Duygularla yürümek, düşüncelerle kaybolmak… Şehirleri ayak izleriyle değil, his izleriyle okumak mümkün mü?
Psikocoğrafya (İng.: Psychogeography, Alm.: Psychogeographie), bireyin bulunduğu fiziksel çevreyle kurduğu duygusal, zihinsel ve hatta metafizik ilişkiyi sorgulayan, haritalanabilir bir düşünce biçimidir. Terim ilk kez Fransız düşünür Guy Debord’un öncülüğünde 1950’lerde Situationist International (Durumcular Enternasyonali) çevresinde ortaya çıktı. Psikocoğrafya, mekânları sadece coğrafi birer nokta olarak değil, kişisel deneyimlerin, toplumsal hafızanın ve kültürel kodların iç içe geçtiği alanlar olarak okuma çabasıdır. Şehirde rastgele yürümek (dérive), sokakları amaçsızca dolaşmak ve bu sırada mekânın birey üzerindeki etkisini gözlemlemek bu yaklaşımın temel tekniklerinden biridir.
Psikocoğrafya, Debord ve durumcular için kent planlamasının insan yaşamını yabancılaştırıcı etkisine karşı bir direniş biçimiydi. Modern şehirlerin sistematik yapısına karşı, rastlantısal keşiflerle dolu bir yürüyüş pratiği öneriliyordu. 20. yüzyıl sonlarında bu düşünce hem sanat hem edebiyat hem de mimarlık alanında yankı buldu. İngiltere’de Iain Sinclair ve Will Self gibi yazarlar; ABD’de Rebecca Solnit gibi isimler bu yöntemi modern kent eleştirisiyle buluşturdu. Günümüzde ise özellikle dijital haritalar, mobil uygulamalar ve göç deneyimleri psikocoğrafyanın yeni biçimlerini ortaya çıkarıyor. Artık fiziksel dolaşmadan ziyade zihinsel dolaşılar da psikocoğrafyanın parçası kabul ediliyor.
Psikocoğrafya bir bilim midir yoksa sanat mı?
Psikocoğrafya, disiplinlerarası bir alandır. Ne tam anlamıyla bir bilimdir ne de yalnızca sanatsal bir yöntemdir. Sosyoloji, felsefe, mimarlık ve edebiyatla iç içedir. Bir şehirde yaşanan deneyimlerin öznel anlatımı, hem bilimsel gözlemlere hem de şiirsel sezgilere alan açar.
Dérive nedir ve neden bu kadar önemlidir?
Dérive, yani “sürüklenme”, psikocoğrafyanın merkezinde yer alan bir tekniktir. İnsanların gündelik alışkanlıkları dışına çıkarak, rastgele yönlere yürüyerek şehirle yeni bir ilişki kurmasını hedefler. Böylece alışılmışın dışına çıkmak, farkındalık yaratmak mümkün olur.
Modern şehir planlaması psikocoğrafyayı nasıl etkiler?
Planlı kentler genellikle yönlendirici, disipline edici ve kontrol edici yapılar içerir. Psikocoğrafya ise bu yapıları aşındırmayı, sorgulamayı ve insanın mekânla olan özgün bağını yeniden kurmayı hedefler. Bu yönüyle modern kentsel mimarinin eleştirisini de içerir.
Psikocoğrafya yalnızca şehirlerde mi uygulanır?
Hayır. Şehirler, karmaşıklıkları sayesinde daha sık tercih edilse de, psikocoğrafya doğayla, kırsalla veya terk edilmiş yapılarla da ilişki kurabilir. Önemli olan mekânın bireyde nasıl bir duygusal iz bıraktığıdır.
Psikocoğrafya dijital çağda nasıl değişti?
Dijital haritalar, konum tabanlı uygulamalar ve artırılmış gerçeklik psikocoğrafik deneyimi dönüştürdü. Artık insanlar, fiziksel olarak değil, dijital veriler aracılığıyla da şehirle yeni bağlar kurabiliyor. Dijital dérive kavramı bu bağlamda ortaya çıkmıştır.
Edebiyat Dünyasında: Iain Sinclair’in London Orbital eseri, psikocoğrafyanın çağdaş örneklerindendir.
Sinemada: Patrick Keiller’in London adlı filmi, kentte yapılan rastlantısal yürüyüşler ve anlatım tarzıyla dikkat çeker.
Müziğin İçinde: The KLF, Psychic TV gibi gruplar şehirle kurulan bu mistik ilişkiyi albümlerine yansıttılar.
Sanatta: Janet Cardiff’in sesli yürüyüş projeleri, mekânın algılanışını baştan yazan psikocoğrafik çalışmalardır.
Psikocoğrafya, yalnızca kent sokaklarında gezinen bir entelektüelin oyalanması değil, mekânla kurulan ilişkinin politik, estetik ve duygusal boyutunu sorgulayan bir bilinç hâlidir. Hangi sokaktan geçmek istediğimiz, hangi binaya bakmadan geçemediğimiz ya da hangi köşe başında durup iç geçirdiğimiz… Tüm bunlar, yaşadığımız yerlerin ruhumuzdaki izdüşümüdür. Psikocoğrafya bu izleri görünür kılar.
► DİJİTAL MAHREMİYET
► YALNIZLIK
► ZİHİN GÖÇÜ
► POPÜLER KÜLTÜR
► PSİKOSANAT