Sinemayı bir rüya, zamanı ise bir madde gibi yoğurdu.
Andrey Arsenyeviç Tarkovski (1932–1986), Rus yönetmen, senarist, yazar ve sinema kuramcısıdır. Andrei Rublev, Solaris, Ayna, Stalker, Nostalghia ve Kurban gibi filmleriyle yalnızca Sovyet sinemasının değil, dünya sinemasının da en özgün figürlerinden biri kabul edilir.
Tarkovski, sinemayı bir eğlence değil, ruhsal bir tefekkür alanı olarak görmüştür. Onun sinemasında zaman, tıpkı bir heykeltıraşın mermeri gibi biçimlenir; insanın iç dünyasıyla maddenin sessizliği arasındaki gerilim, görüntüye dönüşür.
Tarkovski, Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’nde (VGIK) Eisenstein geleneğinin gölgesinde yetişti. İlk uzun metraj filmi Ivan’ın Çocukluğu (1962), savaşın çocuk gözünden anlatımıyla Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazandı. Ardından gelen Andrei Rublev (1966), hem tarihsel bir fresk hem de sanatın kutsal işlevine dair derin bir alegori olarak sinema tarihine geçti.
1970’lerin başında çektiği Solaris ve Ayna, sinemanın bilinç ve hafıza ilişkisini sorgulayan dönüm noktalarıdır. Tarkovski, Batı’nın teknolojik bilimkurgu anlayışına karşı, ruhun yolculuğunu merkeze alır. Stalker (1979), onun “iç mekân” sinemasının doruğudur; insanın Tanrı’yla, kendisiyle ve doğayla ilişkisini “Bölge” adlı metafizik bir alan üzerinden anlatır.
Sovyet sansüründen bunalan Tarkovski, 1980’lerde ülkesini terk ederek Nostalghia’yı İtalya’da, Kurban’ı İsveç’te çekti. Her iki filmde de sürgün, inanç, özlem ve kefaret temaları iç içe geçer. 1986’da, Kurban’ın Cannes’da büyük ödüller kazandığı yıl, akciğer kanserinden hayatını kaybetti.
Andrey Arsenyeviç Tarkovski, 4 Nisan 1932’de, Ivanovo bölgesine bağlı Zavrajye köyünde dünyaya geldi. Babası Arseniy Tarkovski, Ukrayna’nın Yelisavetgrad kentinde doğmuş bir şairdi; annesi Maria Vişnyakova ise Dubasov soyundan gelen eski bir Rus soylusuydu. Her ikisi de Moskova’daki Edebiyat Enstitüsü mezunuydu. Andrey, dünyaya zor bir doğumla geldi; annesi hastaneye yetiştirilemediği için köyde, bir akrabasının evinde, yemek masasının üzerinde doğdu. Vaftizi, köyün Rojdestvo Bogoroditsi (Kutsal Meryem’in Doğuşu) Kilisesi’nde yapıldı.
Ailesi aynı yıl Moskova’ya döndü ve küçük Andrey, çocukluğunun ilk yıllarını Gorohovskiy sokağındaki bir komünal dairede geçirdi. 1934’te kız kardeşi Marina doğdu. 1937’de babası evi terk etti; savaş başlayınca da gönüllü olarak cepheye gitti ve bir bacağını kaybetti. Annesi Maria, Moskova’daki Birinci Model Matbaası’nda düzeltmen olarak çalıştı ve hayatı boyunca çocuklarını tek başına büyüttü.
Tarkovski 1939’da Moskova’daki 554 numaralı okulda öğrenim görmeye başladı. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla annesi, onu ve kız kardeşini güvenlik için Yuryevets’e, akrabalarının yanına gönderdi. Bu kasaba, Tarkovski’nin çocukluk hafızasında kalıcı bir yer edinecekti. Öyle ki, hayatının büyük kısmını Moskova’da geçirmesine rağmen Yuryevets evi, onun için daima “anne evi”nin, kökenin ve aidiyetin sembolü oldu.
Bu yılların izleri daha sonra Ayna (Zerkalo) filminde yankılanır: babanın gidişi, annenin yalnız mücadelesi, savaşın yoksulluğu, evin içindeki sessizlik. Tarkovski, bu dönemi yıllar sonra şöyle anlatır:
“Zor bir zamandı. Babam gittiğinde üç yaşındaydım. Hayat her bakımdan ağırdı. Ama her şeyimi anneme borçluyum. Sahip olduğum en iyi şeyleri bana o kazandırdı.”
Ailesi 1943’te Moskova’ya döndü. Andrey, eski okuluna devam etti; sınıf arkadaşları arasında geleceğin ünlü şairi Andrey Voznesenski de vardı. 1948’de geçirdiği tüberküloz yüzünden eğitimine bir yıl ara verdi. Okulda ortalama bir öğrenciydi; ne sayısal ne de beşerî bilimlerde belirgin bir başarı gösterdi. Buna karşın çocuk yaşta sanata yöneldi: yedi yaşında piyano dersleri almaya başladı, ardından Moskova 1905 Sanat Okulu’nda resim eğitimi gördü.
1951’de Moskova Doğu Dilleri Enstitüsü’nün Arap Dili bölümüne girdi. Ancak eğitim sırasında yaşadığı bir kaza sonucu beyin sarsıntısı geçirince okuldan ayrıldı. Bu karar, annesi için büyük bir hayal kırıklığıydı; oğlunun “daha güvenli bir meslek” edinmesini istemişti. Tarkovski ise kendi ifadesiyle, “hayatı henüz tanımadığı için meslek seçimini erken yaptığını” fark etmişti.
1953 baharında, kendini toparlamak amacıyla Krasnoyarsk bölgesine bağlı Turuhansk’a giden bir jeoloji ekibinde kolektör olarak çalışmaya başladı. Aylar boyunca Sibirya taygasında yürüdü, nehirlerde örnek topladı, elinde defteriyle taşların, ağaçların ve insan yüzlerinin resmini yaptı. Daha sonra bu çizim defterini Nigrizoloto Enstitüsü’nün arşivine teslim etti.
Bu deneyimi yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
“Zor bir dönemden geçiyordum. Annem beni çok garip bir biçimde kurtardı: beni jeoloji ekibine yazdırdı. Neredeyse işçi sayılırdım. Oysa o dönem, hayatımın en iyi zamanıydı. Bana insanı, emeği, sabrı öğretti. Ve o sırada karar verdim — sinema yapacaktım.”
Ingmar Bergman, Tarkovski’yi “hayatın bir ayna, bir rüya gibi göründüğü yeni bir organik film dilinin yaratıcısı” olarak tanımlar. Gerçekten de Tarkovski’nin sineması, bir düşle bir belgesel arasındaki o ince hatta doğdu; çünkü o, Sovyet sisteminin ortasında bile, rüya görme hakkını kaybetmeyen ender sanatçılardandı.
Tarkovski, 1961’de ilk büyük projesi Andrey Rublev’in hazırlıklarına girişti, ancak çekimler için uzun süre beklemesi gerekti. Bu arada, yazar Vladimir Bogomolov’un bir savaş hikâyesinden uyarladığı Ivan’ın Çocukluğu filmini yönetti. Çocukluğun ışığı ile savaşın karanlığı arasındaki çatışmayı anlatan bu film, 1962 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazandı. Genç yönetmen, o filmle birlikte hem Sovyet sanat otoritelerinin dikkatini çekti hem de Batı’da sinemanın yeni bir sesi olarak duyuldu.
Rublev’e döndüğünde onu yalnızca bir biyografi değil, sanatın ve inancın sınırlarını tartışan bir içsel destan olarak tasarladı. A. Mikhalkov-Konçalovski ile birlikte yazdığı senaryoda, ikon ressamının Tanrı’ya, halka ve kendine karşı verdiği mücadeleyi işledi. Ancak filmin çekimleri, “Çözülme” döneminin yerini yeniden alan siyasal durgunluk yıllarında büyük zorluklarla sürdü. Yetkililer, filmde “çağdaş Sovyet insanına uygunsuz” karanlık bir ruh hali gördüler. Andrey Rublev defalarca sansüre uğradı, kısaltıldı, bekletildi. 1969’da ancak bir Fransız dağıtım şirketi sayesinde Cannes’da gösterilebildi ve FIPRESCI ödülünü kazandı. Sovyetlerde ise 1971’e dek yalnızca sınırlı sayıda kopyayla gösterime girdi. Eleştirmen Maya Turovskaya’nın dediği gibi:
“Tarkovski’nin filmleri, ortalama seyircinin algı sınırlarını aşan yeniliklerle her zaman şaşırtmıştır. Yetkililer onları anlamadı; ama Tarkovski’nin daima kendi seyircisi vardı, tıpkı şiirin kendi okuru olduğu gibi.”
Beş yıllık bir sessizliğin ardından Tarkovski, 1970’te Stanisław Lem’in romanından uyarladığı Solaris’i çekti. Film, bilimkurgunun soğuk dünyasına ruh ve vicdan taşıyan bir yapıydı. İnsan bilincinin derinliklerine açılan bu hikâyede, Lem’in felsefesiyle birlikte Bruegel’in tabloları, Bach’ın müziği ve Rembrandt’ın ışığı bir araya geliyordu. Solaris 1972’de Cannes’da Jüri Özel Ödülü ve Ekümenik Jüri Ödülü aldı; Sovyet sinemasında spiritüel düşüncenin yeniden doğuşunu temsil etti.
1974’te gelen Ayna (Zerkalo), Tarkovski’nin en kişisel filmi oldu. Zaman, anı, anne figürü ve savaş travması iç içe geçti. Geleneksel anlatıdan kopan bu film, bir şairin zihni gibi kurgulanmıştı. Ancak Devlet Film Ajansı ve sinema kurulları filmi “anlaşılmaz ve başarısız” buldu. Tarkovski’nin yanıtı ise sanat tarihine geçen bir savunmaydı:
“Sinema, diğer bütün sanat dallarından daha az anlaşılan bir sanattır. Anlaşılmazlığım üzerine bir efsane yaratıldı, ama ben yalnızca kendi sesimi bulmaya çalışıyorum.”
Ayna’nın ardından Tarkovski tiyatroya yöneldi; Moskova Lenin Komsomol Tiyatrosu’nda Hamlet’i sahneledi. Bu deneyimi, sinema yönetmenliği anlayışını derinleştirdiğini söyler:
“Hamlet’i sahneye koydum çünkü onu seviyorum. Ayrıca en sevdiğim oyuncu Anatoli Solonitsin’i Hamlet rolünde görmek istedim. Bir gün bu oyunu sinemaya da taşımayı umuyorum.”
1979’da Strugatski Kardeşler’in romanından uyarladığı Stalker, Tarkovski’nin metafizik sinemasının zirvesi oldu. “Bölge” adı verilen gizemli mekân, insanın arzularını gerçekleştiren ama aynı zamanda ruhunu sınayan bir alan olarak yorumlandı. Film, 1980’de Cannes’da yeniden Ekümenik Jüri Ödülü’nü kazandı. Aynı yıl Tarkovski, “RSFSC Halk Sanatçısı” unvanına layık görüldü.
Bu dönemde yalnızca film çekmekle kalmadı, sinema kuramı üzerine dersler ve konferanslar da verdi. Moskova’daki Senaristler ve Yönetmenler Yüksek Kursları’nda “Film Yönetmenliğinin Temelleri” ve “Edebi ile Görsel İmge” başlıklı dersleri, daha sonra Mühürlenmiş Zaman kitabına ilham verecekti. 1982’de İtalya’ya gitmeden hemen önce kendi yönetmenlik atölyesini kurma hazırlığındaydı, ancak artık Sovyet topraklarında kalamayacağını anlamıştı.
Krzysztof Zanussi, Tarkovski’yi “tüm Rus yönetmenler içinde en Rus olanı” diye tanımlamış ve onun Batı’ya, tam da Batı’nın en çok yoksun olduğu şeyi — aşkınlık ve sonsuzluk duygusunu — getirdiğini söyler. Bu, hem ironik hem de trajik bir gerçektir: Tarkovski, maneviyatı en yoğun biçimde hissettiren sinemasını, inançsızlığın merkezinde kurmuştur.
1980’de Nostalghia senaryosu üzerinde çalışmak üzere İtalya’ya giden Tarkovski, Mart 1982’de İtalyan ortak yapımcılarla anlaşmasını imzaladı. Aynı yıl 4 Nisan’da ellinci yaşına girdi, ancak Moskova’da hiçbir kutlama yapılmadı; yalnızca Sovyet Ekranı dergisi, yönetmenin portresini yayımlamakla yetindi. Bu sessizlik, devletin onunla bağını kesme kararlılığının işaretiydi.
İtalya’daki mekân arayışları sırasında Travel Time adlı kısa bir belgesel çekti. 1983’te Nostalghia, Cannes Film Festivali’nde gösterildiğinde, Jüri Özel Ödülü, FIPRESCI Ödülü ve Ekümenik Jüri Ödülü aldı. Film, Tarkovski’nin “sürgün” duygusunun sinemadaki ilk yankısıydı: bir yabancının, kendi yurdunun ruhunu Batı’da arayışı.
Bu dönemde Tarkovski, ailesiyle birlikte İtalya’da kalmak için Devlet Film Ajansı’na (Goskino) başvurdu. Eşi Larisa, kayınvalidesi ve 12 yaşındaki oğlu Andrey için üç yıllık ikamet izni talep etti. Ancak Goskino’nun başındaki Philip Yermash, bu talebi reddeden gizli bir muhtıra gönderdi. Muhtırada, Tarkovski’nin “duygusal bir dengesizlik içinde” olduğu, “burjuva toplumunun etkilerinden kurtulma” hayaliyle hareket ettiği, bu durumun “tehlikeli bir emsal” teşkil edeceği yazılıydı. Bu ifadeler, onun için artık Sovyet sinemasında yer kalmadığını gösteriyordu.
Tarkovski, 16 Eylül 1983’te babasına yazdığı mektupta bu baskıların ağırlığını açıkça dile getirdi:
“Bir ‘sürgün’ olmayı seçtiğimi düşünmen beni üzüyor. Yirmi yıldır çalıştığım sinemada, Devlet Film Ajansı beni hiçbir zaman istemedi. Sürekli aşağılandım. Cannes’da Nostalghia’nın ödül almasını engellemeye çalıştılar, oysa bu film, düşündüğüm en vatansever filmimdi.”
Aynı yıl Mosfilm, “geçerli mazeret olmaksızın işe gelmediği” gerekçesiyle yönetmeni işten çıkardı. Ancak Tarkovski, yaratmayı bırakmadı. Kasım 1983’te, Londra Covent Garden sahnesinde sahneye koyduğu Boris Godunov operası büyük ilgi gördü.
1984 yazında Milano’da yaptığı bir basın toplantısında Batı’da kalma kararını açıkladı. Böylece resmen sığınmacı oldu. Sovyetler Birliği’nde filmleri yasaklandı, adı basından silindi, ancak vatandaşlıktan çıkarılmadı — bu, sistemin ona karşı duyduğu hem öfke hem çekingenliğin göstergesiydi. Floransa Belediyesi ona bir daire ve fahri hemşerilik unvanı verdi.
İsveç’te çektiği Offret (Kurban, 1986), onun son filmi oldu. Film, insanın dünyayı kurtarmak için kendi varlığını feda etmesi üzerine bir meditasyondu. Çekimler sırasında artan yorgunluk ve hastalık belirtileri, sonunda ölümcül bir teşhise dönüştü: akciğer kanseri.
Hastalığın haberi Moskova’ya ulaşınca yetkililer, uzun süre reddedilen bir talebi nihayet kabul ettiler: oğlu Andrey’nin babasının yanına gitmesine izin verildi. Aynı zamanda Tarkovski’nin adı üzerindeki yasak kaldırıldı; filmleri yeniden Sovyet salonlarında gösterilmeye başlandı.
Tarkovski, 29 Aralık 1986’da Paris’te, 55 yaşında hayata veda etti. Cenazesi 5 Ocak 1987’de Paris yakınlarındaki Sainte-Geneviève-des-Bois Rus Mezarlığı’na defnedildi. Mezarı, yoksulluk yüzünden önce başka birine ait olan bir mezara geçici olarak konuldu; bir yıl sonra yeniden düzenlenip taşındı. Mezar taşında şu cümle yazılıdır:
“Meleği gören adama.”
Haçın dibindeki yedi basamak, onun yedi filmini simgeler.
Geride, gerçekleştiremediği bir dizi proje bıraktı: Dostoyevski’nin Hayatı, Hamlet, İvan İlyiç’in Ölümü, Bozkırkurdu, Sihirli Dağ ve Doktor Faustus bunların yalnızca birkaçıydı. Ölümünden dört yıl sonra, 1990’da, Andrey Tarkovski’ye Lenin Ödülü verildi.
► Tarkovski sinemayı neden “zamanın heykeltıraşlığı” olarak tanımlar?
Çünkü onun için sinema, olayların değil, zamanın akışının biçimlendirilmesidir. Kamera, zamanı dondurmaz; onun içindeki ruhsal titreşimi yakalar. Bu yüzden plan-sekanslar sonsuz bir dua gibidir.
► Filmlerinde dinî temalar neden bu kadar belirgindir?
Tarkovski için inanç, bir kurum değil, varoluşsal bir deneyimdir. Filmlerindeki karakterler Tanrı’yla değil, kendi vicdanlarıyla konuşurlar. Andrei Rublev’deki ikon ressam da, Kurban’daki modern insan da aynı sorgunun içindedir.
► Batı’da neden bir “mistik auteur” olarak görülür?
Çünkü onun sineması, Doğu Ortodoks geleneğinin sessizliğini Batı sanatının formel estetiğiyle buluşturur. Yavaş ritim, uzun planlar, su, ateş, rüzgâr gibi dört elementin metaforik kullanımı onu sinema tarihinin bir peygamber figürüne dönüştürmüştür.
► Tarkovski’nin en kişisel filmi hangisidir?
Ayna (1975). Yönetmenin çocukluk anıları, anne-baba ilişkisi, savaş travması ve şiirsel montajla birleşir. Bu film, Tarkovski’nin içsel otobiyografisidir; kelimeler değil, imgeler konuşur.
► Bugün Tarkovski’nin mirası kimlerde yaşamaktadır?
Nuri Bilge Ceylan, Béla Tarr, Lars von Trier, Apichatpong Weerasethakul gibi yönetmenlerde onun izleri açıkça görülür. Ancak Tarkovski’nin asıl mirası, yavaşlığın estetik bir direniş biçimi olabileceğini öğretmesidir.
Tarkovski’nin etkisi yalnız sinemayla sınırlı kalmamıştır. Müzikte Brian Eno ve Sigur Rós gibi isimler, onun atmosferik sessizliğini ses evrenine taşımıştır. Edebiyatta Orhan Pamuk ve W. G. Sebald gibi yazarlar, Tarkovskivari zaman algısını metinlerine yansıtmıştır.
Sinemada Stalker’ın “Zone” metaforu, Annihilation ve Arrival gibi çağdaş filmlerde yeniden doğmuştur. Tarkovski, popüler kültürde bile “sükûnetin ihtişamı” olarak varlığını sürdürür.
Tarkovski, sinemayı bir tefekkür biçimine dönüştürmüş ender sanatçılardandır. Onun filmleri, yalnız izlenmez, yaşanır. Her planı bir dua, her sessizliği bir yankıdır. Zaman, onun elinde bir taş gibi oyulmuş, insanın ruhuyla biçimlenmiştir.
► AUTEUR
► DEKALOG
► BAĞIMSIZ SİNEMA
► METAFİZİK
► YERALTI EDEBİYATI