Zorunlu eğitimi kısaltalım mı, uzatalım mı?

Türkiye’de eğitim tartışmaları hâlâ “zorunlu eğitimi kısaltalım mı, uzatalım mı?” seviyesinde dönüyor. Çocuklarımız için sadece “daha uzun” bir eğitim değil, daha anlamlı, daha insani, daha özgürleştirici bir eğitim talep ediyoruz. Bu da testleri değil, yetenekleri; diplomayı değil, üretimi; itaati değil, düşünmeyi geliştiren okullarla mümkündür.

Türkiye’deki zorunlu eğitim sistemi, bir “yap-boz” kaosu içinde, eğitimin özünü oluşturan unsurları sistematik olarak ihmal ediyor. Karar alıcılar, ne öğrencinin bilişsel ve psikolojik gelişimini ne de öğretmenlerin mesleki motivasyonunu dikkate alıyor. Bunun yerine, sürekli olarak okul sürelerini, türlerini ve diploma yaşını değiştiriyorlar.

Bu yaklaşım, reformların köklü bir eğitim vizyonundan değil, tamamen idari ve ideolojik bir mühendislik çabasından ibaret olduğunu gösteriyor. Sahada ise her değişiklik kaos ve belirsizlik yaratıyor. 66 aylık çocukların ilkokula zorlanması; öğretmenlerin norm fazlası olma, alan değiştirme veya yeni sınav sistemine uyum sağlama baskısı altında ezilmesi, sistemin bilimi ve pedagojiyi nasıl göz ardı ettiğinin açık göstergesidir.

Eğitime akıl, bilim, insan gücü planlaması ve istihdam politikaları doğrultusunda, bireysel ilgi, yetenek ve hayalleri merkeze alan pedagojik bir çerçevede yön verilmedikçe sağlıklı bir sonuç almak mümkün değil. Oysa şu anki süreç, mahalle baskısı ve ideolojik takıntılarla yönetiliyor. Abbas Güçlü’nün dediği gibi: “Ne olur artık bunu görelim ve ona göre hareket edelim. Sadece bugünü değil yarını da düşünelim. Yoksa atılan adımların hiçbiri kalıcı ve sürdürülebilir olmaz!”

Okulda güvenlik yalancı bir illüzyondur

Öte yandan, zorunlu eğitimi savunanların bir bölümü çocukların “okulda güvende olduğunu” söyleyerek mevcut sistemi meşrulaştırmaya çalışıyor. Peki, bir çocuk eğitim sistemi içinde sadece okulda tutulduğu için mi güvendedir? Erken yaşta evlilik, çocuk işçiliği, ihmal ve istismar gibi ağır sosyal sorunların çözüm yükünü okul binalarına yüklemek, devleti asıl varoluş gayesi olan bireyi ve çocuğu koruma sorumluluğundan muaf tutmak değil midir?

Gelişmiş ülkelerde çocuk koruması, okulda geçirilen süreyle değil, güçlü sosyal devlet mekanizmalarıyla sağlanır. Finlandiya, Estonya, Kanada ve Hollanda’da çocuk koruma sistemi, adalet ve sosyal hizmetler arasında kurulan güçlü bağlarla işler. Yani çocuk okulda olduğu için değil, devletin sosyal politikaları işlediği için güvendedir.

Devletin hukuk sistemi, denetim mekanizmaları ve sosyal politikaları etkin işlemelidir; aksi hâlde çocukları uzun süre okullarda tutmak, güvenlik algısını sağlamak için yanıltıcı bir çözüm olur.

Okullar misyonunu unuttuysa, yeni bir okul tanımı şart

Eğitimi sadece “müfredat aktarma işi” olarak gören bakış açısı, bizi insanı merkeze alan gelenekten uzaklaştırdı. Prof. Dr. Selahattin Turan bu tartışmayı şöyle derinleştiriyor: “Sanatın, edebiyatın, şiirin ve folklorün merkezde olduğu -insan odaklı- yeni bir okul kurmak lazım. Okul; bireye yaşamdaki bağlantıları kurma ve ‘insan kılma’ hedeflerini kazandırma hususunda başarısız ise; ‘teknik-kontrol-itaat amaçlı’ bir aparata dönüşür. Bu uzun erimde demokrasi ve özgür toplum ülküsünden uzaklaşılmasına zemin hazırlar.”

Turan’a göre bize ikinci bir okul lazım; ilkini test çözerek geçirdik. Bu yeni okul, öğrencileri sınav baskısından uzaklaştıracak; sanat, edebiyat, yaşam odaklı olacak; yaparak-yaşayarak öğrenilen, farklı seçenekler sunan bir anlayışı işletecek. Okul, pedagojik varlık sebebinden uzaklaşıp gençleri uysallaştırmayı ülkü edinirse araçsallaşır. Oysa okul, esas itibarıyla bireyi özgür kılmak için tasarlanmıştır.

Okul, yalnızca derslerin işlendiği bir bina değil, ilişkilerin öğrenmenin merkezinde olduğu bir topluluk alanı olmalıdır. Öğrenme ile yaşam birbirine bağlıdır ve eğitim ortamı demokratikleşmelidir.

Bilgiye erişim arttıysa, okulun rolü değişmek zorundadır

Bilginin tek bir kaynaktan aktarıldığı bir çağda kurulan okul sistemi, bugün hâlâ aynı ilke üzerinde devam ediyor. Oysa çocuklar artık bilgiye birkaç saniyede erişebiliyor. Artık sorun bilgiye ulaşmak değil; bilgiyi anlamlandırmak, bağlantılar kurmak, eleştirmek ve yeniden üretmektir.

Bu gerçekten hareketle, birçok ülke dijital eğitim reformu uyguladı: Ders süresi azaltıldı, proje ve üretim süresi artırıldı. Finlandiya’da ise öğrenciler haftada 20 saatten fazla klasik ders görmüyor, kalan zamanı sanat, spor, tasarım, toplum hizmeti ve yaratıcı atölyelerde geçiriyor.

Herkesi aynı sıraya hapsetmek, çağın gerisinde kalmaktır

Bugün YouTube’dan piyano öğrenen, internetten yazılım dili geliştiren, sosyal medya üzerinden grafik sanatlara merak salan milyonlarca çocuk var. Onları tek tip bir sınıfa dizip aynı soruları aynı hızda çözmelerini beklemek eğitim değil, eşitleştirilmiş itaat üretimidir.

Zorunluluk, çocukları hayata hazırladığı ölçüde anlamlıdır. Aksi takdirde, okul sadece zamanı dolduran, hayatı erteleyen bir bekleme alanına dönüşür.

Yeni Yön: Öğretmenden rehbere, sınavdan üretime

Eğer gerçekten bir dönüşüm konuşulacaksa, tartışmayı “kaç yıl?” seviyesinden çıkarıp “ne için?” sorusuna taşımamız gerekiyor. İşte bu yeni yönün temel taşları:

Ters Yüz Edilmiş Sınıf: Bilgi evde öğrenilir; okulda ise insan insana temas, üretim, tartışma ve sanat pratiği yapılır.

Portfolyo Temelli Değerlendirme: Mezuniyet belgesine sınav kâğıdı değil, üretilmiş işler, projeler, besteler, kısa filmler, yazılar ve deneyler dönüşür.

Yeteneğe Göre Mezuniyet: Güney Kore modeli gibi; süre tamamlamak değil, bir beceride ustalık göstermek esas alınır.

Son Soru: Çocukları hayata mı hazırlayacağız, sisteme mi?

Türkiye’de eğitim tartışmaları hâlâ “zorunlu eğitimi kısaltalım mı, uzatalım mı?” seviyesinde dönüyor. Oysa asıl soruyu hâlâ soramadık: “Eğitimin amacı nedir: İnsan yetiştirmek mi, yoksa düzeni sürdürmek mi?”

Çocukları okulda uzun süre tutarak koruduğumuzu sanabiliriz. Ancak eğer okul sanat, şiir, folklor, hikâye, düşünce ve aidiyet üretmiyorsa, insanı hayata bağlamıyor, sadece sisteme entegre ediyorsa; o zaman yalnızca süreci uzatmış oluruz, anlamı değil.

Belki de zorunlu eğitimi uzatmak yerine, anlamlı eğitimi çoğaltmayı tartışmalıyız. Çocuklar, kalın duvarlı binalarda bekletilmek için değil; hayatla temas etsin, üretsin, düşünsün, hissetsin diye okula gitmeli. Okul, insanı yaşama hazırlayan bir alan değil, bizzat yaşamın kendisi olmalıdır.

Biz, çocuklarımız için sadece “daha uzun” bir eğitim değil, daha anlamlı, daha insani, daha özgürleştirici bir eğitim talep ediyoruz. Bu da testleri değil, yetenekleri; diplomayı değil, üretimi; itaati değil, düşünmeyi geliştiren okullarla mümkündür.

Ve evet, bu bir reforma çağrı değil — bu, yeni bir okul medeniyetine davettir.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER