Bir imparatorluk, kaç halkı yarı yolda bırakarak yükselir?
Amerika Birleşik Devletleri’nin 20. yüzyıl boyunca yürüttüğü dış politika, yalnızca diplomatik müdahalelerden ibaret değil; askeri darbelerden sivil katliamlara, gizli operasyonlardan yasal işgallere dek geniş bir suç repertuarına sahip. Bu yazı, Washington’un “özgürlük” adına işlediği tarihsel suçların kısa ama yoğun bir dökümünü sunuyor.
ABD’nin suç dosyası, emperyal bir güç olarak ortaya çıkışının doğrudan sonucu olan askeri müdahale, rejim değişikliği, örtülü operasyon, ekonomik kuşatma ve kitle imha stratejilerinin toplamıdır. Bu dosya, yalnızca savaşların değil, aynı zamanda barış adına kurulan sömürge düzenlerinin, gizli CIA operasyonlarının ve medya eliyle yürütülen psikolojik savaşların tarihidir. Latin Amerika’dan Asya’ya, Ortadoğu’dan Balkanlar’a uzanan bu tarih, sistematik bir küresel müdahale rejiminin izlerini taşır.
1898 – Küba ve Filipinler İşgali: “Özgürlük” Maskesi Altında İlk Emperyal Açılım
1898, Amerikan müdahaleciliğinin dünya sahnesine kalıcı biçimde çıktığı tarih olarak kabul edilir. O yıl patlak veren İspanya-Amerika Savaşı, görünürde Küba’nın İspanyol sömürgesinden kurtuluşuna destek vermek amacıyla başlatılmıştı. Ancak savaşın gerçek kazanımı, ABD’nin dünya genelinde ilk sömürgeci yayılma hamlesini başlatması oldu. Savaş sonrasında İspanya, Küba’yı boşaltmak zorunda kaldı; Filipinler, Porto Riko ve Guam gibi stratejik bölgeler ise doğrudan ABD’nin denetimine geçti.
ABD, Küba’yı resmen işgal etmese de 1902’de nominal bir bağımsızlık tanıyana kadar ülkeyi askeri olarak yönetti. Ne var ki bu “bağımsızlık”, Platt Ek Maddesi gibi düzenlemelerle fiilen Washington’un vesayetine tabi bir rejim anlamına geliyordu. ABD, Küba topraklarında Guantanamo Körfezi’nde bugün hâlâ kullanılan askeri üs dâhil olmak üzere geniş haklar elde etti. Küba, böylece hem askeri hem ekonomik olarak Amerikan etkisine teslim edildi.
Filipinler’deki durum ise çok daha kanlıydı. Filipin halkı, ABD’nin İspanya’yı kovmasını özgürlük umudu olarak görmüş, bağımsızlık beklentisine kapılmıştı. Ancak kısa sürede ABD’nin yeni bir sömürge gücü olduğu anlaşılınca, Filipinler direnişe geçti. 1899’da başlayan Filipin-Amerikan Savaşı, üç yıl süren kanlı bir çatışmaya dönüştü. ABD ordusu, direnişi bastırmak için köyleri yakmak, toplu infazlar, sivil nüfusu hedef alan saldırılar gibi sistematik şiddet yöntemlerine başvurdu. Resmî rakamlara göre 200.000’den fazla Filipinli — çoğu sivil — yaşamını yitirdi; bazı bağımsız kaynaklara göre bu sayı çok daha yüksektir. Savaş sırasında yapılan uygulamalar, bugünkü insan hakları hukuku açısından savaş suçu niteliği taşır.
1898, yalnızca bir savaşın değil, Amerikan dış politikasında köklü bir dönüşümün miladıdır. Bu tarihten itibaren ABD, “özgürlük” ve “medeniyet” söylemleriyle süslediği müdahaleleriyle küresel bir emperyal güce dönüşecektir. Filipinler ve Küba, bu dönüşümün ilk acılı laboratuvarları olmuştur.
1921 – Nikaragua: Bir Diktatörlüğün Tohumları
1921 yılı, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Amerika’daki etkisini pekiştirmek adına attığı stratejik adımların önemli bir dönüm noktasıdır. Nikaragua’da bu yıl, “istikrar” ve “demokrasi” sağlamak bahanesiyle ABD’nin kurdurduğu Ulusal Muhafızlar adlı askerî yapılanma, yalnızca bir güvenlik gücü değil, ileride ülkeyi onlarca yıl boyunca baskı altında tutacak bir diktatörlük aygıtı hâline gelir.
ABD, 1909’dan itibaren Nikaragua’ya doğrudan ve dolaylı müdahalelerde bulunmuştu. 1912’de başlayan Amerikan askerî işgali, 1933’e kadar kesintisiz sürdü. Bu süreçte, yerel yönetim mekanizmaları büyük ölçüde işlevsizleştirilmiş, Washington’un desteklediği kukla rejimler göreve getirilmişti. 1921’de atılan adım, bu kontrolü daha “yerli” bir görünüme büründürmek içindi. Ulusal Muhafızlar adlı yapı, Amerikan deniz piyadeleri tarafından eğitildi ve silahlandırıldı. Amacı, ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket eden her türlü muhalefeti bastırmaktı.
Bu yapılanmanın başına getirilen Anastasio Somoza García, Washington’un sadık bir müttefiki olarak sivrildi. 1934’te, Nikaragua direnişinin simge ismi Augusto César Sandino’yu tuzakla katlettirerek rakiplerini ortadan kaldırdı ve 1937’de resmi olarak devlet başkanlığına geçti. Böylece, Somoza ailesinin ülkeyi 40 yıl boyunca demir yumrukla yöneteceği diktatörlük dönemi başladı.
Somoza hanedanı, Nikaragua’yı adeta kişisel bir mülk gibi yönetti. Tarım arazileri, bankalar, medya organları, fabrikalar ve hatta dış yardımların büyük bölümü doğrudan aileye aktı. Halk ise yoksulluk, yolsuzluk, şiddet ve baskıyla kuşatıldı. ABD ise bu süre boyunca Somoza rejimine hem siyasi hem de ekonomik destek vermeye devam etti; zira rejim, anti-komünist çizgide kalıyor ve Amerikan şirketlerinin çıkarlarını güvence altına alıyordu.
Nikaragua halkı bu rejime 1979’da ancak Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) önderliğinde bir devrimle son verebildi. Ancak bu defa da ABD, devrimi bastırmak amacıyla “kontralar”ı silahlandırdı ve bir iç savaşın fitilini ateşledi. Böylece, 1921’de atılan ilk adım, Nikaragua’nın yaklaşık 70 yıl sürecek bir istikrarsızlık ve acı dönemine girmesinin başlangıcı oldu.
1945 – Hiroşima ve Nagazaki – Nükleer Çağın Kapısı ve Sivil İmhanın Başlangıcı
6 ve 9 Ağustos 1945 tarihlerinde, Amerika Birleşik Devletleri insanlık tarihini sonsuza dek değiştiren bir adım attı: Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine iki atom bombası attı. Bu saldırılar, yalnızca İkinci Dünya Savaşı’nın sonunu getirmekle kalmadı, aynı zamanda modern çağın ilk sistematik nükleer sivil imhası olarak tarihe geçti.
Hiroşima, 6 Ağustos sabahı saat 08.15’te “Little Boy” adlı uranyum bazlı bomba ile hedef alındı. Şehrin merkezine 600 metre mesafede patlayan bomba, saniyeler içinde 140.000’den fazla insanın hayatını aldı. Geri kalanlar ise ağır yanıklar, radyasyon hastalıkları ve travmalarla mücadele etti. Üç gün sonra, 9 Ağustos’ta, bu kez Nagazaki şehri hedef seçildi. “Fat Man” adlı plütonyum bazlı bomba burada yaklaşık 75.000 kişinin ölümüne yol açtı. Böylece iki bombayla toplam 200.000 ila 250.000 arası insan — çoğu sivil, kadın, çocuk ve yaşlı — ya anında hayatını kaybetti ya da kısa süre sonra ağır yaralanmalarla öldü.
Amerikan yönetimi, bu saldırıları “Japonya’nın teslimini hızlandırmak” ve “müttefik askerlerinin olası kara harekâtında vereceği kayıpları önlemek” gerekçesiyle savundu. Ancak sonraki yıllarda yapılan tarihsel araştırmalar, Japonya’nın teslimiyete zaten yakın olduğunu, bombaların esasen Sovyetler Birliği’ne bir güç gösterisi olarak atıldığını öne sürmektedir. Bu görüşe göre atom bombaları, yalnızca bir savaşın sonu değil, Soğuk Savaş’ın başlangıç işaretiydi.
Hiroşima ve Nagazaki, bir bakıma savaşın kurallarının tamamen değiştiği anlardır. Konvansiyonel silahlarla yürütülen çatışmalardan nükleer silahların potansiyel soykırım gücüne geçişin sembolleridir. Bombaların kullanıldığı tarihte, bu kentlerde hiçbir askeri üs, stratejik tesis ya da savaş endüstrisi hedef alınmamıştı. Siviller doğrudan hedef olmuştu. Bu da saldırıları yalnızca savaş suçu değil, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak değerlendiren görüşlerin doğmasına neden oldu.
Nitekim, Japonya’nın teslimiyeti sonrasında bile nükleer etkiler sona ermedi. Radyasyona maruz kalanlar — hibakusha olarak anılan hayatta kalanlar — ömür boyu fiziksel ve psikolojik acılarla yaşadı. Lösemi, tiroid kanseri ve doğum kusurları gibi uzun vadeli etkiler nesiller boyunca sürdü.
Bugün Hiroşima ve Nagazaki, nükleer savaşın yıkıcılığına karşı küresel hafızanın merkezinde yer alan kentlerdir. Ancak bu trajedi, aynı zamanda nükleer silahlanmanın hız kazandığı bir dönemin başlangıcı da olmuştur. ABD’nin bu eylemi, Sovyetler Birliği’ni, ardından da diğer ülkeleri benzer silahları üretmeye yöneltti. Böylece Hiroşima ve Nagazaki, sadece yüzbinlerce insanın ölümüyle değil, insanlığın bir daha geri dönemeyeceği bir eşiği geçmesiyle de anılır.
1950–1953 – Kore Savaşı: İki Kutuplu Dünyanın İlk Açık Savaşı
1945’te Japon işgalinden kurtarılan Kore Yarımadası, kısa süre içinde iki süper gücün — Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri — nüfuz alanına dönüştü. 38. paralel, kuzeyde Sovyetler destekli komünist Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore), güneyde ise ABD destekli Kore Cumhuriyeti (Güney Kore) arasında fiili bir sınır hâline geldi.
25 Haziran 1950’de Kuzey Kore ordusunun Güney Kore’ye saldırısıyla başlayan savaş, ilk bakışta bir iç savaş gibi görünse de çok geçmeden Soğuk Savaş’ın vekâlet savaşı biçimine büründü. ABD, Güney Kore’yi desteklemek amacıyla hızla müdahale etti ve Birleşmiş Milletler Gücü adı altında, esasen Amerikan komutasındaki geniş bir askeri koalisyon oluşturdu. Çin Halk Cumhuriyeti de kısa süre içinde Kuzey Kore’nin yardımına koştu. Böylece Kore Savaşı, iki büyük blokun doğrudan askerî müdahalede bulunduğu ilk çatışma oldu.
Savaş, yalnızca siyasi kutuplaşmanın değil, insani yıkımın da sembolü hâline geldi. 3 yıl süren çatışmalarda yaklaşık 2 milyon insan yaşamını yitirdi — bunların büyük kısmı sivildi. Bombardımanlar sırasında kentler yerle bir edildi, özellikle Kuzey Kore şehirleri sistematik şekilde hedef alındı. ABD Hava Kuvvetleri’nin, savaş süresince Kuzey Kore’ye attığı bomba miktarının, İkinci Dünya Savaşı’nda Pasifik Cephesi’nde atılanlarla yarıştığı belgelenmiştir. Yangın bombalarıyla gerçekleştirilen bu saldırılar, sivil nüfus üzerinde büyük bir travma yarattı.
Savaşın sonunda taraflar bir barış anlaşması imzalamadı. 1953’te Panmunjom Ateşkesi ile çatışmalar durduruldu ancak yarımada fiilen ikiye bölündü ve sınır hattı olarak 38. paralelin biraz kuzeyinde yer alan Askerden Arındırılmış Bölge (DMZ) oluşturuldu. Bu sınır, bugün hâlâ dünyanın en yüksek askeri gerilimlerinden birinin odak noktasıdır.
Kore Savaşı’nın ardından ABD, Güney Kore’de kalıcı bir askeri varlık tesis etti ve bölgeye uzun vadeli müdahalesini garanti altına aldı. Bu savaş, aynı zamanda ABD’nin “komünizmin domino etkisini durdurma” stratejisinin (containment policy) ilk saha uygulamasıdır. Vietnam’dan Latin Amerika’ya kadar uzanacak müdahale zincirinin de öncüsüdür.
Kore Savaşı ayrıca, medya tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Televizyonun ilk büyük savaş yayını, Amerikan kamuoyunda geniş bir etki yaratmış, savaşın psikolojik ve siyasi yankılarını artırmıştır. Öte yandan, savaş boyunca yerinden edilen milyonlarca insan, bugünkü Kore toplumlarının kolektif hafızasında kapanmamış bir yara olarak varlığını sürdürmektedir.
1954 – Guatemala: Bir Muz Cumhuriyetinin Sessiz Çığlığı
20. yüzyılın ortasında Guatemala, Orta Amerika’nın en yoksul ama en umut vadeden ülkelerinden biriydi. 1944’te askeri diktatörlüğün sona ermesiyle başlayan on yıllık demokratik açılım dönemi, ilerici reformlarla şekillenmişti. Bu dönemin en dikkat çeken lideri Başkan Jacobo Árbenz, 1951’de seçimle iktidara geldi. Árbenz, özellikle büyük toprak reformu projeleriyle dikkat çekti: tarım dışı bırakılmış geniş arazileri kamulaştırarak yoksul köylülere dağıtmayı hedefliyordu. Ama bu reformlar, yalnızca yerel toprak sahiplerini değil, Amerikan tekellerini de ciddi biçimde rahatsız etti.
Bunların başında United Fruit Company (UFC) geliyordu — hem ülkenin devasa topraklarında söz sahibi olan bir tarım devi, hem de Amerikan siyasetini perde arkasından etkileyen bir lobi gücü. Árbenz’in kamulaştırma hamlesi, UFC’nin çıkarlarını doğrudan tehdit etti. Şirket, Guatemala’daki gelişmeleri “komünist bir tehdit” olarak sunarak Washington’da yoğun bir propaganda yürüttü. Soğuk Savaş paranoyasının zirvede olduğu bir dönemde, bu söylem kolayca karşılık buldu.
CIA, “Operation PBSUCCESS” adlı gizli bir planla 1954’te Árbenz hükümetini devirmek üzere harekete geçti. Honduras’tan gelen paralı askerler ve yerel darbeciler, Amerikan hava desteğiyle hükümeti düşürdü. Árbenz sürgüne gönderildi. Yerine gelen askeri cunta, ABD destekli sağcı bir rejim kurdu.
Bu darbe yalnızca bir hükümeti devirmekle kalmadı, ülkenin siyasal dengesini onlarca yıl sürecek bir trajediye sürükledi. 1960’ta başlayan iç savaş tam 36 yıl sürdü ve 200 binden fazla insanın hayatına mal oldu. Özellikle 1980’lerdeki devlet terörü, yerli Maya halkı üzerinde soykırım niteliğinde operasyonlarla devam etti. Faili meçhul cinayetler, zorla kaybedilmeler, toplu mezarlar… Guatemala, CIA destekli bir darbenin nasıl geniş ölçekli bir toplumsal yıkıma dönüşebileceğinin simgesi hâline geldi.
Dahası, Guatemala örneği, ABD’nin Latin Amerika’da solcu ya da bağımsızlık yanlısı yönetimlere karşı yürüttüğü müdahalelerin model vakası oldu. Nikaragua’dan Şili’ye kadar benzer operasyonlar bu paradigmayı takip etti. Bu nedenle 1954 darbesi, sadece Guatemala’nın değil, tüm bölgenin kaderini etkileyen bir kırılma anıdır.
1955 – Güneydoğu Asya: CIA’nın Gölgesinde Susturulan Halklar
Endonezya, Laos, Kamboçya gibi ülkelerde CIA operasyonları yürütülür. Sivil halk “komünizm” bahanesiyle sistematik şiddete maruz bırakılır.
1950’lerin ortasında, Güneydoğu Asya, Batı’nın gözünde yalnızca bir coğrafya değil, Soğuk Savaş’ın yeni cephelerinden biriydi. “Domino teorisi” adı verilen stratejik paranoya, bir ülkede komünist bir rejim kurulursa, çevresindeki tüm ülkelerin sırayla sosyalizme kayacağı düşüncesine dayanıyordu. Bu varsayım, Amerikan dış politikasını şekillendiren en etkili gerekçelerden biri hâline geldi. Ve sonuç: Endonezya, Laos, Kamboçya gibi birçok ülke, ABD’nin doğrudan veya dolaylı müdahalesiyle karşı karşıya kaldı.
Endonezya’da, CIA 1955’ten itibaren sol görüşlü lider Sukarno’yu dengelemek adına gizli operasyonlar yürüttü. 1958’de CIA destekli isyancı gruplar, merkezi hükümete karşı silahlı ayaklanma başlattı. ABD’li pilot Allen Lawrence Pope’un düşürülen uçağından sağ ele geçirilmesi, Amerikan müdahalesini gün yüzüne çıkardı. Ancak bu yalnızca bir başlangıçtı. 1965’te General Suharto’nun gerçekleştirdiği askerî darbenin ardından, CIA’nın listeler verdiği paramiliter gruplar ve ordu, sözde “komünist avı” başlattı. Yaklaşık 500.000 ila 1 milyon arasında sivil, yargılanmadan, sorgusuz infaz edildi. Bu, 20. yüzyılın en büyük sessiz soykırımlarından biri olarak tarihe geçti.
Laos, aynı dönemde ABD tarafından “gizli savaşın laboratuvarı”na dönüştürüldü. CIA, ülkedeki Hmong azınlığını silahlandırarak komünist Pathet Lao güçlerine karşı kullandı. 1964-1973 yılları arasında, ABD bu küçük ülkeye 2 milyondan fazla bomba attı — bu, kişi başına dünyanın en fazla bombalanan ülkesidir. Bu bombardımanlarda binlerce sivil öldü, yüz binlercesi sakat kaldı. Üstelik patlamamış mühimmatlar hâlâ ölüm saçmaya devam ediyor.
Kamboçya’da, ABD’nin doğrudan müdahalesi birkaç yıl sonra, 1969’da yoğun bombardımanlarla zirveye ulaştı. Ancak bu süreç 1950’lerin sonunda CIA’nin siyasi manipülasyonlarıyla başlamıştı. Kral Norodom Sihanouk’un tarafsızlık politikası, Washington tarafından kuşkuyla karşılandı. Ülkede CIA destekli ajanlar ve milis gruplar faaliyet yürütmeye başladı. Bu istikrarsızlaştırma süreci, ülkeyi Kızıl Kmerler’in yükselişi ve 1975 sonrası Pol Pot’un soykırımı ile korkunç bir sona sürükledi.
Tüm bu ülkelerde ortak olan şey, ABD’nin “komünizmle mücadele” bahanesiyle halkların kendi kaderini tayin etme hakkını sistematik biçimde çiğnemesi, seçilmiş liderleri devirmesi ve militarize edilmiş rejimleri desteklemesidir. Binlerce masum sivil, Batı’nın jeopolitik oyunlarında “kolateral zarar” sayıldı. Üstelik bu operasyonlar çoğunlukla Kongre denetimi dışında, CIA tarafından “gizli görev” statüsünde yürütüldü ve ancak yıllar sonra belgeleriyle ortaya çıktı.
1961 – Domuzlar Körfezi Çıkarması: Bir Darbenin Batışı ve Küba’nın Dönüşmeyen Kaderi
Domuzlar Körfezi Çıkarması, ABD tarihinin en utanç verici ve başarısız dış müdahalelerinden biri olarak kabul edilir. Fidel Castro’nun 1959’da gerçekleştirdiği Küba Devrimi, yalnızca Karayipler’de bir hükümet değişikliği değil, aynı zamanda ABD’nin “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’da sosyalist bir rejimin doğuşuydu. Castro’nun iktidara gelmesinden kısa süre sonra özel mülkiyetleri kamulaştırması, ABD menşeli şirketlerin çıkarlarını zedeledi. Bu durum, Washington’da Küba rejiminin bir tehdit olarak algılanmasına neden oldu.
Dwight D. Eisenhower yönetimi, 1960 yılında Küba’daki devrimi tersine çevirmek amacıyla gizli bir CIA operasyonuna onay verdi. Plan, Castro karşıtı Kübalı sürgünlerin eğitimden geçirilerek Küba’ya çıkarma yapmasını, ardından bu çıkarmanın halk ayaklanmasına dönüşmesini öngörüyordu. Operasyonun uygulanması ise John F. Kennedy’nin göreve gelmesinden kısa süre sonra, 17 Nisan 1961’de gerçekleşti.
Ancak plan, daha ilk saatlerden itibaren tam bir fiyaskoya dönüştü. Küba istihbaratı çıkarmayı önceden öğrenmişti; Castro güçleri hazır bekliyordu. Amerikan uçaklarının hava desteği yetersiz kaldı, çıkarma yapan sürgünler beklenen halk desteğini bulamadı. Sonuç: yaklaşık 1.200 sürgün savaşçı Küba ordusu tarafından yakalandı, ABD ise açık bir şekilde başarısız oldu. Kennedy yönetimi uluslararası kamuoyu önünde küçük düştü, CIA içindeki çatlaklar gün yüzüne çıktı.
Bu başarısızlık yalnızca taktiksel değil, stratejik bir kırılmaydı. Soğuk Savaş gerilimi ciddi biçimde tırmandı. Castro, bu saldırıyı ABD’nin doğrudan işgal niyeti olarak sundu ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerini daha da sıkılaştırdı. Bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak 1962’de Küba Füze Krizi patlak verdi — dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren en tehlikeli diplomatik hesaplaşmalardan biri.
Domuzlar Körfezi Çıkarması, CIA’nin Latin Amerika’daki rejim değiştirme politikalarının ilk büyük hezimetidir. Ancak bu hezimet, ABD’nin bölgedeki müdahale iştahını kesmemiştir. Aksine, şiddet, örtülü operasyonlar ve ekonomik abluka politikaları daha da derinleşmiştir. Küba ise o tarihten bu yana Amerikan yaptırımlarının ve dış baskının sürekliliği içinde yaşamaya devam etmektedir.
1965 – Endonezya Katliamı: Bir Soykırımın Sessiz Ortakları
1965 sonbaharında Endonezya’da başlayan ve tarihe “Sessiz Soykırım” olarak geçen kıyım, yalnızca bir iç hesaplaşma değil, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın Asya’daki en kanlı müdahalesiydi. Cumhurbaşkanı Sukarno’nun öncülüğünde “bağlantısızlar” hareketine öncülük eden Endonezya, Batı’nın gözünde giderek sorunlu bir müttefik hâline gelmişti. Özellikle, ülkenin en büyük ve örgütlü siyasi partilerinden biri olan Endonezya Komünist Partisi (PKI)’nin büyümesi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını tehdit eder hâle gelmişti.
30 Eylül 1965’te, altı generalin öldürülmesiyle başlayan bir darbe girişimi bahanesiyle, General Suharto önderliğindeki ordu, PKI’yi ve onunla ilişkilendirilen herkesi “temizlemek” üzere harekete geçti. Ancak bu sadece bir siyasi temizlik değil, toplumsal bir etnik ve ideolojik kıyım anlamına geliyordu. Solcu oldukları düşünülen sendikacılar, köylüler, öğretmenler, kadın örgütleri üyeleri ve özellikle Çin kökenli Endonezyalılar hedef alındı.
Yaklaşık 6 ay süren bir dönemde 500.000 ila 1 milyon insan öldürüldü. Cesetler nehir yataklarına, toplu mezarlara, ormanlara atıldı. Komşular komşularını, öğretmenler öğrencilerini ihbar etti. Bu şiddetin yürütücüsü yalnızca ordu değildi; paramiliter güçler, İslami milisler ve bazı sivil gruplar da sürece dâhil oldu. Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ise yalnızca bu katliamı desteklemekle kalmadı, bizzat hedef listeleri sağlayarak süreci yönlendiren aktörlerden biri oldu.
Washington’daki yetkililer, Suharto’nun yükselişini memnuniyetle karşıladı. Komünizmin Endonezya gibi büyük ve stratejik bir ülkede durdurulması, Vietnam’da yaşanan çıkmazın tersine çevrilebileceği düşüncesini doğurdu. Nitekim Suharto, ABD ve Batılı ülkelerden yoğun ekonomik ve askeri destek aldı. Endonezya, çok uluslu şirketlerin yatırımına açıldı, sendikalar bastırıldı, sol siyaset tamamen tasfiye edildi.
Bu olay, yalnızca Endonezya’nın siyasi haritasını değil, tüm Güneydoğu Asya’nın otoriter kapitalist modelle yeniden şekillenmesine zemin hazırladı. Dahası, ABD’nin “komünizmle mücadele” gerekçesiyle kitlesel sivil kıyımlarına zımnen onay verdiği en açık örneklerden biri oldu.
Bugün hâlâ Endonezya’da bu katliamlar tam anlamıyla hesaplaşılmamış bir tarih olarak durur. Kurbanların çoğu kimliksiz ve mezarsızdır. 2012’de yayınlanan The Act of Killing adlı belgesel, katliamı bizzat gerçekleştiren kişiler tarafından yeniden canlandırılarak dünyanın dikkatini bu karanlık döneme çekmiştir.
1970–1975 – Kamboçya ve Laos: Sessiz Savaşlarda Patlayan Bombalar
Vietnam Savaşı’nın gölgesinde kalan ama en az onun kadar yıkıcı olan iki cephe daha vardı: Kamboçya ve Laos. Bu iki küçük Güneydoğu Asya ülkesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş taktiği olan “komünizmin yayılmasını çevreleme” stratejisinin hedefi hâline geldi. Ancak bu strateji, yerel halk için sadece siyasal bir dönüşüm değil, kitlesel ölüm, yerinden edilme ve kuşaklar boyu sürecek travmalar anlamına gelecekti.
Laos, 1964–1973 yılları arasında Amerikan tarihinin en yoğun gizli hava saldırılarına maruz kaldı. CIA destekli “Gizli Savaş” kapsamında, ABD Hava Kuvvetleri, Laos üzerine iki milyondan fazla bomba attı. Bu, savaş boyunca günde ortalama bir bombardıman uçağının her sekiz dakikada bir havalanması anlamına geliyordu. Hedef alınan bölgeler çoğunlukla kırsal alanlardı; tarım arazileri, köyler, pazar yerleri, ormanlık alanlar. Patlamamış mühimmatlar (cluster bombs), hâlâ çocukların ve çiftçilerin ölümüne yol açmaktadır. Laos bugün, dünya üzerinde kişi başına en fazla bomba düşen ülke olarak anılıyor.
Kamboçya’da, 1969’da başlatılan ve Başkan Nixon tarafından onaylanan “Operation Menu”, Vietkong gerillalarının saklandığı varsayılan sınır bölgelerine yönelik geniş çaplı bombalamaları içeriyordu. Ancak bu operasyon kısa sürede ülkenin iç bölgelerine doğru yayıldı. 1970’te General Lon Nol’un CIA destekli darbesiyle Prens Norodom Sihanouk’un devrilmesi, ülkeyi daha da istikrarsız hâle getirdi. ABD, yeni rejime silah ve hava desteği sağlarken, bir yandan da Kızıl Kmerler ve diğer muhalif güçlerle mücadele bahanesiyle sivillerin yoğun yaşadığı bölgeleri sistematik biçimde bombaladı.
Tahminlere göre, bu dönemde Kamboçya’da 500.000 ila 750.000, Laos’ta ise 300.000’den fazla sivil yaşamını yitirdi. Özellikle Kamboçya’da yaşanan yıkım, 1975’te Pol Pot liderliğindeki Kızıl Kmerler’in iktidara gelmesiyle başka bir trajediye, soykırıma evrildi. ABD bombardımanları, ülkedeki yoksul kırsal nüfusu radikalleştirmiş, devlet otoritesine olan inancı yok etmiş ve Kızıl Kmerler’in propagandasını beslemişti. Yani savaşın şiddeti yalnızca fiziki bir yıkım yaratmamış, aynı zamanda bir toplumu uçlara savurmuştu.
Amerikan kamuoyu, bu operasyonlardan uzun süre habersiz kaldı. Bombardımanların varlığı ancak 1973’te Kongre soruşturmaları sırasında belgelenebildi. Vietnam’daki askeri başarısızlıkla eş zamanlı olarak Kamboçya ve Laos’ta yaşanan bu örtülü felaketler, ABD’nin dış politikasında “gizli savaşlar” döneminin en karanlık örnekleri arasında yer alır.
1973 – Şili: Demokrasiye İndirilen Kanlı Darbe
11 Eylül 1973’te, Şili’nin başkenti Santiago’da tanklar sokaklara indi, savaş uçakları başkanlık sarayı La Moneda’yı bombaladı. Aynı gün, ülkenin demokratik yollardan seçilmiş sosyalist başkanı Salvador Allende, darbeye direnirken öldürüldü. Bu olay yalnızca Şili’nin kaderini değil, Latin Amerika’da ABD destekli rejim değişikliği politikalarının zirve anını temsil etti.
Salvador Allende, 1970’te serbest seçimlerle iktidara gelmişti. Latin Amerika’nın ilk sandıktan çıkan Marksist lideriydi. “Şili yolu ile sosyalizm” diyerek silahlı devrim yerine demokratik süreçleri savunuyordu. Ancak toprak reformları, madencilik ve enerji sektöründe yapılan kamulaştırmalar, özellikle Amerikan çıkarlarını tehdit eder hâle gelmişti. ABD’nin dev şirketlerinden ITT (International Telephone and Telegraph) ve Anaconda Copper, Allende hükümetinin uygulamalarından doğrudan etkileniyordu. Bu durum, Washington’da alarm zillerinin çalmasına yetti.
CIA, Başkan Richard Nixon ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın onayıyla, Şili’deki istikrarsızlığı artırmak için kapsamlı bir gizli operasyon başlattı. Bu müdahale yalnızca muhalif askerlere değil, medya kuruluşlarına, sendikalara, öğrenci hareketlerine kadar uzandı. Şili’nin ekonomisi “bile isteye” sabote edildi, “halk Allende’den bıksın” diye fiyatlar yükseltildi, temel ihtiyaç maddeleri kara borsaya düştü.
Ve nihayetinde, General Augusto Pinochet öncülüğünde ordu yönetime el koydu. Bu, sıradan bir iktidar değişikliği değildi. Ardından gelen dönem, devasa bir sistematik şiddet dalgası getirdi: 17 yıl sürecek bir askeri diktatörlük, binlerce infaz, kayıp, işkence ve sürgünle hatırlanacak bir rejim.
Tahminlere göre yaklaşık 30.000 kişi gözaltında kaybedildi, 3.000’den fazla kişi infaz edildi, yüz binlerce insan sürgüne zorlandı. Santiago’daki ulusal stadyum, geçici toplama kampına çevrildi. Sol görüşlüler, sendikacılar, sanatçılar, akademisyenler hedef alındı. Bu süreçte Victor Jara gibi halk müziğinin simge isimleri işkencede öldürüldü.
ABD’nin rolü, yalnızca darbe öncesi değil, darbe sonrası dönemde de süreklilik taşıdı. Pinochet rejimi, neoliberal ekonomik politikaları uygulamak üzere Chicago Üniversitesi’nde eğitim almış teknokratlardan oluşan “Chicago Boys” grubuyla çalıştı. Böylece Şili, Latin Amerika’da deneysellik içeren ilk neoliberal laboratuvar hâline geldi.
Yıllar sonra, ABD belgeleri kısmen açığa çıkarıldığında, Washington’un darbedeki ve sonraki baskı rejimindeki rolü inkâr edilemez biçimde ortaya kondu. Ancak bu yüzleşme, on binlerce insanın yitip gittiği karanlığı aydınlatmaya yetmedi.
1975 – Vietnam’dan Çekiliş: Bir İmparatorluğun Kayıp Onuru ve Bir Halkın Bitmeyen Yaraları
30 Nisan 1975’te, Amerikan helikopterleri, Saigon’daki büyükelçilik binasının çatısından çaresizlik içinde kaçan insanları tahliye ederken, dünya tarihine utanç verici bir kare daha kazındı. ABD, 20 yılı aşkın bir süre boyunca doğrudan ve dolaylı olarak müdahil olduğu Vietnam’dan resmen çekildi. Ancak geride sadece kaybedilmiş bir savaş değil, katledilmiş milyonlar, yakılmış ormanlar, sakatlanmış kuşaklar kaldı.
Vietnam Savaşı, başlangıçta komünizmin yayılmasını engelleme doktrini çerçevesinde ABD’nin “önleyici müdahalesi” olarak meşrulaştırılmıştı. Ancak kısa sürede, yerel bir çatışma olmaktan çıkıp, küresel bir anti-emperyalizm direnişinin simgesi hâline geldi. ABD, önce Güney Vietnam’a askerî danışmanlar ve silahlar gönderdi; ardından 1965’ten itibaren on binlerce Amerikan askeri bölgeye sevk edildi.
Savaş boyunca ABD, Vietnam’a 638 bin ton bomba attı — bu miktar, II. Dünya Savaşı’nda atılan toplam bomba miktarının iki katına yakındır. Bu bombaların büyük kısmı sivil alanlara, tarlalara, köylere, tapınaklara isabet etti. Aynı zamanda kimyasal silahlar da kullanıldı: En meşhuru “Agent Orange” adlı yaprak dökücü kimyasal, milyonlarca dönüm ormanı yok etmekle kalmadı, nesiller boyu sürecek genetik bozulmalara ve sakat doğumlara yol açtı.
Tahminlere göre yaklaşık 3 milyon Vietnamlı sivil hayatını kaybetti, 4 milyona yakın insan kalıcı şekilde yaralandı ya da sakat kaldı. 2 milyona yakın kişi mülteci olarak ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. ABD’nin kendi kaybı 58.000 askerle sınırlı kaldı ama Amerikan kamuoyu nezdinde bu savaş, derin bir toplumsal ve psikolojik travmaya yol açtı. “Vietnam Sendromu” olarak anılan bu kırılma, sonraki on yıllarda ABD’nin dış politika kararlarını doğrudan etkiledi.
Savaş sadece Vietnam’ı değil, komşu ülkeleri de kapsayacak şekilde yayıldı. Laos ve Kamboçya da ABD bombardımanlarının hedefi oldu. Bu da Vietnam’daki savaşın bölgesel bir felakete dönüşmesine yol açtı.
ABD açısından savaşın sonunda ne zafer vardı, ne de onur. Amerikan askerleri için bu savaş, ne net bir amaç ne de belirgin bir kazanım taşımıştı. Vietnam halkı içinse yıkım, direniş ve yeniden doğuşun iç içe geçtiği bir varoluş mücadelesi idi.
Savaşın ardından, Vietnam uzun yıllar boyunca ekonomik ambargo ve izolasyon altında yaşamaya devam etti. Ancak toplumsal hafıza, yalnızca yenilgiyle değil, aynı zamanda direnişle yoğruldu. Bugün hâlâ Vietnam’da savaşın izleri toprağın altından fışkıran mayınlarda, deformasyonla doğan çocuklarda ve yaşlı köylülerin anlatılarında yaşamaktadır.
1983 – Lübnan ve Grenada: “Barış Gücü” Maskesiyle Girilen Savaşlar
1983 yılı, Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş döneminde “askerî müdahale” kartını birden fazla coğrafyada açtığı kritik bir dönüm noktasıydı. Aynı yıl içinde, hem Ortadoğu’nun kanlı çatışma alanı Lübnan’da, hem de Karayipler’in küçük adası Grenada’da, ABD ordusu devreye girdi. Farklı gerekçelerle yapılan bu iki müdahale, gerçekte jeopolitik çıkarların askeri güçle perçinlendiği örneklerdi.
1975’te patlak veren Lübnan İç Savaşı, Hristiyan Maruni milislerle Filistinli ve Müslüman gruplar arasında yaşanan çok aktörlü bir çatışma hâlini almıştı. İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle gerilim daha da tırmandı. ABD, Fransa, İtalya ve İngiltere önderliğinde kurulan çok uluslu “barış gücü”, Lübnan’daki sivil yönetimi desteklemek bahanesiyle bölgeye konuşlandı. Ancak ABD’nin sözde tarafsız duruşu kısa sürede bozuldu; Amerikan güçleri, dolaylı yoldan İsrail’in ve Hristiyan milislerin lehine pozisyon aldı.
Sonuç: 18 Nisan 1983’te Beyrut’taki ABD büyükelçiliğine düzenlenen bombalı saldırıda 63 kişi öldü. Ardından 23 Ekim 1983’te, ABD deniz piyadelerinin kaldığı üs kamikaze bir kamyonla hedef alındı — 241 Amerikan askeri yaşamını yitirdi, bu, Vietnam Savaşı’ndan bu yana tek seferde yaşanan en büyük kayıptı. Aynı gün Fransız askerî karargâhına da benzer bir saldırı düzenlendi. Müdahale başarısız olmuş, bölge daha da istikrarsız hâle gelmişti.
ABD kısa süre sonra Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı. Ancak geride bıraktığı şey sadece ölümler değil, Orta Doğu’da artan Amerikan karşıtlığı, radikalleşen yeni örgütlenmeler ve bitmeyen bir istikrarsızlık zinciriydi.
Lübnan’daki hezimetin hemen ardından, 25 Ekim 1983’te, bu kez Karayipler’deki küçük ada devleti Grenada, ABD ordusunun hedefi oldu. Gerekçe hazırdı: Adada Marksist eğilimli bir askerî darbe olmuştu ve 100 kadar Amerikalı tıp öğrencisinin hayatı “tehlikeye girmişti”. ABD, Batı yarımkürede komünist bir rejimin tahammül edilemez olduğunu öne sürerek “Operation Urgent Fury” adlı askerî operasyonu başlattı.
İki gün süren işgal sırasında 100’den fazla kişi öldü. ABD yanlısı yeni bir hükümet iş başına getirildi. Oysa saldırı uluslararası hukuk açısından Birleşmiş Milletler izni olmadan yapılmıştı ve pek çok ülke tarafından eleştirildi. Ancak Reagan yönetimi açısından operasyon, Lübnan’daki kayıpların gölgesini silmek için medyatik bir zafer olarak pazarlanmıştı.
Grenada örneği, ABD’nin Soğuk Savaş boyunca küçük ülkelerdeki iktidar değişimlerine müdahale etme alışkanlığının bir devamıydı. 1954’te Guatemala, 1973’te Şili ve şimdi 1983’te Grenada: Farklı kıtalar, benzer senaryolar.
1986 – Libya: Trablus’a Yağdırılan Bombalar ve Soğuk Savaşın Kanlı Gölgesi
15 Nisan 1986 gecesi, Libya’nın başkenti Trablus ve liman kenti Bingazi, Amerikan savaş uçaklarının bombardımanı altında kaldı. “Operation El Dorado Canyon” adı verilen bu operasyon, ABD’nin Avrupa dışındaki bir Arap ülkesine yönelik ilk doğrudan hava saldırısıydı. Beyaz Saray, saldırının gerekçesini “teröre karşı misilleme” olarak sundu. Ancak bu müdahale, hem uluslararası hukuk hem de sivil kayıplar açısından ciddi tartışmalara neden oldu.
Görünen neden, 5 Nisan 1986’da Berlin’deki bir gece kulübüne düzenlenen bombalı saldırıydı. Olayda iki Amerikan askeri ölmüş, onlarca kişi yaralanmıştı. ABD, saldırının izini sürerek sorumlunun Libya olduğunu öne sürdü — daha sonra NSA belgelerine dayandırılan bu istihbaratın doğruluğu dahi tartışmalı hâle geldi. Buna rağmen Başkan Ronald Reagan, “teröre karşı sessiz kalamayız” diyerek hava saldırısını onayladı.
Saldırı gecesi, ABD uçak gemilerinden ve İngiltere’deki üslerden kalkan bombardıman uçakları, Libya’nın hava savunma sistemlerini, askeri üslerini ve Muammer Kaddafi’nin ikametgâhını hedef aldı. Ancak asıl yıkım, sivil mahallelerde yaşandı. Saldırılar sırasında Kaddafi’nin evinin yakınlarında bulunan sivillerin yaşadığı binalar da isabet aldı.
Tahminlere göre yaklaşık 1.000 sivil hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı. Kaddafi saldırıdan sağ kurtuldu, ancak 4 yaşındaki evlatlık kızı Hanna bombalar altında can verdi. Bu olay, Arap dünyasında büyük öfkeye neden oldu. Batı Avrupa’da bile birçok ülke saldırıyı eleştirdi; Fransa ve İspanya, Amerikan uçaklarına hava sahalarını açmayı reddetmişti.
ABD açısından saldırı, teröre karşı caydırıcılık mesajı olarak sunulsa da, uluslararası hukuk açısından izinsiz ve meşruiyeti tartışmalıydı. Aynı zamanda bu operasyon, Libya’nın uluslararası izolasyonunun derinleşmesine, Kaddafi rejiminin Batı karşıtı söylemlerini daha da güçlendirmesine ve Kuzey Afrika’daki Amerikan karşıtlığının radikalleşmesine neden oldu.
Operasyonun bir diğer sonucu da, “terörle mücadele” kavramının askeri müdahaleleri meşrulaştırmak için ilk kez bu denli görünür şekilde kullanılması oldu. Reagan sonrası dönemde bu yaklaşım, 1990’lar ve 2000’lerde çok daha kapsamlı biçimlerde tekrarlandı: Afganistan, Irak ve Suriye’deki müdahaleler bu doktriner çizgiyi takip etti.
1989 – Panama: “Just Cause” Operasyonu mu, Yıkıcı Bir İşgal mi?
20 Aralık 1989 sabahı, Amerika Birleşik Devletleri, “Operation Just Cause” (Haklı Sebep Operasyonu) adını verdiği bir askerî müdahaleyle Panama’ya girdi. Resmî gerekçe, Panama lideri General Manuel Noriega’nın uyuşturucu kaçakçılığına karışması, Amerikan vatandaşlarının güvenliğini tehdit etmesi ve demokrasiye zarar vermesiydi. Ancak bu müdahale, uluslararası hukukta ve insan vicdanında derin yaralar açan, sivillerin ağır bedel ödediği bir işgale dönüştü.
Noriega, yıllarca CIA’in işbirlikçisi olarak görev yapmıştı. Özellikle 1980’lerde Latin Amerika’daki Amerikan çıkarlarını koruma konusunda kilit bir figür olmuştu. Ancak zamanla Washington’un çizdiği sınırları aşmaya, bağımsız hareket etmeye ve ABD politikalarına direnmeye başlaması, onu “dost” konumundan “hedef”e dönüştürdü.
Müdahale sırasında, 26.000’den fazla Amerikan askeri Panama’ya sevk edildi. Hedef sadece Noriega’yı devirmek değil, aynı zamanda onun kontrolündeki Panama Savunma Kuvvetleri’ni dağıtmak ve yeni bir Amerikan yanlısı yönetim kurmaktı. ABD medyasında operasyon, “demokrasiyi kurtarma” girişimi olarak lanse edildi. Oysa gerçekte yaşanan, şehir merkezlerinin topçu ateşiyle dövüldüğü, sivillerin kitleler hâlinde öldüğü bir işgaldi.
Panama İnsan Hakları Komisyonu’na göre bombardımanlar ve sokak çatışmaları sonucu 5.000’den fazla sivil yaşamını yitirdi. ABD ise bu sayıyı resmî kayıtlarda birkaç yüz olarak göstermeye devam etti. Özellikle El Chorrillo mahallesi, ABD birliklerinin hava ve kara saldırılarıyla neredeyse tamamen haritadan silindi. Bölge halkı, yaşananları yıllarca bir “unutulmuş soykırım” olarak andı.
Noriega, Vatikan Büyükelçiliği’ne sığınmasının ardından teslim oldu ve ABD’ye götürülerek uyuşturucu kaçakçılığı, kara para aklama ve gasp suçlarından yargılandı. Ancak ABD’nin esas başarısı, Panama Kanalı’nın güvenliğini sağlamak ve bölgedeki stratejik üstünlüğünü pekiştirmekti.
Bu operasyon, Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk büyük Amerikan dış müdahalesi olarak da dikkat çeker. 1990’lardan itibaren, ABD’nin “ulus inşası”, “demokrasi ihracı” ve “küresel güvenlik” gibi kavramlarla meşrulaştıracağı yeni askerî doktrinin ilk pratiği Panama oldu.
Ancak arkada, kimliği bile saptanamamış binlerce sivil cesedi, yıkılmış mahalleler ve derinleşen bir anti-Amerikancılık kaldı.
1991 – Körfez Savaşı: Kuveyt’ten Bağdat’a Uzanan Hegemonya Gösterisi
2 Ağustos 1990’da, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in orduları komşu Kuveyt’i işgal etti. Bu olay, sadece iki Arap devleti arasında yaşanan bir kriz değil, aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası şekillenmekte olan yeni dünya düzeninin ilk büyük sınavı hâline geldi. ABD, bu işgali “bölgesel istikrarı tehdit eden bir saldırı” olarak değerlendirdi ve geniş bir uluslararası koalisyon kurarak müdahale kararı aldı.
“Operation Desert Storm” (Çöl Fırtınası Operasyonu) adı verilen askerî harekât, 17 Ocak 1991’de devasa bir hava bombardımanıyla başladı. ABD öncülüğündeki koalisyon, sadece Irak ordusunu hedef almakla kalmadı; altyapı, enerji santralleri, su arıtma tesisleri, köprüler ve hastaneler gibi sivil alanlar da sistematik olarak bombalandı. Yaklaşık 12.000 hava sortisi düzenlendi, bunun büyük kısmı Bağdat ve çevresindeki yoğun nüfuslu yerleşim alanlarına yapıldı.
Tahminlere göre 100 binden fazla sivil hayatını kaybetti. Özellikle çocuklar ve yaşlılar, savaşın yol açtığı temiz su ve sağlık hizmeti yetersizliği nedeniyle kısa sürede enfeksiyon, susuzluk ve açlıkla karşı karşıya kaldı. Birleşmiş Milletler’e bağlı kuruluşlar, savaş sonrası Irak’ta insani bir felaketin başladığını duyurdu. Ancak bu uyarılar, Batı medyasında yeterince yankı bulmadı.
Savaşın ardından Irak’a uygulanan ambargolar, zaten çöküşe yaklaşmış sivil altyapıyı daha da yıktı. UNICEF verilerine göre, 1990’ların ortasında Irak’ta çocuk ölümleri %500 arttı. Saddam Hüseyin yönetiminde kalan Irak, içeriden zayıflatılmakla birlikte, dışarıdan tecrit edilmiş bir ülkeye dönüştü.
ABD açısından Körfez Savaşı, Vietnam’dan sonra ilk “zafer” ilan edilebilecek askerî başarı olarak sunuldu. O dönem başkan olan George H. W. Bush, bunu “Yeni Dünya Düzeni”nin doğuşu olarak tanımladı. Bu söylem, sonraki yıllarda ABD’nin tek kutuplu dünya vizyonunu pekiştirecek, 2000’lerdeki Afganistan ve Irak savaşlarının da ideolojik temelini oluşturacaktı.
Ancak savaş, bölge halkları açısından yalnızca bir kurtuluş değil, bir yıkım ve travma zincirinin başlangıcı oldu. Irak halkı, bu savaşın etkilerini hem fiziksel hem psikolojik olarak on yıllar boyunca taşıdı. Üstelik bu savaş, 2003’te gelecek olan ikinci ve çok daha yıkıcı işgalin de önsözüydü.
1995–1998 – Orta Asya Müdahaleleri: Petrol, Jeopolitik ve Derin Sessizlik
Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasının ardından, Orta Asya, küresel güçlerin yeni mücadele alanına dönüştü. Türkiye, İran, Rusya ve Çin gibi bölgesel aktörlerin yanı sıra, ABD’nin istihbarat ve diplomasi ağları da hızla devreye girdi. Özellikle CIA, bu yeni bağımsızlıklarını ilan etmiş ama siyasi olarak kırılgan devletlerde, Batı yanlısı liderlikler tesis etmek ve enerji hatlarının kontrolünü sağlamak üzere yoğun faaliyet yürüttü. 1995 ile 1998 arasında, bu müdahaleler en somut biçimde Azerbaycan ve Özbekistan’da kendini gösterdi.
1994’te “Yüzyılın Anlaşması” olarak anılan petrol anlaşmasıyla Azerbaycan, Hazar Denizi’ndeki enerji rezervlerini Batı’ya açtı. Bu, yalnızca ekonomik değil, jeopolitik bir kırılma anıydı. Ancak Haydar Aliyev’in yükselişi ve Rusya ile denge politikaları, Washington’un doğrudan kontrol beklentileriyle çelişiyordu.
1995’te Azerbaycan’da iç karışıklıklar ve suikast girişimleriyle dolu bir dönem başladı. Aliyev’e karşı planlanan darbe girişimlerinde, ABD ve Türkiye bağlantılı unsurların rolü olduğuna dair ciddi iddialar ortaya atıldı. Bu iddialar, dönemin Azerbaycan İçişleri Bakanı’nın istifası, suikastçı subayların Türk pasaportu taşıması ve CIA ile temasta olduklarının basına yansımasıyla güçlendi. Aliyev hükümeti, kısa süreliğine ABD ile ilişkileri soğuttu; fakat enerji güvenliği ve uluslararası destek uğruna gerginlik açık bir krize dönüşmeden bastırıldı.
İslam Kerimov’un otoriter rejimi, ABD açısından bir yandan “kararlı ortak”, öte yandan kontrolsüz bir aktördü. CIA, özellikle Kerimov’a karşı potansiyel muhalefet odaklarını izleme, gerektiğinde manipüle etme stratejisi güttü. 1997 ve 1998’de Özbekistan’daki bazı iç karışıklıklar, laik-otoriter rejime karşı İslamcı grupların yükselişi olarak lanse edilse de, bu ortamı şekillendiren istihbarat operasyonlarının izi sürülebilir.
İddiaya göre, Kerimov’un çevresindeki bazı güvenlik figürleri, Batı destekli gruplarla temasa geçti. ABD’nin Özbekistan’daki varlığını artırmak için, önce istikrarsızlaştırıp sonra yeniden yapılandırma stratejisi uyguladığı iddiaları, özellikle 11 Eylül sonrası dönemde daha görünür hâle geldi. Ancak o dönemde bu faaliyetler, medya ve diplomatik söylemlerle büyük ölçüde gölgede bırakıldı.
Bu iki ülkeye dair iddialar, hiçbir zaman açık biçimde uluslararası mahkemelere ya da soruşturmalara taşınmadı. Ancak belgelenmiş bazı sızıntılar, ABD’nin Orta Asya’daki siyasi elitleri dizayn etme ve enerji koridorlarını kontrol altına alma amacını ortaya koydu. Bu süreç, 2000’li yıllarda Bakü-Tiflis-Ceyhan hattının inşası, Özbekistan’daki hava üslerinin Amerikan ordusuna açılması ve bölgedeki “renkli devrim” projeleriyle devam etti.
1998 – Sudan: Şifa Fabrikası, Bir “Terör Kampı” Sanrısıyla Yerle Bir Edildi
20 Ağustos 1998’de, ABD donanmasına ait seyir füzeleri, Sudan’ın başkenti Hartum’un kuzeydoğusunda bulunan El-Şifa ilaç fabrikasını yerle bir etti. Operasyonun adı: “Operation Infinite Reach” (Sonsuz Erişim Operasyonu). Amaç: El Kaide lideri Usame bin Ladin’e misilleme. Gerekçe: Bu fabrikanın, kimyasal silah üretimi yaptığına dair CIA kaynaklı bir istihbarat.
Ancak kısa sürede ortaya çıktı ki, vurulan hedef aslında Sudan halkının en büyük ilaç tedarikçilerinden biri, yani bir sivil tesisti. Üstelik Sudan’daki temel sağlık altyapısı büyük ölçüde bu fabrikaya dayanıyordu: Sıtma, verem, çocuk hastalıkları ve basit enfeksiyonlar için gerekli ilaçların üretildiği yegâne merkez yok edilmişti.
ABD, saldırıyı, aynı gün El Kaide’nin Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan büyükelçiliklerine düzenlediği bombalı saldırılara misilleme olarak sundu. Ancak zaman içinde gerekçeler çürümeye başladı:
Fabrikanın kimyasal silah ürettiğine dair kanıt sunulamadı.
ABD, BM’ye veya uluslararası denetim kurumlarına herhangi bir ön bilgi vermedi.
Fabrika sahibi, sivil bir girişimciydi ve Sudan hükümetiyle doğrudan bağlantısı yoktu.
Tesisin yok edilmesinden sonra, Sudan’da ilaç krizine bağlı ölümler katlanarak arttı.
Bazı insan hakları kuruluşlarına göre, bu saldırının dolaylı etkisiyle binlerce sivil, tedavi edilemeyen hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Ne ABD bir özür diledi, ne de yıkımın bedeli ödendi. Olay, uluslararası hukuk açısından da kara bir leke olarak tarihe geçti: Yargı süreci işletilmeden, kanıt sunulmadan, tek taraflı güç kullanımı.
Ayrıca bu olay, ABD’nin istihbarat kaynaklarına ne ölçüde bağımlı ve ne kadar aceleci olduğunu gösteren çarpıcı bir örnek hâline geldi. Bu “yanlış hedef” saldırısı, El Kaide’ye karşı başlatılan mücadelede yalnızca bir başarısızlık değil, masum insanların yaşamını riske atan stratejik bir felaketti.
1999 – Yugoslavya: Kosova Müdahalesi ve Belgrad’a Yağan Demokrasi Bombaları
24 Mart 1999’da, NATO güçleri, dönemin Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne (bugünkü Sırbistan-Karadağ) karşı hava saldırılarına başladı. Operasyonun adı: “Operation Allied Force”. Resmî gerekçe: Kosova’daki Arnavut sivillere yönelik Sırp saldırılarının durdurulması, insan haklarının korunması. Ancak bu müdahale, BM kararı olmadan, doğrudan ABD öncülüğünde başlatıldı — ve kısa sürede tartışmalı bir savaş pratiğine, sivillerin ağır bedel ödediği bir bombardımana dönüştü.
Yugoslavya’nın başkenti Belgrad, NATO savaş uçaklarının hedefindeydi. Askerî tesislerin yanı sıra, elektrik santralleri, köprüler, hastaneler, televizyon binaları ve hatta Çin Büyükelçiliği bombalandı. NATO’nun “cerrahi hassasiyetle” yürüttüğünü iddia ettiği operasyonlar, sivil kayıpları engelleyemedi — hatta bazı durumlarda özellikle sivilleri vurdu.
Savaşın Özeti:
78 gün boyunca süren bombardımanda yaklaşık 2.000 sivil öldü, binlercesi yaralandı.
500.000’den fazla insan evini terk etmek zorunda kaldı.
NATO tarafından atılan seyreltilmiş uranyum içeren mühimmat, çevresel felakete yol açtı; sonraki yıllarda bölgede kanser vakalarında ciddi artış gözlemlendi.
Sırbistan Devlet Televizyonu binasının hedef alınması, doğrudan medya çalışanlarının öldürülmesine yol açtı. Bu saldırı, uluslararası basın özgürlüğü örgütleri tarafından bir “savaş suçu” olarak nitelendirildi.
ABD, bu müdahaleyi “insanî müdahale” doktrini çerçevesinde meşrulaştırmaya çalıştı. Ancak uluslararası hukukçular ve bazı BM yetkilileri, bu saldırının ne savunma hakkı ne de BM Güvenlik Konseyi onayıyla açıklanamayacağını belirtti. Müdahale, BM sistemi dışında gerçekleştirilen ilk NATO harekâtı olmasıyla da tarihe geçti.
Kosova, savaş sonrası bağımsızlık yoluna girerken, Sırbistan ekonomik, sosyal ve politik olarak büyük bir çöküntü yaşadı. Belgrad’ın bombalanması, bir ülkenin başkentinin doğrudan hedef alınmasının yarattığı tarihsel şok nedeniyle, yalnızca Balkanlar’da değil, dünya çapında uzun süre hafızalarda kaldı.
2001 – Afganistan İşgali: Bir Savaşın Gölgesinde Yitirilen Yüzyıl
11 Eylül 2001 sabahı, New York’taki İkiz Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırılarla birlikte yalnızca ABD değil, tüm dünya yeni bir döneme girdi. Başkan George W. Bush, bu saldırılardan El Kaide’yi ve onun Afganistan’daki hamisi olan Taliban rejimini sorumlu tuttu. Ardından “teröre karşı küresel savaş” ilan edildi. Bu söylemin ilk uygulaması ise, aynı yılın 7 Ekim’inde başlatılan Afganistan işgali oldu.
ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, Taliban rejimini devirmek ve Usame bin Ladin’i yakalamak amacıyla Afganistan’a girdi. Ancak kısa sürede bu müdahale, bir rejim değişikliğinden ziyade bir ülkenin tamamen yeniden şekillendirilmesi hedefine dönüştü. Savaş uçakları, insansız hava araçları, özel kuvvetler ve istihbarat birimleriyle yürütülen operasyonlar, kırsaldaki köylerden şehir merkezlerine kadar ülkenin dört bir yanında geniş çaplı yıkıma neden oldu.
Taliban’ın ilk yıllarda geri çekilmesi, Washington tarafından bir zafer olarak sunuldu. Ancak gerçek bambaşkaydı: Yüz binlerce sivil hayatını kaybetti. Bir kısmı doğrudan bombardımanlar sonucu, bir kısmı da savaşın neden olduğu altyapı çöküşü, açlık, susuzluk ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği yüzünden öldü. Binlerce çocuk, annesiz babasız kaldı. Bombardımanlar sırasında hedef alınan düğünler, cenazeler ve pazar yerleri, savaşa sivil masumiyetin gömüldüğü simgeler hâline geldi.
ABD ve NATO güçleri, 20 yıl boyunca Afganistan’da kaldı. Bu süre boyunca milyarlarca dolar harcandı, yolsuzluk yayıldı, Afgan ordusu ve devlet aygıtı “inşa” edildi. Ancak bu yapılar, yerel halkla bağ kuramayan, Batı merkezli bir mühendislik ürünü olarak kalmaktan öteye geçemedi. 2021 yılında ABD’nin ani çekilmesiyle, Taliban yalnızca haftalar içinde ülkenin kontrolünü yeniden ele geçirdi. Bu, 20 yıllık işgalin askerî, siyasî ve ahlaki bir çöküşle sonuçlandığını ilan ediyordu.
Afganistan, artık hem Batı’nın “medeniyet” vaadinin hem de emperyal müdahaleciliğin başarısızlığının en çarpıcı örneklerinden biri olarak görülüyor. Bugün hâlâ milyonlarca Afgan, açlık, işsizlik ve siyasi baskılarla boğuşuyor; kadınlar temel haklarından yoksun, çocuklar eğitimsiz, ülke yeniden içe kapalı bir karanlığa gömülmüş durumda.
2003 – Irak İşgali: Bir Yalanın Gölgesinde Yitirilen Bir Ülke
20 Mart 2003 sabahı, ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki koalisyon güçleri, Irak’a büyük çaplı bir askerî operasyon başlattı. Resmî gerekçe açıktı: Saddam Hüseyin yönetiminin elinde “kitle imha silahları” bulunduğu ve bu silahların dünya güvenliği için tehdit oluşturduğu iddia ediliyordu. Ancak savaş başladıktan kısa süre sonra anlaşılacaktı ki, bu gerekçe yalnızca siyasi bir meşruiyet maskesiydi — ve ardında ne somut bir kanıt, ne de ahlaki bir temel bulunuyordu.
ABD yönetimi, bu işgali “Irak halkını diktatörlükten kurtarma” ve “demokrasi getirme” olarak lanse etti. Oysa gerçekleşen, bir devletin kurumsal ve toplumsal dokusunun topyekûn çökertilmesiydi. Bağdat, kısa sürede işgal edildi; Saddam Hüseyin kaçtı, ardından yakalandı ve yargılanarak idam edildi. Ancak bu gelişmeler Irak halkına ne barış, ne istikrar ne de refah getirdi. Savaşın ilk birkaç yılı içinde 1 milyondan fazla Iraklı hayatını kaybetti. Bu ölümler yalnızca çatışmalardan değil, sivil altyapının çökmesinden, sağlık sisteminin işlemez hâle gelmesinden, temiz suya erişimin kesilmesinden ve göç dalgalarından kaynaklandı.
ABD’nin Irak’a getirdiği “özgürlük”, kısa sürede mezhepsel bir iç savaşa, işgal karşıtı direnişin yükselmesine ve yeni radikal grupların doğmasına zemin hazırladı. IŞİD’in doğuşu, doğrudan bu kaotik ortamın ürünüydü. Ülke, Şii ve Sünni bölgeleri arasında bölündü; Kürt bölgesi fiilen bağımsızlık sürecine girdi. Kentler, birer harabeye dönüştü; arkeolojik zenginlikler talan edildi; insanlar, komşularına güvenemez hâle geldi.
Savaşın ardından gelen yıllarda ortaya çıkan belgeler, ABD istihbaratının kitle imha silahlarına dair somut bir kanıta sahip olmadığını gösterdi. Bu durum, yalnızca Amerikan siyasetinde değil, dünya kamuoyunda da Washington yönetimine duyulan güveni derinden sarstı. Bugün dahi Irak, işgalin mirası olan siyasal istikrarsızlık, ekonomik kriz ve toplumsal bölünmüşlükle mücadele etmeye çalışıyor.
Irak İşgali, 21. yüzyılın başında uluslararası hukukun, insan haklarının ve siyasal sorumluluğun en ağır şekilde ihlal edildiği olaylardan biri olarak hafızalarda yer etti. Ve her geçen yıl, bu savaşın yalnızca Irak için değil, bölge ve dünya barışı için de geri dönülmez bir kırılma olduğu daha net görülüyor.
2011 – Libya: Demokrasi Bombalarıyla Gelen Dağılma
2011 yılı başlarında, Arap Baharı adı verilen halk hareketleri zinciri Kuzey Afrika’yı sarsarken, gözler 42 yıldır ülkeyi demir yumrukla yöneten Muammer Kaddafi’nin Libya’sına çevrilmişti. Başlangıçta Bingazi ve çevresinde başlayan protestolar, kısa sürede bir iç isyana dönüştü. Kaddafi yönetimi bu kalkışmayı sert biçimde bastırmaya çalışınca, Batı dünyası “insanî müdahale” çağrılarıyla devreye girdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararıyla “uçuşa yasak bölge” ilan edildi, ancak bu karar çok kısa sürede doğrudan askerî müdahaleye dönüştü.
NATO öncülüğünde, esasen Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’nin ağırlığını koyduğu bir koalisyon, Libya’ya hava saldırıları düzenlemeye başladı. Müdahalenin adı “sivil halkı korumak” olsa da, gerçekte hedef rejim değişikliğiydi. Kaddafi, aylar süren çatışmaların ardından Ekim 2011’de, memleketi Sirte’de kaçmaya çalışırken linç edilerek öldürüldü. Bu olay, cep telefonu kameralarıyla tüm dünyaya servis edildi; Batı başkentlerinde kimi yetkililer bu “sonu” alkışladı.
Ancak Libya için bu yalnızca bir başlangıçtı: devlet yapısı çöktü, merkezi otorite ortadan kalktı. Kaddafi’nin devrilmesinden sonra ülke, birbirine rakip milis gruplar, aşiretler ve paralel hükümetler arasında parçalandı. Bu otorite boşluğundan yararlanan IŞİD ve El Kaide bağlantılı örgütler, özellikle ülkenin doğusunda etkinlik kazandı. Silah stoklarının kontrolsüz biçimde dağılması, yalnızca Libya’yı değil, Sahel kuşağındaki birçok Afrika ülkesini de istikrarsızlaştırdı.
NATO müdahalesi, kısa vadeli bir “başarı” gibi sunulsa da, uzun vadede Libya halkı için kaos, yıkım ve parçalanma getirdi. Mülteci krizinin derinleşmesinde Libya’nın sahil kentlerinden kaçışlar başrol oynadı. Ülkede bugün hâlâ iki ayrı yönetim, çeşitli silahlı milisler ve dış güçlerin vekâlet savaşları hüküm sürmekte. Uluslararası hukuk çevrelerinde ise bu müdahale, “sorumluluk korumak” (R2P) doktrininin en tartışmalı ve başarısız uygulaması olarak anılmakta.
2010–2020 – Suriye: Gölgedeki Savaş ve Vekâletin Kanlı Anatomisi
2011 yılında Tunus’ta kıvılcımlanan Arap Baharı dalgası, kısa sürede Suriye’ye de ulaştı. Esad rejimine karşı başlayan protestolar, zamanla bir iç savaşa dönüştü. Ancak bu savaş, yalnızca Suriye halkı ile rejim arasında değil, küresel ve bölgesel güçlerin vekâlet üzerinden yürüttüğü çok katmanlı bir çatışmaya dönüştü. ABD, bu savaşta doğrudan bir kara savaşına girmedi; ama sahadaki hemen her gelişmede parmak izine rastlanır oldu.
Başlangıçta “ılımlı muhalefet” adı altında bazı gruplara eğitim ve silah desteği veren Washington, bu politikayı özellikle 2014’ten sonra IŞİD tehdidini gerekçe göstererek derinleştirdi. PKK’nın Suriye kolu olan YPG ile ittifaka girdi; “Suriye Demokratik Güçleri” adı altında şekillenen bu yapıya lojistik, istihbarat ve hava desteği sağladı. ABD’nin bu tutumu, yalnızca Suriye rejimiyle değil, Türkiye gibi NATO müttefikleriyle de diplomatik krizlere yol açtı.
Suriye topraklarında Amerikan özel kuvvetleri konuşlandırıldı; Rakka ve Deyrizor çevresinde İHA’lar ve savaş uçaklarıyla gerçekleştirilen operasyonlar, yerleşim yerlerini harabeye çevirdi. IŞİD karşıtı koalisyonun yürüttüğü hava bombardımanları binlerce sivilin ölümüne, yüz binlercesinin göç etmesine yol açtı. Washington’un belirli muhalif gruplara yaptığı silah yardımları ise, bazı durumlarda bu silahların El Nusra veya radikal İslamcı grupların eline geçmesiyle sonuçlandı.
ABD’nin Suriye’deki varlığı, siyasi bir çözüm sürecinin önünü açmaktan çok, ülkenin fiilen bölünmesine zemin hazırladı. Bir yanda İran ve Rusya’nın desteklediği Esad yönetimi, diğer yanda Türkiye destekli muhalif gruplar ve ABD’nin himayesindeki Kürt güçleri… Bu karmaşık denklemde Suriye halkı, yüzbinlerce ölüm, milyonlarca mülteci, yıkılmış şehirler ve dağılmış bir toplum ile baş başa kaldı.
Amerikan yönetimi, Suriye’ye müdahalesini “terörle mücadele”, “kimyasal silah kullanımı” ve “insan hakları ihlalleri” gibi gerekçelerle savundu. Ancak sahadaki gerçeklik, bu söylemlerin ötesindeydi: Jeopolitik nüfuz savaşında, sahada yer kapmak uğruna sürdürülen bir vekil çatışmasıydı bu. Ve bu çatışmanın en ağır bedelini, yine siviller ödedi.
2020 sonrası – Çin ve Uygur Meselesi: Hak Savunusu mu, Jeopolitik Satranç mı?
2020’li yıllarla birlikte, Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde yürüttüğü politikalar dünya kamuoyunda daha görünür hâle geldi. Uydu görüntüleri, tanıklıklar ve çeşitli sızıntı belgeler aracılığıyla, milyonlarca Uygur Türkünün “yeniden eğitim kampı” adı altında gözaltına alındığı, dinî ve kültürel kimliklerinin sistematik biçimde bastırıldığı iddiaları gündemi sarstı. ABD yönetimi bu uygulamaları soykırım olarak tanımladı ve Çin’e karşı bir dizi ekonomik ve diplomatik yaptırımı devreye soktu.
Washington, bu duruşunu “evrensel insan hakları savunusu” temelinde meşrulaştırdı. Ancak birçok gözlemci ve akademisyen, bu tavrın yalnızca ahlaki saiklerle değil, aynı zamanda yükselen Çin’i dengeleme stratejisinin bir parçası olarak şekillendiğini savundu. Nitekim aynı dönemde, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, Güney Çin Denizi’ndeki askerî varlığı, Afrika’daki ekonomik etkisi ve dijital teknoloji alanındaki küresel nüfuzu hızla artarken, ABD’nin bu gelişmeleri “yumuşak güce” dayalı müdahalelerle dizginlemeye çalıştığı görüldü.
Uygur meselesi, bu bağlamda bir hak ihlali dosyasından çok daha fazlasıydı: küresel güç rekabetinin yeni bir cephesi hâline gelmişti. Çin yönetimi ise tüm suçlamaları reddetti; kamp sistemini “aşırılıkla mücadele” ve “iş gücüne katılımı artırmaya dönük meslekî eğitim” olarak tanımladı. ABD’nin insan hakları söylemini ise, çifte standartlı, “siyasal araçsallaştırma” örneği olarak niteledi. Bu karşılıklı söylem savaşında, gerçek durumun ne olduğu çoğu zaman bilgi kirliliği içinde belirsizleşti; ancak olan bitenin merkezinde yine insanlar vardı: inançları bastırılan, dilleri sınırlandırılan, hareket özgürlükleri kısıtlanan milyonlarca Uygur.
Bugün Uygur meselesi, yalnızca bir etnik azınlığın dramı olarak değil, aynı zamanda Batı-Çin rekabetinin insani yüzü olarak görülüyor. Hakikati ayırmak, hem Çin’in iç politikasını hem de ABD’nin dış politika araçlarını eleştirel biçimde okumayı gerektiriyor.
21. yüzyıla girerken ABD, küresel müdahaleciliğini yeni gerekçeler ve yöntemlerle sürdürdü. “Teröre karşı savaş” sloganıyla başlatılan hamleler, 11 Eylül 2001 sonrasında Amerikan dış politikasının merkezine oturdu. Afganistan ve Irak’ın işgali, uluslararası hukuk tartışmalarını hiçe sayan önleyici savaş doktriniyle gerekçelendirildi. Afganistan’da 20 yıl süren savaşın sonunda ülke tekrar Taliban’ın kontrolüne döndü. Irak’ta ise yüz binlerce insanın yaşamını yitirdiği bir yıkım yaşandı. Bu işgallerin yol açtığı sivil kayıplar ve insani felaketler, ABD’nin küresel itibarını ciddi biçimde sarstı. Öte yandan Guantanamo üssünde ve gizli CIA hapishanelerinde oluşturulan hukuk dışı tutuklama ve işkence sistemi, bu dönemin karanlık yüzünü simgeledi.
“Terörle mücadele” bahanesiyle dünya çapında insansız hava aracı (İHA) saldırıları ve özel operasyonlar yürütülürken Yemen’den Pakistan’a, Somali’den Libya’ya kadar geniş bir coğrafyada sivil kayıplar verildi. 11 Eylül sonrası başlatılan savaşlar, doğrudan çatışmalarda yaklaşık bir milyona yakın insanın ölümüne yol açtı; dolaylı etkilerle birlikte toplam can kaybının milyonları aştığı tahmin ediliyor. Amerikan savaş uçağından atılan bombalar, mahkeme kararı olmaksızın verilen infaz emirleri, işkenceden geçirilen binlerce insan; tüm bunlar ABD’nin müdahale sicilinde yeni birer suç kaydı olarak yer aldı.
2010’ların başında patlak veren Arap Baharı, Amerikan müdahaleciliğinin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yeni biçimler almasına sahne oldu. Libya’da NATO’nun hava bombardımanıyla Muammer Kaddafi devrilirken, ülke bir iç savaş girdabına sürüklendi ve yıllar içinde ikiye bölünerek adeta çöktü. Suriye’de ABD, muhalif grupları silahlandırarak Esad rejimine karşı dolaylı bir savaş başlattı; ardından IŞİD’e karşı doğrudan askeri operasyonlara girişti. Bu süreçte Suriye topraklarında Amerikan üsleri kuruldu, binlerce hava saldırısı düzenlendi. Ülke, yüz binlerce insanın öldüğü, milyonlarcasının göç ettiği bir enkaza dönerken, ABD’nin rolü çatışmayı uzatan ve derinleştiren bir etkene dönüştü. Yemen’de ise ABD, Suudi Arabistan öncülüğündeki müdahaleye istihbarat ve silah desteği vererek bugüne dek yüz binlerce sivilin hayatını kaybettiği bir insani felaketin parçası oldu.
Latin Amerika cephesinde ABD’nin müdahaleci refleksleri daha çok ekonomik yaptırımlar ve siyasi operasyonlar biçiminde sürdü. Venezuela’da sosyalist hükümeti zayıflatmak için yürütülen ekonomik ablukalar, petrol ambargoları ve muhalefete açık destek politikası, ülkeyi hiperenflasyon ve kitlesel göç krizine sürükledi. 2019’da muhalefet lideri Juan Guaidó’yu “geçici devlet başkanı” olarak tanıyan ABD, açıkça rejim değişikliği çağrısı yaptı. Aynı yıllarda Bolivya’da Evo Morales’in istifası sürecinde, seçimlere dair şüpheli iddiaların yayılması ve ardından gelen ordu baskısıyla ABD etkili bir rol oynadı. Bölgedeki sol hükümetlere karşı yürütülen bu tür “örtülü savaşlar”, klasik darbelerin yerini alan hibrit müdahale biçimleriyle devam ediyor.
21. yüzyılın jeopolitik haritasında ABD, Çin ve Rusya gibi rakip güçlere karşı da kuşatma stratejileri geliştirmekte. Çin’e karşı Hint-Pasifik bölgesinde askeri ittifaklar güçlendirilmiş, Tayvan’la ilişkiler artırılmış, Uygur bölgesindeki hak ihlalleri gerekçe gösterilerek ekonomik yaptırımlar devreye sokulmuştur. Ticari ve teknolojik abluka politikalarıyla Çin’in yükselişi sınırlandırılmaya çalışılmaktadır. Rusya’ya karşı ise Ukrayna savaşında uygulanan strateji, doğrudan savaşa girmeden bir vekalet savaşına dahil olmak şeklindedir. Ukrayna’ya sağlanan milyarlarca dolarlık silah ve istihbarat desteği, bu savaşın sadece bölgesel değil, küresel güçler arası bir hesaplaşma haline gelmesine neden olmuştur.
Afrika kıtası da bu müdahalecilikten nasibini almıştır. Terörle mücadele kisvesi altında, ABD özel kuvvetleri Somali’den Nijer’e, Libya’dan Kamerun’a birçok ülkede operasyonlar yürütmekte; insansız hava araçlarıyla düzenlenen saldırılar sivil kayıplara yol açmaktadır. ABD’nin Afrika’daki üs sayısı hızla artarken, kıta üzerindeki stratejik nüfuzu sessiz ama kalıcı biçimde genişlemektedir.
Kısacası, Amerikan müdahaleciliği 21. yüzyılda doğrudan askeri işgallerden ziyade; vekalet savaşları, ekonomik yaptırımlar, propaganda kampanyaları ve hibrit operasyonlar biçimini almıştır. Demokrasi, insan hakları ya da terörle mücadele gibi söylemlerle gerekçelendirilen bu müdahaleler, çoğu zaman geride çökmüş devletler, iç savaşlar ve insani yıkımlar bırakmaktadır. Dünya sahnesinde hâlâ en büyük askeri ve ekonomik güç olan Amerika Birleşik Devletleri, kendi çıkarlarını korumak adına başka halkların kaderini belirleme eğilimini sürdürmekte; böylece “suç dosyasına” her yıl yeni sayfalar eklemektedir.
Amerikan dış politikası, çoğu zaman “demokrasi”, “özgürlük” ve “insan hakları” gibi değerleri savunduğunu iddia etse de, bu değerlerin retorikten ibaret olduğu onlarca örnekle kanıtlanmıştır. ABD’nin suç dosyası, yalnızca bir süper gücün tarihsel serüveni değil, aynı zamanda bir çağın nasıl şekillendiğini gösteren karanlık bir arşivdir. Bu suçlar unutulmadıkça, herhangi bir uluslararası hukuki düzenin ya da “insan hakları” söyleminin inandırıcılığı eksik kalacaktır.