Kendi hayatımız üzerinde ne kadar söz sahibiyiz? Ya da daha derin bir soru: Kendi ölümümüz üzerinde ne kadar? Ötenazi, yalnızca bir tıbbi işlem değil; yaşamın anlamı, acının sınırları ve insan onuru hakkında yüzyıllardır süren bir tartışmadır.
Ötenazi (Yunanca eu = iyi, thanatos = ölüm), kelime anlamıyla “iyi ölüm” demektir. Tıp ve etik literatüründe ise genellikle tedavisi mümkün olmayan bir hastalığın, bireyin kendi rızasıyla ve acı çekmeden sonlandırılması anlamına gelir. Ancak bu basit tanım, oldukça karmaşık ahlaki, hukuki ve toplumsal meseleleri içinde barındırır.
Ötenazi, kişinin yaşamına müdahale ile gerçekleşebilir (aktif ötenazi) ya da tedavinin kesilmesi yoluyla pasif biçimde uygulanabilir. Her iki durumda da temel mesele şudur: Hayat bir hak mı, görev mi? Ve birey, bu hakkı bırakma özgürlüğüne sahip mi?
Ötenazi, aslında antik çağlardan bu yana tartışılan bir konudur. Antik Yunan’da hekimler arasında bu meseleye dair farklı yaklaşımlar vardı: Hipokrat yemini, hekimin “ölüm getirmeyeceğine” dair kesin bir söz içerir. Ancak Stoacılar gibi bazı felsefi okullar, acıya katlanmanın yüceltilmesini değil, onurlu bir ölümü bir hak olarak savunurdu.
Ortaçağ boyunca ötenazi, Hristiyan dogmalarınca kesin biçimde yasaklandı: Hayat Tanrı’nın verdiği bir armağandı ve yalnızca O sonlandırabilirdi. Ancak modern tıbbın gelişmesiyle birlikte, yaşamın doğal sınırlarını uzatma becerisi de tartışmaları yeniden alevlendirdi. Birçok hastalık “ölümcül” olmaktan çıkınca, şu soru belirdi: Yaşamak mümkünse ama dayanılmazsa?
20. yüzyılda Nazilerin, “yaşama değmez hayatlar” söylemiyle yaptığı öjenik uygulamalar, ötenazi kavramını kirletti. Bu nedenle etik tartışmalarda bu tarihsel yük her zaman göz önünde bulundurulur. Günümüzde ise Hollanda, Belçika, Kanada gibi bazı ülkelerde ötenazi, belirli yasal çerçeveler içinde uygulanabilir hâle gelmiştir.
Bazı gelişmiş ülkelerde yaşam süresinin artması, modern tıbbın bilimsel ve teknolojik anlamda ilerlemesiyle el ele giderken, ölümler üzerindeki tıbbi kararların oranı da aynı ölçüde yükselmiştir. Tıbbî müdahale olanaklarının yoğunlaşmasıyla birlikte “terapötik ısrar” (Fransızca: acharnement thérapeutique) kavramı doğmuştur. Bu kavram, “bir insanın ölüme mahkûm olduğunu ve tedavi edilemez olduğunu kabul etmeyi reddeden, inatçı ve mantıksız bir ısrarı” ifade eder. Hastaya orantısız biçimde yüklenen ağır tedaviler ile elde edilebilecek iyileşmenin çok sınırlı olması –yalnızca kısa süreli bir rahatlama– bu tür ısrarların gün geçtikçe daha fazla reddedilmesine yol açmaktadır.
Hayatın sonunun hızlandırılması, tıbbî tedavinin kesilmesinden öldürücü madde enjeksiyonuna, beslenme ve sıvı desteğinin durdurulmasından yüksek doz sedatif uygulanmasına kadar çok farklı biçimleri kapsayabilir. Avrupa’da ölümlerin yaklaşık %40 ila %50’sinin, bir tıbbi karar sonucunda gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Ne var ki, bu tür kararların çoğu, doğrudan “ötenazi” kapsamına girmez; çünkü bu durumlarda hedeflenen şey genellikle ölüm değil, acının hafifletilmesidir.
Uygulamalar ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Bazı pratikler yasal çerçevede kabul edilirken, bazıları edilmez. Özellikle aktif ötenazi pek çok devlette yasaktır. Aynı durum yaşamın sonuna yardımın başka bir biçimi olan destekli intihar (suicide assisté) için de geçerlidir. Bu uygulama, bir kişinin intihar edebilmesi için gerekli koşul ve araçların sağlanmasını ifade eder; kişinin motivasyonu ne olursa olsun. Bu durumda ölümü başlatan üçüncü bir kişi değil, doğrudan hastanın kendisidir.
Destekli intihar, açık, özgür ve kararlı bir ölüm arzusunu gerektirir; bu yönüyle intihara teşvikten ayrılır. Ayrıca bu uygulama, intihar düşüncesi taşıyan bireyler için güvenli bir alan yaratılmasını, bu kişilerin konuşmasına, dinlenmesine ve bu yolculukta eşlik edilmesine olanak tanır. Bazı sağlık profesyonelleri, “zarar azaltma” yaklaşımını benimseyerek, ölüm arzusunu sabit ve derin bir şekilde taşıyan bireyleri bu tercihlerinde yalnız bırakmamayı savunur. Bu yaklaşım, kişinin yalnızlaşmasını önlemeyi, intiharı kaçınılmaz bir kriz olarak değil, bir varoluş süreci olarak görmeyi hedefler. Ne var ki, bu uygulamanın yasal olduğu ülkelerde dahi, intihar süreci başarısız olduğunda hekimin müdahale ederek ötenaziyi tamamlaması gerekebilir. Örneğin Belçika’da bu durum yasal olarak güvence altına alınmış ve 2022 yılında, ötenazi uygulayan doktorların bu süreçteki yasal yükümlülükleri karşılığında ücretlendirileceği karara bağlanmıştır.
Fransa’da “Onurlu Ölüm Hakkı Derneği” (ADMD), hem ötenazinin hem de destekli intiharın yasallaşmasını talep etmektedir. ADMD, bu iki uygulamayı şöyle ayırır: “Destekli intiharda ölümcül maddeyi hasta kendisi enjekte eder. ADMD olarak, bu sürecin tıbbi kontrol altında gerçekleşmesini istiyoruz. Çünkü bu çok hassas bir harekettir ve bir başkasının yardım etmemesi gerekir. Ötenazide ise bu ölümcül maddeyi sağlık görevlisi ya da hekim enjekte eder. Hasta bunu talep edebilir ya da kendi başına yapamayacak durumda olabilir; bu durumda, hekim yardımıyla işlem gerçekleştirilir.”
Fransa Ulusal Tıp Akademisi de bu iki kavramı birbirinden ayırır. Akademi, ötenaziye karşı olduğunu belirtmekle birlikte, Temmuz 2023’te yayınladığı bildiride destekli intiharın yasaya dâhil edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu önerinin gerekçesi ise nettir: “İnsana yakışır ve huzurlu bir hayat sonunu mümkün kılmak, insanlık dışı acılara yanıt vermek ve en kırılgan bireyleri korumak.”
Türkiye’de ise ötenazi hem hukuki hem de toplumsal olarak son derece tartışmalı bir alandır. Türk Ceza Kanunu’na göre bir kişinin ölümüne kasten yardım etmek, her durumda suç sayılır. Bu nedenle aktif ötenazi açıkça yasaktır; pasif ötenazi ise, örneğin yaşam destek sisteminin sonlandırılması gibi durumlar, hekim-hasta ilişkisi içinde gri alanlar yaratır. Tıbbi etik kurulları bu gibi durumlarda bireysel vakalara göre değerlendirme yapmaktadır, ancak açık ve bağlayıcı bir yasal çerçeve bulunmamaktadır. Toplumda ötenaziye yönelik algı ise büyük ölçüde muhafazakâr değerlere yaslanır; dinî söylemde hayatın kutsallığı öne çıkarılırken, laik çevrelerde dahi ölüm hakkı meselesi yeterince kamusal tartışmaya açılmış değildir. Türkiye’de ötenazi talebi genellikle tabu sayılır, hatta dillendirilmesi bile çoğu zaman ahlaki ya da psikiyatrik bir sorun gibi görülür. Bu da hem hasta hem de hekim açısından büyük bir yalnızlık üretir. Oysa yaşamın sonuna dair kararlar, yalnızca tıbbi değil, aynı zamanda etik, varoluşsal ve hukuki bir zeminde tartışılmayı hak eder.
Ötenazi, palyatif (yaşamın son dönemine yönelik) bakımla sıkça karıştırılır. Oysa ikisi hem amaç hem de etik gerekçeler açısından birbirinden ayrılır. Palyatif bakımın temel amacı asla hastanın ölümünü hızlandırmak değildir; esas hedef, hastanın kalan süresini mümkün olduğunca acısız, huzurlu ve insan onuruna uygun geçirmesini sağlamaktır. Ne var ki bazı durumlarda, özellikle ileri düzey ağrı kontrolünde kullanılan morfin benzeri ilaçlar, hastanın yaşam süresini kısaltma riski taşır. Bu gibi durumlarda niyet, ölümü getirmek değil, acıyı dindirmektir — bu da etik bir ayrım çizgisidir.
Fransız hekim Bernard Devalois, özellikle “sedasyon” gibi muğlak terimlerin bu ayrımı bulanıklaştırdığını vurgular. Ona göre, yaşamın son anlarında uygulanan sedatiflerin iki ayrı kullanımı vardır ve bunlar karıştırılmamalıdır: İlki, acıyı dindirmek için kullanılan tıbbi sedasyondur; ikincisi ise bilinç kaybı sağlayarak, hastanın talebi üzerine ve tıbbi gerekçe olmaksızın ölüme kadar giden bir süreci tetikleyen uygulamadır. Bu ikinci tür sedasyon, ötenaziye yaklaşan ama çoğu zaman farklı biçimde adlandırılan bir pratiktir.
Buna karşın, ötenazi savunucuları farklı bir yaklaşım benimser: Onlara göre, ötenazi yaşamın sonuna yönelik bakım sürecinin –yani palyatif tedavi zincirinin– doğal bir devamı olabilir. Eğer palyatif bakım artık etkili değilse, kişi bilinçli bir taleple “tıbbi yardımla ölüm” hakkını kullanmak isteyebilir. Bu görüş, özellikle Québec’te kurulan “Onurlu Ölüm Hakkı Özel Komisyonu” tarafından savunulmuştur. Komisyon, şu ifadeyle bu yaklaşımı temellendirir: “Yaşamın sonuna yönelik bakım sürecinde ek bir seçeneğe ihtiyaç vardır: Tıbbi yardım yoluyla ötenazi… Ancak bu uygulama net biçimde sınırlandırılmalı, denetim altına alınmalı ve yalnızca kişinin özgür ve bilinçli talebiyle gerçekleştirilmelidir.”
Benzer şekilde Brüksel’deki Erasme Hastanesi yöneticileri de ötenazi karşıtı bir ziyaretçiye şu ifadeyle yanıt vermiştir: “Fransa’nın aksine biz palyatif bakım ile ötenaziyi karşıt kutuplar olarak görmüyoruz. Biz, sürekli ve bütüncül bakım anlayışını savunuyoruz.” Bu yaklaşım, yaşamın sonuna dair kararların bir rekabet değil, bir süreklilik içinde değerlendirilmesi gerektiği fikrine dayanır.
Ötenazi ya da destekli intihar, yalnızca soyut bir etik mesele değil; bazı insanlar için somut bir karar, bilinçli bir vedadır. Bu tercihi yapanlar arasında kamuoyunun tanıdığı isimler de vardır — her biri kendi koşulları içinde, hayatlarının son perdesini bizzat yazmayı seçmişlerdir. İşte beş çarpıcı örnek:
1. Alain Cocq – Devletin Gözlerinin Önünde Ölüm
Fransız aktivist Alain Cocq, nadir bir dejeneratif hastalıkla mücadele eden, ağır acılar içinde yaşayan bir hastaydı. Fransa’da ötenazi yasak olduğu için, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a bizzat mektup yazarak ölümüne yardım talebinde bulundu. Talebi reddedildi. Bunun üzerine tedaviyi reddetti, beslenmeyi kesti ve sürecini Facebook üzerinden canlı yayınlamaya çalıştı. Ancak sosyal medya platformu yayını durdurdu. Cocq’un ölümü, Fransa’da ötenazi yasasının yetersizliği üzerine hararetli bir toplumsal tartışma başlattı.
2. Lucio Magri – Siyasal Mücadeleden Sessiz Ölüm Hakkına
İtalyan Komünist Partisi’nin önemli figürlerinden biri olan gazeteci-yazar Lucio Magri, uzun süren bir depresyonun ardından 2011’de İsviçre’de destekli intiharı tercih etti. Bu kararı, yalnızca bir kişisel acı değil, aynı zamanda siyasal bir duruş olarak da yorumlandı: Hayatını ideolojik mücadeleye adamış bir entelektüelin, kendi sonu üzerinde de söz hakkı istemesi. Magri’nin ölümü, İtalya’da Katolik muhafazakâr çevrelerin öfkesiyle karşılaşırken, liberal çevrelerde “kişisel özerkliğe dair ahlaki bir çağrı” olarak yorumlandı.
3. Anne Bert – Ölümün Ardından Kitap Bırakan Kadın
Fransız yazar Anne Bert, ALS hastalığına yakalanmasının ardından, ülkesinde yasal olmayan ötenaziyi gerçekleştirmek için Belçika’ya gitti. Ölümünden önce yazdığı Le tout dernier été (En Son Yaz) adlı kitabında hem hastalığını hem de ölüm hakkı talebini anlattı. “Hayatımın bana ait olduğunu söylüyorlar. Ama ölümüm neden başkasının kararına bağlı olsun?” diyerek toplumsal vicdana seslendi. Bert’in ölümü edebiyatın, bireysel hak mücadelesine nasıl aracılık edebileceğini gösteren simgesel bir olay olarak hatırlandı.
4. Hugo Claus – Belleğini Yitirmeden Vedaya Hazırlanan Bir Yazar
Belçikalı yazar ve yönetmen Hugo Claus, Alzheimer hastalığının ilk evrelerinde olduğunu öğrendikten sonra, hastalığın ilerlemesini beklemeden 2008’de ötenazi yoluyla yaşamına son verdi. “Yavaşça silinmektense, net bir çizgiyle bitirmek istiyorum,” dedi. Claus’un kararı, Belçika’da ötenazi yasasının sağladığı bireysel özgürlüğün entelektüel bir duruşla birleştiği örneklerden biri olarak tarihe geçti.
5. Sir Edward Downes ve Eşi – Ortak Bir Ölüm Kararı
İngiliz orkestra şefi Sir Edward Downes ve eşi Joan, 2009’da İsviçre’de Dignitas adlı kurum aracılığıyla destekli intihar gerçekleştirdi. Edward görme ve işitme yetisini hızla kaybediyordu; eşi ise kanserdi. Birbirlerinden ayrılmak istemediler ve birlikte ölüm kararı aldılar. Bu olay, yalnızca bireysel değil, çift olarak alınan ötenazi kararlarının da gündeme gelmesine neden oldu. İngiliz kamuoyu bu “çiftin vedasını” hem hüzünle hem de derin etik sorularla karşıladı.
Bu örnekler, ötenazinin yalnızca hasta ve doktor arasında geçen teknik bir süreç olmadığını; yaşam, aidiyet, onur ve özgürlük gibi çok katmanlı temaları içerdiğini gösteriyor. Her ölüm bir sona işaret eder — ama bu ölümler aynı zamanda, yaşarken bile tartışılamayan hakların, ölürken nasıl birer toplumsal tartışma konusuna dönüştüğünü de gözler önüne serer.
Ötenazi, bazıları için bir hak, bazıları içinse hayatın kutsallığına yönelik tehlikeli bir müdahaledir. Bazı tanınmış isimler, ağır hastalıklara, ciddi acılara ya da ileri yaşlarına rağmen ötenaziyi reddetmiş; yaşamayı, sonuna dek sürdürülmesi gereken bir sorumluluk ya da direnç alanı olarak görmüştür. İşte o isimlerden beşi:
1. Stephen Hawking – Bilimle, Mizahla, Umutla Yaşamak
ALS hastalığı nedeniyle genç yaşta tamamen felç kalan Hawking, hayatının büyük kısmını solunum cihazına bağlı geçirdi. 1980’lerde ötenaziye karşı daha temkinli konuşsa da, ilerleyen yıllarda yaşam hakkını savundu ve yaşamının sonuna dek üretken kaldı. “Hayat ne kadar zor görünürse görünsün, her zaman yapılacak bir şey vardır. Nefes aldığın sürece umut vardır,” sözleri, ölüm hakkı yerine yaşamın direncine yaptığı vurgunun özeti gibidir.
2. Jean Vanier – Kırılganlığı Yaşamanın Ahlakı
Kanadalı filozof ve teolog Jean Vanier, engellilerle birlikte yaşamı savunan L’Arche hareketinin kurucusuydu. Ona göre, kırılganlık, insanın en temel deneyimlerinden biridir ve bu deneyimden kaçmak değil, ona eşlik etmek gerekir. Ötenaziye karşı çıkmasının temelinde, acının “mutlak bir kötülük” değil, insanî dayanışmayı mümkün kılan bir bağ olduğu inancı yatıyordu. “Acı çeken birine yardım etmek, onu öldürmek değil, onunla kalmaktır,” diyordu.
3. Joni Eareckson Tada – İnançla, Tekerlekli Sandalyede Bir Ömür
Amerikalı yazar ve aktivist Joni Eareckson Tada, gençliğinde geçirdiği bir kaza sonucu felç kaldı. Ağır fiziksel kısıtlılıklarına rağmen yaşamayı seçti ve Hristiyan inancı doğrultusunda ötenaziye karşı aktif kampanyalar yürüttü. “Hayat, Tanrı’nın armağanıdır ve armağanlar, zorla geri verilmez,” diyerek hem dini hem etik düzeyde ölüm hakkı tartışmalarına karşı çıktı. Tada, ölüm değil, bakım hakkı üzerinde durulması gerektiğini savunur.
4. Viktor Frankl – Anlam Uğruna Yaşamak
Toplama kamplarından sağ kurtulan Avusturyalı psikiyatr Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı eserinde, yaşamak için bir nedenin her zaman bulunabileceğini savundu. Frankl’a göre acı, yaşamdan anlamı çekip almaz; aksine anlam arayışının tetikleyicisidir. Her ne kadar doğrudan ötenaziye dair bir söylemi olmasa da, hayatın en uç noktalarında bile değer taşıyabileceğini savunması, ötenaziye felsefi bir karşı duruş olarak yorumlanır.
5. Emmanuel Levinas – Başkasının Yüzü Karşısında Sorumluluk
20. yüzyılın önemli etik filozoflarından Emmanuel Levinas, insanın diğerine karşı sorumluluğunu ahlâkın temel ilkesi olarak görür. Ötenaziye doğrudan karşı çıkmasa da, “ölüm”ü kişinin başkasına bırakamayacağı bir yük olarak değerlendirir. Ona göre, ötenazi kararında ölmek isteyen kadar, onun etrafındakilerin bu kararı nasıl taşıyacağı da hesaba katılmalıdır. Bu yaklaşım, bireysel hakların sınırında, toplumsal etik sorumluluğu hatırlatır.
Bu isimler, ötenaziyi yalnızca bir hak değil, bir soru olarak görmeyi seçtiler: Acı ne zaman dayanılmaz olur? Yaşam ne zaman sona ermeli? Ve biz kimin adına karar veriyoruz? Onların hayatları, bazı durumlarda ölmemenin de bir seçim olabileceğini gösteriyor.
Ötenazi ile intihar aynı şey midir?
Hayır. İntihar bireyin kendi yaşamını sonlandırmasıdır; ötenazi ise tıbbi ve yasal gözetim altında, başkasının yardımıyla gerçekleştirilir. Amaç ve yöntem farklıdır. İntiharda birey yalnızdır; ötenazide ise bir sistem, bir etik kurul ve genellikle yakınlar devrededir.
Tüm ötenazi biçimleri aynı mıdır?
Hayır. Genellikle üç temel ayrım yapılır:
Aktif ötenazi: Ölümü doğrudan getirecek bir eylemin yapılması (örneğin iğneyle).
Pasif ötenazi: Yaşam destek ünitelerinin kesilmesi, tedavinin durdurulması.
Destekli intihar (assisted suicide): Kişiye ölümünü gerçekleştirecek araçların sağlanması, ancak eylemi bireyin kendisinin yapması.
Ötenazi yasal mı?
Ülkeye göre değişir. Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Kanada gibi ülkelerde belli koşullar altında yasaldır. Almanya, İsviçre gibi bazı ülkelerde destekli intihara izin verilir. Türkiye’de ve birçok ülkede ise ötenazi hâlâ yasaktır ve cinayet ya da yardım suçu kapsamında değerlendirilir.
Tıp etiği bu konuda ne diyor?
Tıp etiği iki temel ilke arasında sıkışır: “Primun non nocere” (önce zarar verme) ve “özerklik”. Yani hekim, hastaya zarar veremez ama hastanın kendi bedeni üzerindeki tasarrufuna da saygı duymalıdır. Bu iki ilkenin çatıştığı noktada ötenazi gündeme gelir.
Ötenazi yalnızca fiziksel acı için mi uygulanır?
Hayır. Bazı vakalarda “varoluşsal acı” da geçerli bir gerekçe olabilir: Uzun süredir yatağa bağımlı yaşamak, iletişim kuramamak, öznelliğin kaybı gibi durumlar da ölüm talebini doğurabilir. Ancak bu tür talepler etik açıdan çok daha tartışmalıdır ve çoğu yargı sistemi tarafından kabul edilmez.
Sinema:
– Million Dollar Baby (2004): Bir kazanın ardından felç geçiren başkarakterin, onurlu bir ölüm talebi.
– Mar Adentro (2004): Gerçek bir öyküye dayanan bu film, 30 yıl yatalak kalan bir adamın ötenazi mücadelesini işler.
– The Sea Inside: İspanyol edebiyatında ve sinemasında ötenaziye dair en etkili anlatımlardan biri.
Edebiyat:
– Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, her ne kadar doğrudan ötenaziyi işlemezse de, acının anlamına dair öncü bir metindir.
– Atul Gawande’nin Being Mortal kitabı, tıbbın ölüm karşısındaki sınırlarını ve ötenazi meselesini incelikle tartışır.
Tiyatro:
– Wit (Margaret Edson): Terminal evre kanserli bir kadının, hastane odasında geçen son günleri, ötenazi ve insan onuru üzerine çarpıcı bir anlatıdır.
Ötenazi, yalnızca “ölmek istemek” meselesi değil; nasıl yaşamak istediğimiz sorusunun devamıdır. Modern tıp, hayatı uzatmakta maharetlidir; fakat uzayan her hayat, anlamlı değildir. Burada mesele, ölümün kaçınılmazlığı karşısında bireyin iradesinin tanınıp tanınmayacağıdır.
Kimileri için ötenazi, onurlu bir vedadır; kimileri içinse “hayatın kutsallığına” bir tehdittir. Ancak her iki yaklaşımın da hakikat payı vardır. Nihayetinde sorulması gereken şey şudur: Bir birey, acının ve anlamın sınırına vardığında, kendi sonunu tayin etme hakkına sahip değil midir?
► BEDEN POLİTİKALARI
► YERALTI EDEBİYATI
► TÜKENMİŞLİK SENDROMU
► HARAKİRİ
► ACI