Fotoğraf: Selahattin Sevi
Toplumsal kırılmaların en görünmez, en sessiz ve çoğu zaman en kalıcı izleri çocuklarda birikir. Bugün dünya üzerinde 47 milyon çocuk, savaş, doğal afet, şiddet, soykırım veya sistematik baskı nedeniyle zorla yerinden edilmiş olmanın yükünü taşımaktadır (UNHCR,2023). Milyonlarca çocuğun yaşadığı bu büyük kopuşlar – ev, okul, arkadaş çevresi, dil, sosyal bağlar – onların gelişimsel sistemlerinde derin yaralar açmaktadır.
Bu koşullar altında yetişen çocuklar, klasik eğitim modelleriyle bütünüyle açıklanamayacak türde yeni bir kırılganlık düzeyini tecrübe ediyor. İşte tam da bu nedenle Acil Durum Pedagojisi (Emergency Pedagogy), çağımızın vazgeçilmez bir insani yaklaşım alanına dönüşmüş durumda. Eğitim, kriz zamanlarında sadece bilgi aktarımının ötesine geçer; iyileşme, güven inşası ve yeniden bağ kurmanın birleştiği bir yaşam mekânı olur.
Travma yalnızca bir ruh hâli değildir; beden, bellek, nörolojik sistemi aynı anda etkileyen çok katmanlı bir süreçtir. Travma uzmanı Bessel van der Kolk’un da vurguladığı gibi, travma “beynin güvenlik merkezine çakılı kalan bir alarm hali” yaratır. Çünkü kriz altındaki bir zihin öğrenmeye değil, sadece hayatta kalmaya odaklanır.
Bruce Perry’nin nörogelişimsel modeli ise kritik bir gerçeği hatırlatır: Güvenli ve ritmik bağlar yeniden kurulmadan çocuğun öğrenme kapasitesi tam anlamıyla aktive edilemez. Bu nedenle kriz dönemlerinde sadece müfredata odaklanmak, pedagojik gerçekliği göz ardı etmek demektir. Acil Durum Pedagojisi, bilinçsel öğrenmeye geçmeden önce, çocuğun duygusal olarak stabilize olmasını hedefler.
Acil Durum Pedagojisinin neden zorunlu bir alan hâline geldiğini küresel veriler çarpıcı biçimde gösteriyor.
UNHCR’nin 2023 yıl sonu verilerine göre çatışma, şiddet veya zulüm nedeniyle zorla yerinden edilmiş 117,3 milyon insanın yaklaşık yüzde 40’ı çocuklardan oluşuyor. Bu da dünya üzerinde bugün yaklaşık 47 milyon çocuğun zorla yerinden edilme koşullarında yaşadığı anlamına geliyor.
Buna, gönüllü ya da ekonomik nedenlerle ülkesi dışında yaşayan çocuklar da eklenince tablo daha da genişliyor. UNICEF ve UN DESA’nın verileri, 2020 yılı itibarıyla doğduğu ülkenin dışında yaşayan uluslararası göçmen çocuk sayısının 36 milyona ulaştığını gösteriyor. Bu çocuklar küresel göçmen nüfusunun yaklaşık yüzde 13’ünü oluşturuyor. Bu rakamlar, çocukluğun dünya genelinde nasıl yeniden tanımlandığını gösteren güçlü bir işaret. Zorla ya da gönüllü yer değiştirme, çocukları yalnızca bir coğrafyadan değil; kendi dillerinden, toplumsal bellekten, köklerinden ve en önemlisi güven duygusundan koparıyor.
Yıllar önce Ankara’da görev yaptığım okulun yürüttüğü bir dayanışma programı çerçevesinde, ülkesinden zorla ayrılmak zorunda bırakılmış bir aileyi ziyaret etmiştim. Ailenin üç çocuğu vardı. On iki aylık bir bebek, sekiz yaşındaki Talha ve on beş yaşında bir ergen… Ziyaret sırasında Talha’nın elinde sıkıca tuttuğu küçük oyuncak araba hemen dikkatimi çekmişti. Oyuncağa gösterdiği özen, sıradan bir eşyadan çok daha fazlasını temsil ettiğini hissettiriyordu. Dikkatimin oraya kaydığını fark eden Talha’nın annesi Leyla Hanım, hafifçe duraksayarak açıklama yaptı: “Evimizden ayrıldığımız günden beri onu hiç bırakmadı.” Talha bir konuda diğer akranlarına göre şanslıydı. Leyla Hanım kültürlü ve çocuk psikolojisini bilen bir hanımefendiydi. Bu basit görünen nesnenin, Donald Winnicott’ın “geçiş nesnesi” kavramıyla birebir örtüştüğünü o anda daha net görmüştüm.
Sürgün, çocuğun dünyasını bir anda yerinden eden çok katmanlı bir kopuştur; tanıdık sesler, kokular, insanlar ve rutinler bir gecede kaybolur. Bu ani belirsizlik içinde çocuk, eski yaşamından taşıdığı herhangi bir nesneyi yalnızca bir hatıra değil, psikolojik bir sığınak olarak kullanır. Winnicott’a göre geçiş nesnesi, çocuğun hem geride bıraktığı dünyayla bağını sürdürmesini sağlar hem de yeni ortama uyumlanma sürecinde duygusal düzenlemeyi mümkün kılar. Oyuncak tam da bu nedenle onun için bir güvenlik çapasına, bir kimlik tutamağına dönüşmüştü. Travma literatürü bu nesnelerin, kaotik dönemlerde sinir sistemini istikrara kavuşturan sembolik köprüler olduğunu söyler.
John Berry’nin kültürleşme modeli ise bu kopuş ve tutunma sürecinin yönünü anlamamız için önemli bir çerçeve sunar. En sağlıklı uyum biçimi olarak görülen “entegrasyon”, ancak çocuğun eski kimlik unsurlarını koruyabilmesiyle mümkündür. Bu nedenle sürgün çocuklarının yanında taşıdığı nesneler, yalnızca birer hatıra değil; kimliksel sürekliliğin maddi dayanaklarıdır.
Zorunlu yer değiştirme çocukların kimlik gelişiminde en derin sarsıntılardan biridir. Bu, yalnızca bir mekân değişimi değildir; bir dünyadan kopma ve çoğu zaman bir diğerine tutunmaya çalışma hâlidir.
Toplumsal gerginlik dönemlerinde çocuklar, kendilerine ait olmayan “öteki”, “yabancı” ya da “istenmeyen” gibi etiketlerin taşıyıcısı haline gelir. Howard Becker’in etiketleme teorisi ve Erving Goffman’ın damgalama kuramı, toplumsal atıfların çocuğun kendini nasıl eksik veya riskli görmeye başladığını açıklar. Bu damgalama, travmanın zihin ve bedendeki yükünü ikiye katlar.
Acil Durum Pedagojisinin asli hedeflerinden biri, çocuğu taşıdığı politik etiketlerden arındırmak; onu kendi potansiyeli, ihtiyaçları ve bireysel bütünlüğü üzerinden yeniden konumlandırmaktır. John Berry’nin de vurguladığı gibi, en sağlıklı uyum (entegrasyon) ancak eğitim kurumlarının iki yönlü kültürel alanlar yaratmasıyla mümkündür.
Bu pedagoji, mülteci kamplarından afet bölgelerine kadar uzanan uygulamalarda, Paulo Freire’nin özgürleştirici pedagojisinin ruhunu taşır. Eğitim, yalnızca bir öğretim süreci değil yeniden öznelleşme ve yeniden insanlaşma alanıdır da. Henry Giroux’nun sınır pedagojisi yaklaşımı ise kimliğin “ya burada ya orada” değil iki alan arasında bir müzakere ve yaratıcılık süreci olduğunu vurgular. Bu yaklaşım, sürgün ve yerinden edilme koşullarında büyüyen çocukların kimliksel esneklik ve direnci için hayati önemdedir.
Acil Durum Pedagojisi, temel yaklaşımı Waldorf pedagojisinden esinlenir. Çocuğa güvenli bir alan sunmak için somut araçlar kullanır:
1. Ritmik ve Bedensel Faaliyetler: Travmanın bedende yarattığı donmayı çözmek, güven duygusunu ve iç düzeni yeniden inşa etmek için kullanılır. Basit halka oyunları ve ritmik hareketler, kaosun yerini öngörülebilirliğe bırakır.
2. Sanatsal Çalışmalar (Resim, Kil, Müzik): Özellikle dil engeli olan veya yaşadığı travmayı ifade edemeyen (Cathy Caruth) çocuklar için, duygusal yüklerini kelimeler olmadan dışa vurma ve işleme fırsatı sunar.
3. Doğa ile Bağlantı: İyileşme ve yeniden denge bulma için doğal ortamların kullanımı.
4. Masallar ve Hikayeler: Çocukların travmatik olayları sembolik bir düzlemde anlamlandırmasına yardımcı olmasını sağlar.
5. Dilsel ve Kültürel Köprüler: Yeni dil öğretilirken, Jim Cummins’in bulgularına uygun olarak, ana dil ve kültürel miras da desteklenir. Bu, çocuğun kimliksel esnekliğini ve direncini güçlendirir.
Ailelerin yaşadığı travmanın (Daniel Siegel) çocuğa yansımasını hafifletmek için, bu pedagoji aynı zamanda ebeveynlere de destek sunarak, eğitimi bir “toparlanma mekânı”na dönüştürür.
Bugün, 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü. Her çocuğun, hangi coğrafyada doğarsa doğsun, güvenli bir ortamda büyüme, kimlik ve aidiyet hakkı vardır. Talha’nın küçük arabası, yalnızca bir oyuncak değil; aynı zamanda sürgün ve travma koşullarında bir çocuğun temel haklarını simgeleyen sessiz bir hatırlatıcı. Acil Durum Pedagojisi ise çocukların kaybettikleri güveni yeniden kazanmalarını ve kimliklerini yeniden inşa etmelerini sağlayan somut bir araç. Bugün bize hatırlatıyor ki; eğitim yalnızca bilgi aktarmak değil, çocukların yaralarını sarmak, umutlarını yeniden inşa etmek ve geleceklerini kurmak için bir görevdir. Her çocuk, hak ettiği güveni ve umudu bulmak için bizim müdahilemizi bekliyor.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
