Trump ve Maduro (Fotoğraflar: AFP / Kolaj: VelevGrafik)
Son haftalarda ABD ile Venezuela arasındaki gerilim giderek sertleşti ve Karayipler’de bir askerî güç gösterisine dönüştü. Trump yönetimi, “uyuşturucu kartellerine karşı savaş” gerekçesiyle Karayip Denizi’ne Amerikan donanmasının en güçlü unsurlarını konuşlandırdı. ABD’nin en büyük uçak gemilerinden USS Gerald R. Ford, beraberindeki destroyerler, denizaltılar ve sahil güvenlik gemileriyle bölgeye ulaştı. Beyaz Saray bu adımı önce “uyuşturucu ağlarını hedef alan bir operasyon” olarak duyurdu; ancak ilerleyen günlerde operasyonun rejim değişikliğini hedeflediği daha net biçimde ortaya çıktı.
Eylül ve ekim aylarında Karayipler açıklarında en az on farklı deniz operasyonu gerçekleştirildi. Amerikan kuvvetleri, “uyuşturucu taşıdığı” iddia edilen birkaç Venezuelalı tekneyi batırdı. Caracas yönetimi bu saldırıları egemenliğe açık bir ihlal olarak nitelendirdi ve “ABD’nin Venezuela’ya karşı fiilî bir savaş başlattığını” ilan etti. Maduro yönetimi buna karşılık, dört milyondan fazla milis gücünü seferber ettiğini ve “vatan savunması” hazırlıklarını hızlandırdığını açıkladı.
Bölge sıcak bir çatışmanın eşiğine gelmiş durumda. Peki, Trump Venezuela’da Maduro’dan ne istiyor? Trump’ın politikası üç temel dinamik üzerine kurulu: iç politik mesajlar, büyük güç rekabeti ve enerji çıkarları.
Trump’ın göçmen karşıtı siyaseti, Venezuela meselesini doğrudan iç politika malzemesine dönüştürdü. Göreve gelir gelmez Biden döneminde Venezuelalılara tanınan geçici oturum izinlerini iptal etti. “Maduro suçluları ve kartel üyelerini Amerika’ya gönderdi” diyerek Venezuelalı göçmenleri ulusal güvenlik tehdidi olarak tanımladı. Ardından, tarihî “Yabancı Düşmanlar Yasası”nı (Alien Enemies Act) yeniden yürürlüğe koymaya çalıştı. Ancak federal mahkeme bu girişimi yalnızca “savaş hali” durumunda geçerli olabileceği gerekçesiyle durdurdu. Bunun üzerine Trump yönetimi, Venezuela ile gerilimi bilinçli biçimde tırmandırmaya başladı. Eğer Yüksek Mahkeme bu artan gerginliği “savaş durumu” olarak değerlendirirse, yüz binlerce Venezuelalı göçmen hiçbir yargı denetimi olmadan sınır dışı edilebilecek.
Uyuşturucuyla mücadele bu savaşın ikinci cephesine dönüştü. Trump yönetimi, Meksika ve Venezuela merkezli kartelleri “terör örgütü” ilan ederek artık bu gruplarla Orta Doğu’daki örgütler gibi mücadele edeceğini açıkladı. Şubat ayında Meksika’daki büyük kartellerin ardından Cartel de los Soles ve Tren de Aragua da terör listesine alındı. Bu hamle, ABD’ye Latin Amerika’da da “terörle mücadele” gerekçesiyle askerî operasyon yürütme zemini hazırladı. Karayipler’deki donanma operasyonları bu stratejinin doğrudan devamı niteliğinde. Washington, Maduro’yu “narko-terörist” ilan edip başına 50 milyon dolar ödül koyarak olası bir müdahaleyi meşrulaştırdı. Böylece operasyonlar sadece denizle sınırlı kalmayacak, karadan müdahaleye de zemin oluşturacak. Bu süreç, rejim değişikliğine kadar uzanabilecek bir senaryoyu beraberinde getiriyor.
Trump için bu iki başlık — göç ve uyuşturucu — hem iç güvenlik hem de MAGA (Make America Great Again) tabanını konsolide eden araçlar haline geldi.
Trump’ın Venezuela politikasının ikinci boyutu, Latin Amerika’da yeniden “arka bahçe”yi kontrol altına alma hedefidir. Washington, bölgeyi yeni bir “büyük strateji” (grand strategy) vizyonunun merkezine yerleştirmiş durumda. Bu yaklaşım, 19. yüzyılın Monroe Doktrini’nin modern bir yorumu olarak, Batı Yarımküre’de Amerikan hegemonyasını yeniden tesis etmeyi amaçlıyor. Ancak bu kez mesele sadece ideolojik değil — ekonomik, enerji, güvenlik ve göç boyutlarını da içeren çok katmanlı bir stratejiden söz ediyoruz.
Son yirmi yılda Çin ve Rusya, Latin Amerika’da etkilerini ciddi biçimde artırdı. Çin, milyarlarca dolarlık kredi, altyapı yatırımı ve teknoloji transferiyle bölgedeki en büyük dış yatırımcı haline geldi. Venezuela’daki petrol üretiminin önemli bir bölümünü finanse ederken, Çin’in Belt and Road Initiative (BRI) kapsamında Arjantin, Brezilya ve Şili’deki projeleri de Washington’da alarm zillerini çaldı. Rusya ise bölgeye doğrudan askeri ve stratejik nüfuz kazandırdı. Moskova, Venezuela’ya silah sistemleri, istihbarat eğitimi ve siber güvenlik desteği sağlayarak Maduro rejiminin ayakta kalmasında kritik rol oynadı.
Buna ek olarak, İran’ın Caracas’la giderek derinleşen ilişkileri Washington açısından en rahatsız edici gelişmelerden biri. İran, ABD yaptırımlarını delmek için Venezuela’yı bir lojistik ve enerji koridoru olarak kullanıyor; iki ülke arasında altın, petrol ve rafineri ürünleri üzerinden yürütülen takas mekanizması, Tahran’a yeni bir nefes alanı açtı.
Trump bu tabloyu klasik Soğuk Savaş mantığıyla yorumluyor: “Venezuela düşerse, Çin–Rusya–İran ekseni zayıflar.” Ona göre Latin Amerika’da süren bu rekabet, artık yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik ve ideolojik bir mücadele. Bu nedenle izlediği politika, 19. yüzyılın Monroe Doktrini’nin güncellenmiş bir versiyonu, yani bir neo-Monroe doktrini niteliğinde.
Bu yeni doktrinin özü, Trump’ın ifadesiyle basit: “Amerika Amerikalılarındır.” Yani Latin Amerika’da Çin, Rusya veya İran’a yer yok. Bu çerçevede Venezuela, yalnızca bir “problemli ülke” değil, aynı zamanda Washington’un bölgedeki nüfuz mücadelesinin başlangıç noktası. Trump yönetimi için Maduro’nun düşmesi, ABD’nin Venezuela üzerindeki stratejik hâkimiyetinin yeniden tesis edilmesi anlamına geliyor.
Venezuela denilince akla petrol gelse de, Trump’ın odağında artık Guyana var. 2015’te keşfedilen dev petrol rezervleriyle bu küçük ülke, Latin Amerika’nın yeni enerji yıldızına dönüştü. Günlük üretim 600 bin varili geçti ve bölgedeki en büyük projeleri ExxonMobil yürütüyor. Bu durum, Venezuela ile Guyana arasındaki Essequibo anlaşmazlığını yeniden alevlendirdi. Maduro yönetimi bölgeyi “Venezuela toprağı” ilan ederken, ABD destekli Guyana geri adım atmayı reddediyor.
Washington’un amacı açık: Guyana’yı Latin Amerika’daki yeni enerji merkezi haline getirmek. Maduro, yalnızca otoriter bir lider değil; aynı zamanda ABD’nin Guyana’daki enerji çıkarlarını tehdit eden bir figür olarak görülüyor.
Trump’ın Venezuela politikasını tek cümleyle özetlemek gerekirse, bu çok cepheli bir savaş stratejisidir. İçeride göçmen ve uyuşturucu söylemleriyle tabanını güçlendiriyor; dışarıda Çin ve Rusya’yı bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor; ekonomik olarak ise enerji kaynaklarını Amerikan şirketleri lehine şekillendiriyor.
Eğer Trump bu stratejide başarılı olursa, Venezuela sadece bir başlangıç olacak. Ardından Küba ve Nikaragua gibi diğer sol rejimler hedefe alınacak. Böylece Trump hem “Amerika’yı yeniden büyük yapma” iddiasını Latin Amerika sahnesinde kanıtlamış olacak, hem de 2026 seçimlerine güçlü bir dış politika zaferiyle girecek.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
