Bir çizgi roman karakterinin sinemaya taşındığını duyduğumda içimde hep aynı merak uyanır: “Acaba bu kez hikâyenin ruhunu yakalayabilecekler mi?” Barış Arduç’un başrolünde olduğu Dehşet Bey haberleri yayıldığında da his tam olarak buydu. Türkiye’de çizgi roman uyarlamaları öyle sık rastlanan işler değil; bu yüzden film, daha vizyona girmeden “yerli John Wick” benzetmeleriyle beklentiyi tavan yaptırdı. Ama perde açıldığında gördüğümüz şey, o benzetmelerin gölgesinde kalan, teknik olarak düzgün ama duygusal anlamda eksik bir film oldu.
Murat Menteş yazdığı, Kutlukhan Perker’in çizdiği çizgi romanından uyarlanan Dehşet Bey‘in senaryosunu Menteş ve yönetmen Mehmet Ada Öztekin birlikte kaleme aldı. Filmin merkezinde, “Fedailer Ocağı” adlı gizli bir örgütte yetişen, adı gibi soğuk bir karakter var: Dehşet Engiz. Görevi öldürmek, duygusuz kalmak, sorgusuz itaat etmek. Ancak bir gün yolu, dünyaya başka bir gözle bakan Doktor Abide ile kesişiyor ve hikâyenin tonu değişiyor. Burada amaç belli: Kana bulanmış bir karaktere vicdan, disiplinle yoğrulmuş bir hayata kalp eklemek. Fakat filmin sorunu da tam burada başlıyor. Duyguyu göstermekle hissettirmek arasındaki çizgi senaryoda sürekli bulanık kalıyor. Dehşet’in iç çatışması oyunculuğun jestlerinde var. Ama hikâyenin ritminde yankılanmıyor.

Barış Arduç rolünü soğuk bir profesyonellik içinde taşıyor; fiziksel olarak karakteri giydiğini hissediyorsunuz. Ama senaryonun zayıf yerleri, onun dönüşümünü içselleştirmemize izin vermiyor. Tuba Büyüküstün ise alıştığımız zarif çizgisiyle filme duygu katıyor; ama karakterinin sınırları o kadar keskin çizilmiş ki onun da nefes alacak alanı sınırlı. Oyunculuklar bu anlamda güçlü ama sıkışmış; hikâye onlara hareket alanı bırakmıyor.
Yönetmen Mehmet Ada Öztekin belli ki çizgi roman estetiğini sinemaya taşımak istemiş. Görsel dünya yer yer etkileyici: düşük ışıklı mekânlar, yüksek kontrastlar, tempolu sahne geçişleri… Yani form olarak sağlam bir yapım var karşımızda. Ama formun içini dolduracak “ruh”, film boyunca aralıklarla kayboluyor. Çizgi romanın karanlık, ironik havası sinemaya tam geçmemiş. Daha çok “iyi çekilmiş bir aksiyon” havası var; iyi çekilmiş ama fazlasıyla steril.
Filmin açılışındaki çatışma sahnesi, anlatım açısından aslında çok şey vaat ediyor. Göz hizasına kadar yükselen duman, neon ışıkların altındaki gölgeler, kurşun sesleriyle bölünen sessizlik… Her şey estetik olarak yerli yerinde. Ama sahne, izleyiciye “adrenalini” değil “kontrolü” hissettiriyor. Kamera fazla hesaplı, hareketler fazla düzenli. Oysa Dehşet’in soğukkanlılığının içinde bir delilik kırıntısı olmalıydı. Arduç, beden diliyle bu soğukluğu başarıyor ama karakterin içindeki fırtına dışa vurmadığı için sahne etkileyici ama steril bir vitrinde kalıyor.
Dehşet’in Abide’yle ilk karşılaşması filmin kırılma noktası olarak tasarlanmış. İki karakterin arasında bir anda doğan o sessizlik, iyi bir yönetmenlik dokunuşuyla verilmiş: Müzik kesiliyor, kamera yalnızca yüzlerde dolaşıyor. Ama burada da eksik olan şey, iki karakterin bakışlarındaki gerilim değil, aralarındaki kimyanın inandırıcılığı. Abide, Dehşet’e insanlığını hatırlatan bir figür olmalıydı; oysa daha çok “hikâyenin dönüşüm gerekçesi” gibi duruyor. Seyirci, o anda bir kıvılcım bekliyor ama kıvılcımın yerini usulca bırakılmış bir kibrit çöpü alıyor.

Final sahnesi, filmin anlatı açısından en güçlü olduğu yer. Dehşet, kendi geçmişiyle yüzleşiyor, örgütün emirlerine meydan okuyor. Görsel olarak güçlü bir sahne: Sisin içinden çıkan siluet, kırmızı ışıkla aydınlanan yüz, metaforik anlamda bir “yeniden doğuş” anlatımı. Ancak bu etkileyici kompozisyonun içinde his, nedense yarım kalıyor. Kamera duygunun önüne geçiyor. Seyirci olarak “Evet, bu finale gelmeliydi.” diyorsunuz ama “Keşke bu kadar mekanik olmasaydı.” demekten de kendinizi alamıyorsunuz.
Filmin teknik tarafı, hikâyeden çok daha emin adımlarla ilerliyor. Işık, kurgu, ses… Her biri yerli yerinde. Ama her şeyin bu kadar yerli yerinde olması, hikâyenin içindeki düzensizliği, o insani kırıkları örten bir perde gibi. Dehşet Bey kontrolü hiç bırakmıyor; ne karakterine ne de izleyicisine risk aldırıyor. Bu yüzden de iyi yapılmış ama az hatırlanacak filmlerden biri olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Yine de hakkını vermek gerek: Türkiye’de çizgi roman uyarlaması yapmak, hele ki bunu bu ölçekte denemek başlı başına bir cesaret işi. Eğer sinemamız bir gün kendi mitolojisini yaratacaksa, bu tür denemelerle olacak. Dehşet Bey o yolun ilk taşlarından biri. Taş düzgün ama henüz sıcak değil.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
