Suda sabun gibi erir zaman. Binalar değişir, insanlar değişir, müzik bile değişir. Nitekim artık kimse albüm yapmıyor. Tüm dünya, “tekli” (single) üretimine yönelmişken, büyük isimler bile yıllar boyunca sessizliğe bürünmüşken, Sezen Aksu tam sekiz yıllık aranın ardından bir albümle dönüyor ama: “Paşa Gönlümün Şarkıları”…
Dinleyenleri “eski Sezen”i arıyor; bazıları buluyor, bazılarıysa aramaktan vazgeçiyor — ama albüm, hem Türkiye’de hem de dünya listelerinde yankı buluyor. Dijital platformlarda ilk haftasında en çok dinlenenler arasına giriyor; Spotify’da dünya listesinde bir anda 6. sıraya kadar yükseliyor.
Beklenti çıtası yüksek olunca hayal kırıklığı da fazla oluyor tabii… Ama asıl mesele şu: Sezen Aksu hiçbir zaman bir aşk şarkıları söyleyeni değildi. O, aşkla birlikte yas da tuttu, isyan da etti, hatta yeri geldi, “kendiyle didişti”, toplumla yüzleşti, zaman zaman geri çekildi, zaman zaman sokağın sesini stüdyoya taşıdı.
Tam da bu yüzden şarkıları, bireysel acılarla toplumsal sarsıntılar arasında salınan bir köprü gibidir. Her albüm bir dönem, her nakarat bir kırılma anıdır. Onun müziğini anlamak, yalnızca bir diskografi taramasına sıkıştırılamaz; bir tarih, hatta bir hafıza çalışması gerekir.
Şimdi elimizde ‘yeni’ bir albüm var. Gecikmiş görünen, gelmesi ‘sürpriz’ kabul edilen bir albüm.
O halde bir nefes alıp, içinde bulunduğumuz şu kutuplaşmanın perdesini araladıktan sonra, bir şeyleri yeniden birlikte dinlemenin, birlikte hatırlamanın hoşluğuna uzanalım mı? Değil mi ki aynı ufka farklı noktalardan bakan kişileriz biz.
Küçük Bir Kadın, Büyük Bir Anlatıcı: Sezen Aksu’nun İlk Yılları
Sezen Aksu’nun sahneye adım attığı 1970’lerin sonları, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal çalkantılarla dolu yıllarıydı. Sokağın dilinde karamsarlık, evlerin içinde radyo ve kasetçalarlar arasında ise başka bir umut vardı. “Haydi Şansım/Gel Bana” (1975), “Kusura Bakma / Yaşanmamış Yıllar” (1976) ve “Kaybolan Yıllar / Neye Yarar” (1977) gibi parçalarıyla ilk çıkışını yaparken, aslında yalnızca bir şarkıcı değil, bir sesleniş biçimi inşa ediyordu.
O dönemde Türkiye’de kadın olmak, hele sahnede bir kadın olmak, toplumsal rolleri zorlayarak çalışmak demekti. Sezen, o kalıpları esnetti. Ne Ajda Pekkan gibi Batılı bir sahne yıldızıydı, ne de klasik Türk sanat müziği geleneğinden gelen bir yorumcuydu. O, sesindeki kırılganlıkla, sözlerindeki gündeliklik ve şiirsellikle başka bir şey öneriyordu: Küçük insanların büyük acılarını, büyük yalnızlıklarını fısıltıya yakın bir tonda dile getiren bir halk anlatıcılığı.
Sezen Aksu – Serçe plağı.
1978’de yayımlanan “Serçe” albümü, Sezen Aksu’nun hem bir ses hem de bir kimlik olarak kristalleştiği çalışmadır. Albüm adını taşıyan “Serçe”, o yıllarda Sezen’e yapışacak sıfatlardan birini, “minik serçe”yi de doğurur. Ama bu serçelik, bedensel bir küçüklüğün değil, halkla kurulan sahici ve kırılgan bir ilişki biçiminin metaforudur. Albümdeki “Ben Dul Bir Kadınım”, “İçime Sinmiyor” ve “Gölge Etme” gibi parçalar, geleneksel değerlerle modern hayatın çarpıştığı bir duygusal eksende, hem kadınlık hem de aidiyet meselesini işler. Bu albümle birlikte Sezen artık gündelik hayatın çatlaklarına, aile ilişkilerinin sessiz ağırlıklarına da kulak kabartan bir anlatıcıdır.
1982 tarihli “Firuze” albümü ise, yalnızca Sezen Aksu’nun değil, Türkiye müzik tarihinin mihenk taşlarındandır. Atilla Özdemiroğlu’nun düzenlemeleriyle zenginleşen bu albümdeki “Firuze” parçası, şiirselliği, politik alt metni ve doğrudan Arap dünyasındaki göçmen kadınlara yaptığı göndermeyle dönemin ruhunu yakalayan ender eserlerdendir. Firuze, bir kadının yalnızlığı değil; görmezden gelinen, ötelenen, yoksullaştırılan tüm kimliklerin ortak sesi gibidir. “Ben yanmasam, sen yanmasan…” diyen anlayışın duygusal izdüşümüdür adeta. Bu albümle birlikte Sezen Aksu, artık sadece bireyin değil, toplumun hafızasında da söz hakkı talep eden bir figüre dönüşür.
1984’te çıkan “Sen Ağlama”, bir dönüm noktasıdır. Albüm yakaladığı satış başarısıyla anılsa da, sözlerdeki duygusal yoğunluk onun bir tür kolektif hafıza yazıcısına dönüşeceğinin ilk işaretini verir. “Tükeneceğiz”, “Geri Dön”, “Haydi Gel Benimle Ol”, “1945” — bu şarkılarla bireysel aşkın da, toplumsal kırılganlığın da dili olabileceğini gösterir.
Sezen’in dilinde “terk edilen kadın” figürü, acizlikten çok dirençle örülmüştür. “Geri Dön” derken aslında kalana seslenir, “Sen Ağlama” derken gözyaşını içine akıtır. Bu, arabeskten ayrışan, ama onun duygusallığını ve köksüzlüğünü taşıyan bir halk şarkıcılığıdır. Kavga etmekten çok sitem eden bir söz iklimi…
Bu yıllardan itibaren Sezen Aksu, aşkın biçimlendirdiği toplumu da okuyan bir söz ustasına dönüşür. Onun şarkılarındaki kadın figürü, ne tamamen mağdurdur ne de tamamen güçlü. Çelişkili, kırılgan, ama cesurdur. Hem âşık hem de terk eden olur. Bu hal, şarkılarını müzikal olduğu kadar sosyolojik bağlamda da değerli kılar.
Kendine Dönüş: Sezen Aksu, 1985–1995 Arası
1980’lerin ortasından 1990’lara dek uzanan dönem, Sezen Aksu’nun düşünsel ve duygusal düzlemde derinleştiği yıllardır. Bu süreçte yayımladığı albümler, hem kendi iç dünyasında hem de ülkenin ruh hâlinde yaşanan dönüşümlerin yankısıdır. Popülerlik ivmesinin yükselmesiyle birlikte, Sezen artık sadece duygusal parçalar söyleyen bir yorumcu değil; Türkiye’nin toplumsal nabzını tutan bir kültürel aktör hâline gelmiştir.
1986 tarihli “Git” albümü, isim parçasıyla birlikte yalnızlık, yoksunluk, terk ediliş gibi duyguların rafine bir anlatısını sunar. “Yalnızca Sitem” (ki öz itibariyle Ermenistan halk şarkısıdır), “Ali” ve “Ünzile” gibi şarkılarla bireysel keder ile toplumsal farkındalık arasındaki çizgide ustalıkla yürür. Özellikle “Ünzile”, erken yaşta evlendirilen kız çocuklarına dair bir farkındalık parçası olarak bir dönemin sembol şarkılarından biri olur. Bir “hit” olmanın ötesinde, Türkiye’de kadın hakları bağlamında müzikle yapılan sessiz bir toplumsal müdahaledir.
1988 yılında çıkan “Sezen Aksu ’88” albümü, Sezen’in şarkı yazarı olarak olgunluğunu gösterdiği çalışmalardan biridir. Bu albümdeki “Sarışın”, “Kavaklar”, “Geçer” gibi parçalar, hem geleneksel melodilerle hem de modern pop düzenlemeleriyle yeni bir estetik kurar. Sezen’in Doğu’ya ve geçmişe yönelen merakı, klasik motifleri pop formuna taşıma çabasına dönüşür. Sözlerdeki lirizm, aşkın gölgesinde kalan neşeyi, hafifliği, isyanı da içerir.
1991’de yayımlanan “Gülümse” albümü ise bir başka zirvedir. Türkiye’nin siyasi ve ekonomik türbülanslarla çalkalandığı bu dönemde, “Gülümse”, içinde barındırdığı umut, ironi ve dirayetle adeta bir toplumsal nefes alma alanı sunar. Albümde yer alan “Hadi Bakalım”, “Her Şeyi Yak”, “Tutsak” gibi şarkılar Sezen Aksu’nun hem müzikte hem toplumda dönüştürücü bir figür olarak merkezde durduğunu gösterir. Sözlerindeki ince sarkazm, ritmik oyunlar ve protest bir mizah, o dönemin karanlığına karşı bir tür “şarkılı direnç”tir.
Bu yıllarda Sezen’in sahne dili de dönüşür. Artık daha çok konuşan, daha çok anlatan, şarkı aralarında hikâyeler aktaran biridir. Bu performans biçimi, onu dinleyiciyle kurduğu ilişkide daha da derinleştirir. Şarkılar, artık dinlenilen değil; birlikte yaşanılan, birlikte hatırlanılan kolektif duygulara dönüşür.
1990’lar, Türkiye’nin dönüşüm sancılarını yaşadığı, göçün hızlandığı, kentleşmenin bastırdığı, kimlik tartışmalarının yükseldiği bir dönemdir. Sezen Aksu’nun şarkıları, bu sancılı geçişin fon müziği gibidir. Kimsenin kolay kolay dillendiremediği çelişkileri, isyanları, çaresizlikleri ve umutları, kimi zaman yüksek perdeden, kimi zaman kısık bir sesle söyler.
Sessizlikle Gelen Sözler: 1995’ten 2005’e Sezen Aksu’nun Dönüşen Hafızası
1995 sonrası, Sezen Aksu’nun Türkiye’nin kültürel vicdanı olarak daha belirginleştiği yıllardır. Bu dönemde yayımlanan albümler, önceki yılların içtenliğiyle birlikte, artan bir sadeleşme ve düşünsel olgunluk taşır. Aksu’nun müziği artık hem bireysel duyguların taşıyıcısı hem de dönemin tarih yazımıdır. Sözlerinin tonunda daha fazla içe dönüklük, melodilerinde ise daha belirgin bir yalınlık dikkat çeker. Bu yıllar, Sezen Aksu’nun hem dış dünyaya karşı daha mesafeli durduğu hem de iç dünyasının derinliklerine daha çok eğildiği bir sürece işaret eder.
1995 tarihli “Işık Doğudan Yükselir” albümü, bu dönüşümün en berrak örneklerindendir. Aksu bu albümde Mevlânâ’dan Yunus Emre’ye, Âşık Dâimî’den A. İsahakian’a uzanan bir kültürel mirası yeniden seslendirir. Bu bir tür sessizlik içinde konuşma hâlidir: Aşkı, yitimi, arayışı klasik metinlerin izinde, yeni bir biçimde dile getirir. Albümün ismi, kültürel ve manevi bir yönelim ifadesidir. Batı’ya dönük popüler müzik dünyasının içinde, Doğu’nun içsel derinliğine uzanan bir yolculuk…
1996’da çıkan “Düş Bahçeleri” ise, Sezen Aksu’nun en şiirsel albümlerinden biridir. Bu albümde yer alan şarkılar, bir tür bilinç akışı gibidir. “Yeter ki Onursuz Olmasın Aşk”, “Yalnızlık Senfonisi” ve “Yarası Saklım” gibi parçalar, sadece bireysel hikâyelerin değil; kırılmış, örselenmiş bir toplumsal benliğin de şarkıya dökülmüş hâlidir. Sözleriyle suskunluğu dile getiren bu parçalar, politik olmadan politik, slogan atmadan direniş barındırır. Sezen Aksu, bu dönemde büyük laflardan çok küçük anların, gözlemlerin, iç konuşmaların sanatçısıdır.
1998’de yayımlanan “Adı Bende Saklı” albümü, deprem felaketinin arifesinde yayımlanır. Türkiye için derin bir travmanın öncesinde gelen bu albümde, Sezen bir ermiş edasıyla hem yas tutar hem de umut aşılar. “Kaderim”, “Denge” gibi erken dönem şarkılarına göndermeler içeren parçalarla birlikte, “Tutuklu”, “Adı Menekşe” gibi yeniden düzenlenen ezgiler de toplumsal yaraların nasıl müzikle sarıldığını gösterir. Bu albüm, bireysel yas ile toplumsal felaketin iç içe geçtiği, kederin estetize edildiği ama asla romantize edilmediği bir müzikal anlatıdır.
2000’li yılların başında çıkan “Şarkı Söylemek Lazım” (2002) ve “Yaz Bitmeden” (2003), Sezen Aksu’nun artık bir pop yıldızından ziyade, “hikâye anlatıcısı” kimliğiyle tanındığı dönemdir. Bu albümlerde yer alan parçalar, büyük temaları küçük detaylarla işler. “”İstanbul İstanbul Olalı”, “Savaşma Seviş Benle”, “Dansöz Dünya” ve “Ablam Aşktan Öldü” gibi şarkılar, aile içi ilişkilerden toplumsal cinsiyet rollerine, kuşak çatışmalarından içe kapanmaya dek birçok meseleye değinir. Sezen’in sesi artık bir ağıt değil, bir hatırlatma sesi gibidir: “Buradaydım, tanığıyım, kaydını tuttum bu zamanın.”
2005 yılında yayımlanan “Bahane” albümü ise, her ne kadar popülerlik açısından büyük bir başarı yakalamasa da, esas anlamını az konuşan ama daha derinden duyan bir anlatıcıya dönüşmesinde bulur. “Eskidendi, Çok Eskiden”, “Kalp Unutmaz”, “İkili Delilik” gibi parçalar, gündelik olanı olağanüstü bir dikkatle yakalayarak, aşkın ve yalnızlığın sıradanlaştığı bir çağda hâlâ duygunun yerini hatırlatır. Bu dönemde Sezen Aksu’nun şarkılarındaki “kadın figürü” daha da çeşitlenmiş, kırılganlık artık zayıflık değil; aksine bir direniş biçimi hâline gelmiştir.
Sözün Geri Çekilişi: Sessizliğin Kıyısında Sezen Aksu (2010–2024)
2010’lar, Sezen Aksu’nun hem müzikte hem de kamusal görünürlüğünde bir geri çekilişe yöneldiği yıllar olarak kayda geçer. Bu yıllarda yayımlanan albümler, daha az, ama daha yoğun; daha sade, ama daha katmanlıdır. Türkiye’nin politik ve toplumsal ikliminin giderek sertleştiği bu dönemde, Aksu’nun sessizliği de bir tür tavır, bir tür ifade biçimi hâline gelir. Söz söylememek, bazen en güçlü sözdür. Sezen Aksu bunu, hem estetik hem etik bir tavır olarak sürdürür.
2011 tarihli “Öptüm” albümü, bu sessizliğin içinde yankılanan son güçlü çığlıklardan biridir. Albüm, önceki çalışmalara göre daha içsel bir hatta ilerler. “Vay”, “Ballı”, “Unuttun mu Beni?” gibi parçalar, gündelik dilin sadeliğini dramatik yoğunlukla birleştirir. Bir insanlık durumunun anlatısı gibidirler. Sözler, artık “anlatmak”tan çok “sezdirmek” üzerine kuruludur. Melankoli, artık bir duygudan çok bir düşünce biçimine, bir dünya görüşüne dönüşür.
Bu dönemde Aksu’nun kamuya hitabı da azalır. Sosyal medya çağında, her şeyin kolayca görünür olduğu bir dönemde, Sezen Aksu’nun görünmezliği, bir çağ eleştirisi gibi okunabilir. Giderek kalabalıklaşan, ama aynı oranda yüzeyselleşen kültürel alanda, Sezen suskunluğu seçer. Konuşmaz; şarkı yazmaz; zaman zaman yazsa da yayımlamaz. Bu, sadece üretim hızına değil, üretimin anlamına da bir itirazdır.
Bu “ara” dönemde “Biraz Pop Biraz Sezen” (2011) ve “Demo” (2017) ile adeta “Ceeee!” der uzaklardan… Sonra tekrar gömülür kendine.
2022’ye gelindiğinde, Sezen bir kez daha politik gündemin merkezine oturur. Eski bir şarkısındaki “Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e” dizesi, yıllar sonra yeniden tartışmalara neden olur. Ama bu tartışma, Sezen Aksu’nun diline, cesaretine ve yıllar boyunca taşıdığı “muhalefet biçimine” dair yeni bir farkındalık da yaratır.
Doğrusu, o hiçbir zaman bir protest sanatçı olmaz; ama sessizliğiyle, seçtiği kelimelerle, yazmadıklarıyla da söylemiş kadar olur. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’de sanatçının kamusal sorumluluğu, ifade özgürlüğü ve kültürel iklim bir kez daha sorgulanır hâle gelir.
Ve nihayetinde “Paşa Gönlümün Şarkıları” adlı albümle döner piyasaya. Gerçi onun bildiği piyasa değildir bu. O yüzden son çabası bir müzik olayı olarak görülmez. bir tür hafızanın oyunu olarak kabul görür. Albüm, eski Sezen’i bulamayanları da, yeni Sezen’i bekleyenleri de bir tür tereddütle karşır.
Şu söylemeli: Bu albüm, zamanın ruhuna karşı bir duruş, bir hatırlatma, bir “buradayım, ama artık başka şekilde” deyişi… Şarkılarda büyük (!) cümleler yok. Besteler de keza öyle. Ama küçük kırılmalar, sitemli fısıltılar, vazgeçmeden vazgeçme hâlleri söz konusu. Bir tür “duygunun arkeolojisi” yani…
Unutmamak gerek; artık şarkılar, önceki kadar yüksek sesle söylenmiyor. Ama o tanıdık ses, belki de her zamankinden daha derin bir yankı bırakıyor kalpte.