Bir toplumun vicdanı, en alttakilerin sofrasında ölçülür.
Yoksulluk sınırı (İng. Poverty Line; Alm. Armutsgrenze; Fra. Seuil de pauvreté), bireylerin veya hanelerin temel ihtiyaçlarını — barınma, beslenme, giyim, ulaşım, sağlık ve eğitim — karşılayabilmeleri için gerekli asgari gelir düzeyidir. Bu sınırın altındaki her yaşam, sadece gelir yetersizliğini değil, aynı zamanda toplumsal dışlanmayı, görünmezliğe mahkûm olmayı da ifade eder.
Ekonomik göstergelerin soyut dili içinde, “yoksulluk” aslında derin bir insani meseledir. Bir ülkenin yoksulluk sınırı, çoğu zaman yalnız ekonomik değil, politik ve etik bir ölçü birimidir: devlete, adalete ve insan onuruna ayna tutar.
Yoksulluk kavramı, tarih boyunca hem kader hem suç olarak görülmüştür. Orta Çağ’da yoksulluk, Hristiyanlıkta bir “erdem” olarak yüceltilirken, sanayi devrimiyle birlikte toplumsal bir “sorun” hâline geldi.
Karl Marx, yoksulluğu kapitalist üretim ilişkilerinin kaçınılmaz sonucu olarak tanımladı; “yoksul” artık ilahi bir sınavın değil, sistemin ürünüdür.
20. yüzyılın refah devleti modellerinde ise yoksulluk, ölçülebilir bir göstergeye dönüştü. Dünya Bankası 1990’larda küresel ölçekte “günde 1 dolar” sınırını tanımladı; bugün bu sınır 2,15 dolar olarak kabul ediliyor. Ancak yoksulluk yalnızca gelir değil, fırsat eşitsizliği, eğitim, barınma ve erişim hakkı meselesidir.
Türkiye’de Türk-İş her ay açıkladığı verilerle “açlık sınırı” ve “yoksulluk sınırı”nı ayrı ayrı hesaplar. Örneğin dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 2025 itibarıyla 60 bin TL civarındadır — bu da çalışan yoksulluğunun, başka bir ifadeyle “geliri olan ama geçinemeyenlerin” toplumsal gerçeğini gözler önüne serer.
► Yoksulluk neden yalnızca ekonomik bir mesele değildir?
Çünkü yoksulluk, sadece cebin değil, zamanın, mekânın ve fırsatın da yoksunluğudur. Yoksul insan, yalnızca az kazanan değil, daha pahalıya yaşayan kişidir: düşük ücret, uzak mesafe, kötü sağlık koşulları ve sürekli borç döngüsü.
► Mutlak ve göreli yoksulluk arasındaki fark nedir?
Mutlak yoksulluk, yaşam için gerekli minimum koşulların sağlanamadığı durumdur. Göreli yoksulluk ise toplumun ortalama yaşam standardının altında kalmayı ifade eder. Örneğin bir ülkede kimse açlıktan ölmez ama çoğu insan sosyal ve kültürel hayata katılamaz — işte bu göreli yoksulluktur.
► “Çalışan yoksulluğu” ne anlama gelir?
Bir kişinin tam zamanlı çalışmasına rağmen temel ihtiyaçlarını karşılayamaması hâlidir. Neoliberal ekonomilerde bu durum, emeğin değerinin düşmesi ve güvencesiz istihdamla birlikte yaygınlaşmıştır. “İş var ama geçim yok” cümlesi bu çelişkinin özüdür.
► Kadınlar ve çocuklar yoksulluktan neden orantısız biçimde etkilenir?
Çünkü ekonomik eşitsizlik toplumsal cinsiyetle kesişir. Kadın emeği genellikle görünmezdir, çocuk emeği ise sömürüye daha açıktır. Eğitim ve bakım yükümlülükleri kadınların üretkenliğini sınırlandırırken, yoksulluk döngüsü kuşaktan kuşağa aktarılır.
► Yoksulluk sınırını aşmak mümkün mü?
Kişisel düzeyde evet, ama yapısal düzeyde ancak politik irade ile mümkündür. Vergi adaleti, kamusal hizmetlerin yaygınlaştırılması, asgari ücretin yaşam ücreti hâline getirilmesi gibi önlemler, yoksulluğun kader değil, politika meselesi olduğunu hatırlatır.
Sinemada: The Bicycle Thieves (Vittorio De Sica), Parasite (Bong Joon-ho), Slumdog Millionaire (Danny Boyle) gibi filmler, yoksulluğu toplumsal aynadan yansıtır.
Edebiyatta: Charles Dickens’ın Oliver Twist’i, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si, José Saramago’nun Körlük’ü — hepsi yoksulluğu bir kader değil, düzen eleştirisi olarak işler.
Müzikte: Bob Dylan’ın “The Times They Are A-Changin’” ya da Neşet Ertaş’ın “Yazımı Kışa Çevirdin” türküsü, yoksulluğun hem ağıdını hem direnişini söyler.
Yoksulluk, çağdaş dünyanın en eski hastalığıdır. Ekonomik büyüme, istatistiklerde azalsa da sokakta artar. Bir toplum, yoksullarına nasıl davrandığıyla ölçülür; çünkü adalet, en sessizlerin payına düşen lokmadır.
Yoksulluk sınırı, sadece rakamların değil, vicdanın da çizgisidir.