Yılmaz Erdoğan, televizyonla arasına koyduğu mesafeyi, uzun zaman sonra İnci Taneleri ile kaldırdı; ortalık toz duman… Kör gözüm parmağına Erdoğan’ın yaptığı. Toplumun ağzına şekeri bol bir sakız veriyor. Bizler de çiğneyip duruyoruz. İktidarın tam da beklediği şey bu: Halkın bir şeylerle oyalanması... Çünkü gündem kritik. Seçimin eli kulağında...
Farkında mısınız, sevdiklerimiz bir bir çekiliyor hayatımızdan. Mesela uzun soluklu iddialara girmiyor kimse. Çünkü teknoloji söylenilenin doğru mu, yanlış mı olduğunu hemen, anında ispatlama imkânı veriyor. Böylelikle o iddialaşmadaki tatlılık, samimi ve yoğun his köreliyor günden güne…
İnsanlarla daha çok konuşuyor, ama daha az iletişim kuruyoruz. Sosyal medyanın sunduğu imkânlara paralel hoyratlaştık… Gülücükler, güller, börtü böceklerle anlaşıyoruz; anlaşmak denebilirse buna.
Orta yaş ve üstü hatırlar, hiç kuşkusuz; televizyon bir tutkuydu ve diziler kaçırılmazdı. Bonanza, Altı Milyon Dolarlık Adam, Küçük Ev, Kaynanalar, Kaygısızlar, Kartallar Yüksek Uçar, Mardin Münih Hattı gibi dizilerin olduğu saatlerde sokaklar boşalırdı. Çaylar demlenir, kekler kabartılır, çekirdekler hazır tutulurdu. Çıt çıkmazdı evde… Ta ki reklama kadar.
Reklamlara geçildiğinde televizyonun sesi kısılır… Tuvalet ihtiyacı giderilir… Anne etrafı toparlar… Diziyle birlikte hayat tekrar donardı.
Ertesi gün herkes öyle ya da böyle önceki günkü diziden bahsederdi. Yani dizi, gündelik hayatın içinde de yaşardı (!)…
Evet; bir sevdaydı televizyon… Bilhassa da diziler.
Onlarla gülünür, ağlanır, heyecanlanır, kahrolunurdu. Dostumuz, arkadaşımız, yârimiz, kardeşimizdi her biri…
Ancak bazı şeylerin rengi, kokusu değişti zamanla… Biraz teknolojinin parmağı varsa da bu değişimde, iktidarın rolü daha çok.
Bilhassa gençleri tornadan geçirdi adeta. Kelimesi kelimesine aynı düşünen, aynı giyinen, tek tip insanlar yaratıldı.
Vaktiyle keyifle izlenen Müjde Ar’lı Aşk-ı Memnu, Beren Saat’li olunca, toplumu rahatsız etti. Oysa eser, 100 Temel Eser arasında… Yazarı Halit Ziya Uşaklıgil en sevilen yazarlarımızdan… İsmi ders kitaplarında…
İki dizi arasında ne tür bir uçurum var ki tarikatlar rahatsız…
Ne 50’lerde, ne 70’lerde… Pek çok şeyin sınırlı ve bulunamaz olduğu… Baskı, sansür, yasak ve şiddetin kol gezdiği günlerde dahi erdem bu denli tartışılmadı.
Bugün değerler eğitimi diye bir diretme var. Koskoca müfredat buna göre yeniden düzenlendi. Kitaplar hazırlandı. Gel gör ki, erdemin boynu hiç bu denli bükük olmamıştı.
Yitip giden bir şey var zamanla… Adını koymak istemeyeceğimiz!
Yılmaz Erdoğan, televizyonla arasına koyduğu mesafeyi, uzun zaman sonra İnci Taneleri ile kaldırdı; ortalık toz duman…
Kör gözüm parmağına Erdoğan’ın yaptığı… Toplumun ağzına şekeri bol bir sakız veriyor. Bizler de geviş getirircesine çiğneyip duruyoruz.
İnsan bedenindeki manyetik alanlara dokunup fikir ve ruh dünyamıza bodoslama dalıyor. Tüm hassasiyetlerin üzerinden paldır küldür geçiyor.
Ne adına yapıyor bunu?
Hemen söyleyeyim: Çok izlenmek!
Dahası: Cebini doldurmak!
Öyle düzenli ve öyle etkili yapıyor ki bunu; Yılmaz Erdoğan eleştirilerin odağında olsa dahi atılan okların hiçbiri canını yakmıyor.
Bir bir çekiyor pimini elindekilerin… Özenle yerleştirdiği mayınların üzerine sürüyor toplumu… Kurşun gibi sekiyor sözler hep bir yerlerden… Ve o kaostan besleniyor Erdoğan!
Mesela, dizinin fragmanında yer alan, “Senin aşkın değil sadece, failin olmak da varmış” cümlesi, tesadüfen öne çıkarılmış bir cümle değil. Bile isteye yaraları kaşımak derdinde. Yoksa bilmez mi, “kadın katillerini güzelleme” olarak yorumlanacağını bu cümlenin…
Hıncal Uluç taktiği bu. Rüzgâra karşı işiyor!
Koroya dahil olsa, sesi cılız çıkacak. Farkındalık yaratmak aksiyle mümkün…
Doğrusu: Bunu güzel de kullanıyor.
Tam Elif Şafak – Mine Kırıkkanat üzerinden intihal konuşuluyor; hoş tesadüf, adaşı Yılmaz Güney’in Arkadaş filmine selam gönderiyor Erdoğan.
Bu infial yaratacak bir hamle değil; ama belli bir kesimi tetikleyecek bir nokta vuruşu… Hazır Farah Zeynep Abdullah, Yılmaz Güney için “Sinemanın en iyi kadın döven oyuncusu” demiş, tüyler zaten diken diken… Bunu kullanmakta ne sakınca var!
Üstelik ‘kadın katillerine güzelleme’ ile de örtüyor. Daha ne olsun! Mis gibi bir çerçeve hikâye…
İtinayla dizilmiş domino taşlarının etkisiyle iki farklı kesimde farkındalık yarattıktan sonra, genele yönelik bir hamle geliyor ‘Dilber’ ile…
Öyle güzel bir hamle ki, Devlet Bahçeli, Manisa’daki konuşmasında dizinin baş rol oyuncusu “Azem”i değil, “Dilber”i öne çıkarıyor, yüklendikçe yükleniyor:
“Türkiye’nin başını yükseklere çevirdiği şu günlerde bir dizi film vasıtasıyla Dilber karakterinin servis edilmesi de bir başka örtülemez çelişki ve zamanlama itibarıyla manidar bir komplo emaresi taşımaktadır” (4.02.2024)
Devlet Bahçeli’nin ne maksatla yüklendiği ortada… Dilber’in çıplak dansına değil itiraz. Dilber üzerinden PKK’ya “Onur savaşçıları” diyen Yılmaz Erdoğan’a vurmak muradı.
Dilber öyle bir giriyor ki hayatımıza… Taklitçileri bile revaçta.
Dilber karakterini canlandıran Hazar Ergüçlü kazancını katladıkça katlıyor.
Bir pavyon kültürü, bir pavyon dansıdır alıp başını gidiyor.
Ancak alkışlayan kadar yuhalayan da çok. Sanki ülkede pavyon, genelev yok. Sanki gizli fuhuş yok.
Diyorum ki için için: Eyyy Müge Anlı, uyduruyor musun yaşanan o ahlaksızlıkları? Reyting uğruna mı her şey…
O kadar ‘kurnazca’ demeyeyim, ama ‘bilinçle’ hazırlanmış ki hamleler… Bir ‘olay’ bitiyor ve yenisi peşi sıra geliyor. Amaç diziyle meşgul etmek insanları… Çok konuşulmak…
Dizinin kurgusuna, senaryosuna, kameranın kadrajına bakan yok. Sinema dili üzerinden adamakıllı bir eleştiri de yok. Polemikler, çemkirmeler ve laf salatası…
Mesela biraz suya değer gibi oldu yelkeni… Ardından patladı ‘Hatıran Yeter’ vakası.
Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı Azem karakteri, Hatıran Yeter şarkısını mırıldanıp sözlerin Ferdi Tayfur’a ait olduğunu ifade ediyor.
Yılmaz Erdoğan gibi senaryo dersleri veren biri bilmez mi hakikati… Bilmese de araştırıp yazma mı? Sonuçta aceleye getirilmiş bir iş değil… Sanki kasten yapılmış bir hata… Nitekim çok geçmeden özür geliyor.
Daha topa Ahmet Selçuk İlkan bile girmemiş oysa…
Buradan da görülüyor ki, derdi olan bir dizi değil. Düzeltelim: İşin kendi ile ilgili dert yok; onun dışında ise neredeyse her şey var.
İktidarın tam da beklediği şey bu: Halkın bir şeylerle oyalanması… Çünkü gündem kritik. Seçimin eli kulağında… Üç büyük şehirden hiçbiri çantada keklik değil. Dolayısıyla meşgale lazım. Uyutmak lazım. Muhalefetin olası girdaplarına bulaşmamak lazım.
Aslında zorla dindarlaşmaya çalıştıkça yaşananlar ortada. Neredeyse çeyrek yüzyıldır yapılanlar kadar yapılmayanlar da ortada. Dışı cilalı, arkası kıymık dolu mobilya gibi ülke… Tutmaya, yanaşmaya gelmiyor.
Kahveciden yarım bardak çay isteyenler diyor ki: Aman düzeniniz bozulmasın!
Avrupa’da ayaklanan çiftçileri izleyen çiftçiler diyor ki: Aman düzeniniz bozulmasın!
Okullardaki tarikat yapılanmasından rahatsızlar diyor ki: Aman düzeniniz bozulmasın!
Yaşananları sorgulama yetisini unutanlar bile diyor ki: Aman düzeniniz bozulmasın!
Kız kardeşi, karısı yahut herhangi bir yakını öyle giyinse, öyle kıvırtsa, çıldıranlar, elini kana bulayanlar bir yanda… Öylesi bir hayatı iştahla seyredip alkışlayanlar bir yanda…
Kolumuz kanadımız kırılmış gibi… Hayatın nimetlerinden mahrumuz… Zihnimizi verimli şeylerle dolduramadığımız için olmadık şeylerden medet umuyoruz.
Aradığı cennetin, zenginliğin, güzelliğin, içinde yaşadığı hayatta değil de ölümün ardında olduğuna inandırdığımız her insan ya kendini ya bir başkasını öldürüyor.
Bir diziye kaldırabileceğinden fazla anlam yüklemek haksızlık.
Yılmaz Erdoğan’ı şerrin kaynağı olarak tanımlamak da keza öyle…
Ancak itirazım, dönüştürülmüş toplumda kimse diziyi dizi diye izlemiyor. Diziler içinde örtülü ve açık mesajlar var ve eleştiri eleğini çoktandır duvara asan bu toplum adeta bunlarla, bu dizilerle aşılanıyor.
Korkunç ve hazin olan biraz da bu…