Modern hayatın ritmi artık ilerlemeyi değil, tükenmişliği üretiyor. Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu’nda söylediği gibi, çağ “yapabilirsin” söylemiyle baştan çıkarırken kişiyi, aynı anda içten içe çürütüyor; başarı mitinin parlak yüzü, görünmez bir yorgunluk tabakasıyla kaplanıyor. Toplum, bir zamanlar geleceği kuran coşkunun yerini alan bitkinlik duygusuyla hareket eder hâle geliyor; her adım, her tercih, her ilişki bu bitkinliğin estetik formlarına dönüşüyor.
Bu dönüşüm kültürel üretime de sızıyor. Sinema, edebiyat, televizyon, müzik… Hepsi birer barometre gibi çağın tükenmişliğini kaydediyor. Mark Fisher, Capitalist Realism’da bu ruh hâlini “geleceğin imkânsızlaşması” olarak tanımlar; insanın ‘yarın’ fikriyle kurduğu bağ gevşedikçe umut, bir duygudan ziyade bir retorik malzemesine dönüşür. Reklam dili daha parlak, motivasyon konuşmaları daha yüksek perdeden bağırsa bile altta derin bir yorgunluk titreşir.
Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramı, sanki bugünler için söylenmiş gibi. İlişkilerin, işlerin, hayallerin, kimliklerin hızla çözülüp yeniden kurulduğu bir dünyada kişi tutunacak bir zemin bulamıyor ve sürekli kendini tamir etmek zorunda kalıyor. Tamir edemediği yerde kozmetik bir katmanla örtmeye çalışıyor. Yorgunluk; büyük sözler değil, düşük enerjiyle yapılan hayatta kalma hamleleri olarak zuhur ediyor.
Türkiye’de bu estetik özellikle şehir yaşamında yoğun hissedilir. Metrobüsün kalabalığında, plaza koridorlarının steril ışığında, akşam eve dönen insanların yüz çizgilerinde “umudun çözülüşü” okunur. Sosyal medyada dolaşan absürt mizah, yorgunluğun kalkanı gibidir; gülerek geçiştirilir, fakat gülüşün ardında bir boşalma, bir kopma duygusu gizlidir.
Böyle bir dönemde kültür “yorgunluğu estetize etme” görevini üstlenir. Filmler, diziler, şarkılar eskisi gibi coşku vaat etmez; hayal kurmayı değil, hayatta kalmayı anlatır. Bu daha başlangıçtır. Yorgunluğun bir duygu olmaktan çıkıp bir hayat biçimine dönüştüğü dönemin kapısındayız.
Türk Kültüründe Yorgunluğun Manzarası: Diziler, Filmler, Reklamlar, Şarkılar
Türkiye’de son on beş yılın kültürel manzarasına bakıldığında, Han’ın tarif ettiği yorgunluk duygusunun bütün bir temsil dünyasını belirleyen estetik bir katman olduğu görülür. Dizilerin karanlık tonlarında, filmlerin ağır akışında, reklâmların sahte coşkusunda, pop müziğin bile düşük tansiyonlu ritminde aynı titreşim dolaşır: Tükenmişlik artık anlatının merkezidir.
Dizilerden başlayalım. Bir zamanlar mahalle sıcaklığını, aile içi çatışmalarını ya da büyük aşkları işleyen yapımlar yerini ağır tempolu, içinden çıkılmaz karanlık hikâyelere bırakır. Ezel, Suskunlar, Kırmızı Oda, Masum, Şahsiyet, Kara Para Aşk gibi dizilerde karakterlerin derin bir ruh kırığıyla dolaştığı, geleceğin hep puslu bir perde arkasında saklandığı görülür. Bu, basit bir dramatik tercih değildir; toplumun ruh hâlini yankılayan bir estetik kaymadır. Umut, artık senaryonun taşıyıcı unsuru olmaktan vazgeçmiş, kayıp öğeliğe evrilmiştir.
Sinema perdesi de benzer bir duygu üretir. Nuri Bilge Ceylan’ın uzun planlarındaki dinginlik, aslında bir tükenmişliğin ifadesidir; Zeki Demirkubuz’un karakterleri, kendi karanlıklarıyla yaşlanmış insanlardır; Emin Alper’in filmlerinde toplum, bir tür toplu çöküşün, sinir krizinin eşiğindedir. Kimsenin koşmadığı, herkesin soluk soluğa yaşadığı bir sinema dili… Türkiye sinemasında coşkunun yerini düşük ivmeli bir varoluşsal ağırlık almış gibi; sanki her sahne “devam etmek” dışında hiçbir şey önermeyen bir dünyayı kayda geçirmekte.
Reklâmlar da bu ruh hâlinin panoraması gibi. Bir zamanların cıvıl cıvıl, parlak kent hayatı temsilleri giderek yerini “yorulmuş birey”in hikâyesine bırakmış durumda. Bir fincan kahve sabahı kurtaran mucize, bir enerji içeceği iş yükünün üstesinden gelen sahte kahraman, bir deterjan markası aile yorgunluğunu hafifleten son merhamet… Hepsinde ortak bir yanık damar… Reklam dili, Mark Fisher’ın “kapitalist gerçekçilik” dediği çaresiz kabullenişle uyumlu biçimde: İnsanın bitkinliği pazarlanıyor.
Pop müzikte bu yorgunluk daha da görünür vaziyette. 90’ların enerjik ritimleri, 2000’lerin arabesk-pop sentezinin güçlü duygulanımı yerini düşük BPM’li, yarı fısıltı hâlindeki şarkılara bırakıyor yavaş yavaş. Şarkıcılar sanki hep bir gece yarısı yorgunluğunda konuşuyor; nakaratlar iç çekiş edasında.
Bu tabloya topluca bakınca, Türkiye’de kültürel üretimin uzun süredir “umutlu hikâyeler” anlatmadığı fark edilir. Popüler kültür bir ayna tutar ve o aynada görünen şey şudur: İnsan, fena halde yıpranmıştır! Sevdiğine kavuşmaktan çok ayrılık yükünü taşır; mücadele etmekten çok sürüklenir; hayal kurmaktan çok erteler. Hep bir gecikmişlik hâli. Hep bir erteleme, öteleme…
Tam da bu nedenle “yorgunluk estetiği”, toplumsal ruh hâlinin ete kemiğe bürünmüş hâli. Dizi, film, reklâm ve müzik, bu estetiğin dört ayrı yüzünü gösteriyor; her biri de aynı sorunun etrafında dönüyor: İnsan neden kendine ait olmayan bir ritimde yaşamaya zorlanır?
Yorgunluğun Kökeni: Neoliberal Ruh, Bitmeyen Performans, Sonsuz Şimdi
Yorgunluk estetiğini anlamak için yüzeydeki kültürel ürünlere, o ürünlerin beslendiği yapısal dönüşüme bakmak gerekir. Byung-Chul Han’ın “Yorgunluk Toplumu”nda tarif ettiği temel iddia şudur: Modern insan dışsal baskının değil, içsel zorlamanın öznesidir artık. Kimse ona “çalış” demez; o kendi kendine “daha çok çalışmalıyım, daha iyi olmalıyım, daha üretken olmalıyım” der. Kapitalizm, bir disiplin rejimi olmaktan çıkar, bir performans rejimine dönüşür. Ve ironik biçimde bu özgürlük vaadi, insanı tükenmeye sürükler.
Türkiye’deki kültürel üretimin ruh hâli de buna benzer. Dizilerde sürekli kendini kanıtlamaya çalışan karakterler, filmlerde hayatın ağırlığını taşımaktan bitap düşen insanlar, şarkılarda “artık yoruldum” diyen iç ses… Hepsi neoliberal öznenin görünmez ağırlığını taşır. Bu ağırlık hem fiziksel hem zihinsel hem de duygusaldır. İnsan artık kendi kendinin işvereni, kendi kendinin bekçisi ve kendi kendinin cezalandırıcısıdır. Bu içe çökmüş baskı hâli, estetiği belirleyen asıl zemindir.
“Başka türlü bir hayat” tasavvur edilemez. Umut, nostaljiye dönüşür. İnsan artık geleceği hayali kurmaz; günü kurtarma telaşındadır çünkü. Bu yüzden kültürel ürünler de geleceğe açılmaz; şimdinin yorgunluğunda sıkışıp kalır. Hikâyeler hep aynı yerden başlar, aynı ağırlıkla ilerler, aynı karanlıkta biter.
İlişkilerden kimliklere, işlerden adreslere kadar her şeyin sürekli değiştiği bir dünyada insan kendini hiçbir yere sabitleyemez. Kalıcılık duygusu yok olur; geçicilik kuşatıcı bir varoluş haline gelir. Bu da insanı sürekli bir “kırılma anı”nda yaşatır. Ne geçmiş tam anlamıyla arkadadır, ne gelecek tam anlamıyla öndedir. Var olan şey, bitmek bilmeyen bir “şimdi”dir. Dizilerin sonsuz sezonları, filmlerdeki durgun zaman algısı ve pop müziğin döngüsel hikâyeleri bu akışkanlığın dilsel karşılıklarıdır.
Ekonomik belirsizlik, siyasal gerilim, toplumsal güvensizlik… Bunların her biri bireyi hem psikolojik hem duygusal olarak yorar. Kültürel üretim, bu yorgunluğu estetize ederek yeniden dağıtır. Ortaya çıkan şey bir sanat akımı değil; toplumsal ruhun görünür hâlidir.
“Umut neden tükendi?” sorusunun cevabı tek bir krizde ya da tek bir nesilde değil. Umut, ritmini kaybetmiş bir çağın doğal kaybı. Yorgunluk estetiği ise bu kaybın hem belirtisi hem kaydı. İnsanın içten içe çöktüğü, dışarıdan güçlü görünmeye çalıştığı bir çağda sanatın da aynı ikilemi yaşaması kaçınılmaz elbette: Parlak bir yüzey, yıpranmış bir iç dünya.
Umut Neyi Kaybetti, İnsan Nerede Eksildi?
Yorgunluk estetiğinin bugün kültürde bu denli baskın hâle gelmesi, yalnız ekonomik çöküntülerin, siyasal gerilimlerin ya da sosyal medyanın bitmeyen hızının sonucu değil. Daha kökensel, daha sessiz bir kırılmadan söz ediyoruz: insanın kendini yeniden kuracak enerjiyi kaybetmesinden. Byung-Chul Han’ın “pozitiflik patlaması” diye adlandırdığı şey —herkesin her an “iyi olma” zorunluluğu— aslında koca bir çaresizliği gizler. Sürekli iyi görünmeye zorlanan özne, içten içe tükenir ve tükenen öznenin ürettiği sanat da aynı ağırlığı taşır.
Artık filmlerde kahraman arketipi yok; “yorgun adam” ya da “yorgun kadın” var. Dizilerde ertelenmiş çöküntü var. Şarkılar bir düşüşün yankısını taşıyor. Sanki herkes, her şeyden önce kendini teselli etmeye çalışıyor.
Toplumun ruh hâli kültürel üretimle at başı: Kayıp, yas, yılgınlık, kronik güvensizlik, kaygı ve kaygı… hepsi sanatın sessiz alt metnine sızıyor. Filmlerdeki loş ışık, dizilerdeki bitmeyen beklenti, şarkılardaki hafif kırgınlık hep aynı yerden geliyor.
Bu nedenle bugün sanatçıların büyük kısmı yeni söz bulmakta zorlanıyor. Umudu anlatmak, kaynağı kurumuş bir nehirden su taşımak kadar güç. “İyi olacağız” klişesi, gerçek bir geleceği imlemek yerine, bugünün ağırlığını biraz daha görünmez kılmaya yarıyor. Umudun estetize edilmesi bile yorucu… Sanat, bir tür “hayatta kalma nefesi”ne dönüşmüş durumda.
Mark Fisher’ın ölmeden kısa bir süre önce söylediği bir cümle, bu ruh hâlini tam yerinden kavrar: “Geleceği kaybettik; geriye yalnızca bugünü idare etmek kaldı.” Fakat burada asıl büyük soru şu: Umut gerçekten mi bitti, yoksa onu tarif etmek için kullandığımız dil mi çöktü?
Belki de geleceği kaybetmedik; sadece geleceği nasıl hayal edeceğimizi unuttuk. Belki de yorgunluk estetiği yeni bir başlangıcın eşiği…
Asıl soru: Bir toplum geleceğe inanmayı bıraktığında, sanat yeniden nasıl nefes alır?
Bu sorunun cevabı henüz bilinmiyor. Cevabı bulacak olan da belki biz değiliz… Fakat bugün yorgunluğun tortusunu kayda geçirmek, geleceğin mümkün olacağı yeni bir dili hazırlamanın ilk adımı olabilir.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
