Fotoğraf: Jacob Aue Sobol
Danimarkalı fotoğrafçı Jacob Aue Sobol’un siyah-beyaz dünyasına adım attığımızda ilk hissedeceğimiz şey, “gördüğümüz” değil, “hissettiğimiz” bir dünyaya girmiş olmamızdır. Aue Sobol, İskandinav fotoğraf geleneğinin kendine has yalnız ve bireysel tarzını işlerinde her daim, sanatının bir alameti farikası olarak hissettirmektedir.
Aue Sobol, fotoğraflarında bakan göz değil, çoğu zaman yaşayan kalptir. Onun karelerinde yalnızlık ürpertici değil, şiirseldir. Aşk ise gösterişli değil, çıplak ve gerçektir.
1976 yılında Kopenhag’da doğan Sobol, bugün dünyanın en saygın fotoğraf kolektiflerinden biri olan Magnum Photos’un tam üyesi olarak kariyerini sürdürmektedir. Ancak onu “başarılı bir fotoğrafçı” yapan şeyi, sadece prestijli bir ajansa üyeliğiyle sınırlandıramayız. Çünkü kendisi, bundan çok daha fazlasıdır. Onu özel kılan, fotoğrafı tıpkı diğer önemli sanatçılar gibi, yaşama biçimine dönüştürmüş olmasıdır. Kamera, onun için bir göz değil bir duygu aracıdır. Objektifiyle sadece görüntüyü değil, aradaki mesafeyi de ortadan kaldırır. Kamerasını utangaçlığının, hassasiyetinin bir uzantısı olarak karşısındakine uzattığına ortaya unutulmaz görüntüler çıkar.
Sobol’un kariyerindeki en önemli dönüm noktası, 1999 yılında Grönland’a yaptığı yolculuktur. Burada Tiniteqilaaq adlı küçük bir balıkçı köyünde Sabine adında bir kadına âşık olur ve onunla birlikte iki yıl yaşar. Bu deneyim, daha sonra Sabine adını taşıyan bir kitaba dönüşür. Ama Sabine, sadece bir aşk hikâyesi değil. Aynı zamanda uzak ve soğuk bir coğrafyada yaşanan en insani anların, sıcak bir samimiyetle belgelendiği görsel bir günlüktür. Fotoğrafçıya dünya çapında tanınırlığı da bu işi getirir.
Kitaptaki fotoğraflar; karın sessizliği, nefesin buğusu, dokunmanın kırılganlığı gibi detaylarla doludur. Sert ve aynı zamanda kırılgandır. Sobol, “dışarıda” değil; “içerdedir”. Objektifiyle bakmaz, fotoğrafıyla yaşar. İzleyiciye ise sadece o yaşanmışlığa ortak olmak düşer.
Fotoğrafçının bakışı kariyerinin daha sonraki zamanlarında Japonya’ya yönelir. I, Tokyo adlı projesi, dünyanın en kalabalık şehirlerinden birinde bireysel yalnızlığın fotoğraf albümüne dönüşür. Neon ışıkların, kalabalık caddelerin ve trenlerin arasında kaybolmuş insanların yüzlerinde kent, kendi öznel hikayesini yaşar her bir kişinin ruhunda. Bu kez aşk yerine yabancılaşma, samimiyet yerine mesafe çıkar karşımıza. Ama Sobol’un bakışı yine aynıdır: yargılamaz, sadece hisseder.
Son projesi Arrivals and Departures tren istasyonlarından, sınır geçişlerinden, kalabalıklar arasındaki duraklamalardan bir hikâyedir. Hareket hâlindeki insanın, aslında ne kadar yerinde saydığını anlatır.
Jacob Aue Sobol’un fotoğraflarında teknik hiçbir zaman öncelikli yer almaz. Hatta çoğu zaman bunu dikkate almaz bile. Tekniğin yarattığı hantallığın ve hesaplamaların fotoğraflarının önüne geçmesini istemez. O, her zaman en saf olanın, en işlenmemiş olanın peşindedir. Siyah-beyaz, yüksek kontrastlı ve grenli fotoğraflar onun alameti farikasıdır.
Bugün dijital çağda milyonlarca fotoğraf üretiliyor. Ama Sobol’un fotoğraflarında üretim değil, katılım vardır. Onun için önemli olan “kadraj” değil, o kareye duyulan “bağlılık”tır. O nedenle projelerini yıllarca sürdürebilir; çünkü sadece dışarıdan bakan biri olmaya tahammül gösteremez
Jacob Aue Sobol, çağdaş belgesel fotoğrafçılığın sınırlarını zorlayan bir isim. Onun işlerini yalnızca belge değil, aynı zamanda bir şiir, bir öykü, bir itiraf olarak görmek lazım. Kimi zaman kederli, kimi zaman şefkat dolu, ama her zaman gerçek.
Bugün bir Sobol fotoğrafına baktığınızda orada belki yabancı bir yüz göreceksiniz. Ama aynı karede, çok tanıdık bir hisle karşılaşacaksınız. Belki bir yalnızlık, belki bir özlem, belki de çoktandır unuttuğunuz bir dokunuşun yankısı…
Ve işte o zaman anlayacaksınız: Jacob Aue Sobol, fotoğrafı çeken bir göz değil; onu hisseden bir yürektir.