an’daki müteşâbih ifadeleri yorumlama ihtiyacıyla hem de iman, kader, büyük günah, özgür irade gibi meselelerde artan sorularla yüzleşmiştir. Kur’an’ın aklı, tefekkürü ve gözlemi teşvik eden dili; taklidi eleştiren yaklaşımı, inancı aklî temellere oturtma yönünde güçlü bir düşünsel zemin hazırlamıştır. Bu durum, kelâmın yalnızca savunmacı değil, kurucu bir aklî faaliyet olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra özellikle hilâfet tartışmaları, Cemel ve Sıffîn savaşları, tekfir meselesi, iman–amel ilişkisi ve kader anlayışı etrafında yoğunlaşan siyasî ve itikadî ayrışmalar, kelâmın iç sebeplerini oluşturur. Hâricîlik, Mürcie, Kaderiye ve Cebriye gibi erken dönem fırkalar, bu tartışmaların düşünsel izdüşümleridir. Emevî iktidarının cebir anlayışını siyasal meşruiyet aracı olarak kullanması da kelâmî refleksleri güçlendirmiştir.
Buna paralel olarak, Müslümanların Hıristiyanlık, Yahudilik ve eski Doğu dinleriyle teması; özellikle Grek felsefesinin tercümeler yoluyla İslâm dünyasına girişi, kelâmın dış sebeplerini oluşturmuştur. Hıristiyan teologlarla yapılan tartışmalar, Allah’ın sıfatları, Kur’an’ın yaratılmışlığı ve ilâhî kelâm gibi meselelerin sistematik biçimde ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Yabancı din mensuplarının felsefî argümanlar kullanması, Müslüman âlimleri de felsefî yöntemlerle düşünmeye sevk etmiştir.
Bu ortamda Cehmiyye ve Mu‘tezile, aklı merkeze alan kelâm yöntemini belirgin biçimde kullanan ilk ekoller olarak ortaya çıkmıştır. Mu‘tezile, nasları aklın ışığında yorumlamayı esas alarak adalet, tevhid ve insan özgürlüğü gibi ilkeleri sistemleştirmiştir. Buna karşılık, Selefî çizgi kelâma mesafeli durmuş; Ehl-i sünnet içinde ise Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik, akıl ile nakil arasında denge kuran Sünnî kelâm ekollerini oluşturmuştur.
Zamanla kelâm, yalnızca inanç savunusu yapan bir disiplin olmaktan çıkmış; kendine özgü yöntemleri, kavramları ve istidlâl biçimleriyle İslâm düşüncesinin merkezî ilimlerinden biri hâline gelmiştir. Böylece kelâm, tarihsel çatışmaların ürünü olduğu kadar, İslâm’ın düşünsel olgunlaşma sürecinin de temel göstergelerinden biri olmuştur.
Gazzâlî ile başlayan sonraki dönem, kelâmın yalnızca tartışma başlıklarını değil, düşünme ve delillendirme biçimini de dönüştürür. Gazzâlî, klasik mantığı İslâm ilimleri içinde meşrulaştırarak kelâmın yöntem dünyasını genişletmiş; mantık kurallarıyla uyuşmadığı düşünülen bazı tartışma tekniklerini eleştirmiş; felsefeyi ise “rakip” olduğu kadar “tanınması gereken bir dil” olarak görüp kelâmın savunma imkânlarını artırmıştır. Ayrıca tasavvuf ile kelâmı uzlaştırmaya dönük çabası, kelâmın salt aklî savunma çizgisini daha geniş bir manevî ufka açmıştır. Bu açılım, kendisinden sonra gelen âlimlerce benimsenmiş ve daha ileri taşınmıştır.
Bu dönemde Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî ve Kādî Beyzâvî gibi isimlerle kelâm eserlerinde felsefî bahislerin hacmi büyümüş, kelâmın “inanç problemlerini savunma” yönü felsefî tartışmalarla daha yoğun bir ilişkiye girmiştir. Buna karşılık müteahhir Selef çizgisinde İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi âlimler, kelâm–felsefe–tasavvuf eksenindeki bu genişlemeyi eleştirmiş; muhafazakâr geleneği güçlendirmeye çalışırken aklı bütünüyle dışlamayan bir tutum geliştirmiştir. Aynı yüzyıllarda tasavvufî düşünce, İbnü’l-Arabî ile daha felsefî bir karakter kazanarak geniş çevrelere yayılmıştır.
Adudüddin el-Îcî’den itibaren kelâmda şerh ve hâşiye geleneğinin yerleşmesi, üretkenliği bir ölçüde “metin üzerine metin” biçimine kaydırmış; Teftâzânî, Cürcânî ve Devvânî gibi isimlerle bu gelenek zirveye ulaşırken kelâmın yaratıcı hamlesinin zayıfladığı, dolayısıyla bir gerileme ikliminin belirdiği değerlendirilmiştir.
XIX. yüzyılda İslâm dünyasının Batı’yla yoğun teması, kelâmı yeni bir eşiğe getirir. Pozitif bilimlerin ilerleyişi ve Batı’daki dünyevîleşme süreci; materyalizm, evrimcilik, pozitivizm ve Freudizm gibi akımların dine dönük eleştirilerini görünür kılmış, bu eleştiriler tercümeler ve modern eğitim yoluyla İslâm coğrafyasına taşınmıştır. Bu noktada klasik kelâmın bazı delil ve istidlâl biçimleri yetersiz görünmeye başlamış; pek çok aydın ve âlim “Yeni İlm-i Kelâm” ihtiyacını dillendirmiştir. Bu yeni yönelim, bir yandan ilk kaynaklara dönüş ve yorumlama tekniğini geliştirme çabasıyla; diğer yandan çağdaş itirazları karşılayacak yeni bir savunma dili kurma gayretiyle şekillenmiştir.
Yeni devir kelâmcıları, Allah’ın varlığı meselesini merkeze alıp gaye ve nizam deliline daha fazla önem vermiş; mekanizmin ve materyalist evrimin iddialarını eleştirmiş; pozitivizmi ve Freudizmi, dayandıkları varsayımlar bakımından tartışmaya açmıştır. Kader anlayışının insan iradesini yok etmediği vurgulanmış; nübüvvet daha çok peygamberin getirdiği hidayet bilgisi üzerinden temellendirilmiştir. Bunun yanında bazı isimler, “inancı bilimselleştirme” eğilimiyle gaybî varlıkları maddî yorumlarla açıklamaya çalışmış; bu yaklaşım ise yeni kelâm içinde tartışmalı bir damar olarak kalmıştır. Din–bilim ilişkisi ve kadının toplumsal statüsü gibi klasik dönemde merkezde olmayan başlıkların kelâmın alanına girmesi de bu yenilenmenin belirgin işaretlerindendir.
Sonuçta yeni kelâm hareketi, kimi zaman Batı’da bile kalıcılaşmayan bazı teorilere fazla yaslanma riskini taşımış olsa da; klasik kültürü yeniden tartışmaya açmayı, taklide dayalı güveni sarsmayı ve geçmişle bağı koparmadan yeni bir dinî düşünce imkânı üretmeyi başarmıştır. Bu süreç, kelâmın her çağda yenilenmesi gerektiği fikrini güçlendirmiş; vahyin temelinde kalarak hem akla hem kalbe hitap eden, iman bilincini canlı tutan bir yöntem ihtiyacını daha görünür kılmıştır.
► Kelâm ile fıkıh arasındaki fark nedir?
Fıkıh, davranışları; kelâm ise inançları konu edinir. Biri “ne yapılmalı?”, diğeri “neye inanılmalı?” sorusunu sorar.
► Kelâm aklı mı, vahyi mi önceleyen bir ilimdir?
Kelâm, vahyi esas alır; ancak vahyi anlamada ve savunmada aklı vazgeçilmez görür.
► Kelâm felsefe midir?
Hayır. Felsefeden yararlanır ama amacı felsefi hakikat değil, dinî inancın temellendirilmesidir.
► Kelâm neden tartışmalı bir alan olmuştur?
Çünkü aklı merkeze alması, bazı çevrelerde inancın zedelendiği endişesini doğurmuştur.
► Bugün kelâma ihtiyaç var mı?
Evet. Modern sorulara klasik cevaplar yetmediğinde, kelâm düşüncesi yeniden işlev kazanır.
Kelâm, popüler kültürde doğrudan görünür değildir; ancak inanç–akıl çatışmasını işleyen romanlarda, filmlerde ve dizilerde dolaylı biçimde yer alır. Özellikle Tanrı’nın varlığı, kader, özgür irade ve kötülük problemi gibi temalar, kelâm tartışmalarının modern anlatılardaki izdüşümleridir.
Kelâm, imanı korumak için susmayı değil, konuşmayı seçer. İnancı mutlak bir sessizlikle değil, soru sorarak ve cevap arayarak diri tutar. Bu nedenle kelâm, yalnızca geçmişin bir tartışma alanı değil; her dönemde yeniden kurulması gereken bir düşünme biçimidir.