Bazı diziler dünyayı anlatır. Pluribus ise insanı anlatıyor. İlk bakışta politik, karanlık ve sistem eleştirisine yaslanan bir yapım gibi görünse de izledikçe aslında çok daha sakin bir yerden konuştuğu hissediliyor. Çok daha içsel bir yerden…
Herkesin yaşadığı ama çoğu zaman adını koyamadığı bir duyguyu görünür kılıyor dizi: Kendimizden kaçarken kaç kişiye dönüştüğümüzü.
Bugün iş yerinde başka, evde başka, internette bambaşka biri olmak neredeyse normal. Öyle çoğalıyoruz ki bir süre sonra “Gerçek ben hangisiydim?” sorusu zihnin kuytularında dolanmaya başlıyor.
Pluribus, bu soruyu bağırarak değil, insanın içine doğru yavaşça söylenen bir fısıltı gibi bırakıyor. Dizi, herkesi aynı zihinsel ağa bağlayan bir dönüşümün ardından bağışıklık sahibi birkaç insanı takip ediyor. Dünyada artık kaos yok, acı yok, çatışma yok… Ama tüm bu “yokluk” aslında başka bir yokluğun işareti: Kimliğin eriyişi.
İki efsane dizi Breaking Bad ve Better Call Saul dizilerinin de yapımcısı Vince Gilligan, burada klasik bilim-kurgu klişelerini parçalıyor; korkuyu yaratıklarla değil, insanın kendi gölgesiyle kuruyor. Apple TV+ ise bu karanlık bilim-kurgu alegorisi için doğru platform olmuş. Geniş bütçe, yüksek kalite ve Gilligan’ın üslubuna yakışır bir estetikle sonuçlanmış bu ortaklık.
Dizinin başrolünde ise Better Call Saul adlı dizideki Kim Wexler rolüylede izleyicinin beğenisini kazanan Rhea Seehorn yer alıyor. Dizide Seehorn’un canlandırdığı yazar karakter bu evrende sadece hayatta kalmaya değil, kendini hatırlamaya çalışıyor. İzlerken, dizinin gerçek canavarının virüs değil virüsün yarattığı tek seslilik olduğunu anlıyor insan.

Dizinin görüntü dili ise şaşırtıcı derecede duygusal. Karanlık, loş ışık, geniş açılar ve ani yakın planlar… Dar koridorlar, geniş ve boş mekanlar… Hepsi karakterlerin ruh halinin dışarıya yansıması gibi. Her sahne sanki izleyiciye şunu söylüyor: “Bir arada olabilirsiniz ama yalnızlıktan kurtulamazsınız.”
Dünyanın tek bir bilinç olduğu sahnelerde bile kamera izleyiciyi kalabalığın dışına atıyor. O kalabalığın sessizliği, izleyicinin içinde bir yerleri ürpertiyor. Dizinin evreninde bir kontrol hissi var; kamera bu baskıyı hissettirmekten hiç çekinmiyor. Ama Pluribus’un asıl derdi dışarıdaki baskı değil. Kısacası esas mesele, insanların kendi içlerinde taşıdığı ağırlık.
‘Kimlik’ kelimesi dizide sık sık karşımıza çıksa da Pluribus bunu akademik bir kavram gibi ele almıyor. Aksine, gündelik hayat kadar sıradan ama bir o kadar da ağır bir gerçeğe işaret ediyor. Bir süre sonra kim olduğunu değil, kim olmaya alıştığını yaşamaya başlıyorsun. Dizinin karakterleri kimliklerini seçmiyor; çoğu sadece ona uygun davranmayı öğrenmiş. Bu pasif alışkanlık, dizinin en büyük kırılma anlarını tetikliyor.
Bir karakter, bir gün aynaya bakıyor ve şunu fark ediyor, yüzünde gördüğü kişi kendi seçtiği kişi değil. Kendi “oluverdiği” biri. Bu fark ediş sahneleri dizinin en sarsıcı anları, çünkü kişisel.
Pluribus yalnızlığı büyük dramatik sahnelerle anlatmıyor. Aksine, gündelik akışın içindeki küçük suskunluklarda gösteriyor. Bir mekânda kalabalık konuşurken kamera bir karakterin yüzüne yaklaşıyor. Sesler arka planda boğuklaşıyor. Karakter konuşmuyor. Ama yüzünde, “Kimse beni duymuyor” hissi okunuyor. Örneğin, “Ben ne zaman kendim olmaktan yoruldum?” sorusu kibar, sessiz ve derin. Herkesi aynı şekilde incitiyor.
Pluribus, büyük patlamalarla değil; küçük kırılmalarla konuşan bir dizi. İnsanı bağırarak değil, yavaş yavaş, sakin sakin incitiyor: “Galiba ben de yıllardır kendimden çoğalıyorum… Ama hangisi bendim, hatırlamıyorum.”
Belki de dizinin en güçlü yanı bu: İnsanın kendi içindeki gürültüyü bile duymaz hale geldiği o anı görünür kılması. İlk sezonu 7 Kasım’da Apple TV’de yayınlanan dizi 2. sezon onayını da aldı.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
