Anne sütünden formül mamaya, masum bir beyazlıktan çok uluslu karanlıklara uzanan bir hikâye…
Nestlé, sadece bir gıda markası değil; küreselleşmenin, sömürgeci pazarlamanın ve gıda etiği krizlerinin simge ismidir.
Nestlé, 1866’da İsviçre’de kurulan ve bugün dünyanın en büyük gıda şirketlerinden biri olan çok uluslu bir kuruluştur. Kurucusu Alman eczacı Henri Nestlé’dir. İlk çıkışını, anne sütü alamayan bebekler için geliştirdiği formül mama ile yaptı. Zamanla çikolata, kahve, maden suyu, kahvaltılık gevrek, evcil hayvan mamaları gibi yüzlerce ürünüyle küresel bir gıda devine dönüştü.
Nestlé, Nespresso, Maggi, KitKat, Nesquik, Perrier, Purina gibi çok sayıda alt markayı da bünyesinde barındırır. Faaliyet gösterdiği ülkelerde sadece üretim değil, aynı zamanda tarımsal tedarik zincirleri, su kaynakları, reklam ve tüketim politikaları açısından da etkili bir aktördür.
Henri Nestlé, 1867’de süt, un ve şekerden oluşan bir bebek maması geliştirerek şirketin temelini attı. Bu ürün, o dönemde yüksek bebek ölümlerinin önüne geçebilecek bir buluş olarak tanıtıldı. Ancak 1970’lerden itibaren, özellikle Afrika ve Asya ülkelerinde formül mama satışına yönelik agresif kampanyalar şirketin itibarını ciddi biçimde sarstı.
Nestlé’nin formül mamayı anne sütünün alternatifi gibi pazarlaması, birçok düşük gelirli ülkede yetersiz hijyen ve bilinçle birleşerek binlerce bebeğin ölümüne yol açtı. 1977’de başlayan Nestlé boykotları, tüketici hareketleri tarihinde bir dönüm noktası sayılır.
Bugün Nestlé, palm yağı üretiminden su kaynaklarının özelleştirilmesine, çocuk işçiliğinden ambalaj atıklarına kadar birçok konuda tartışmaların odağındadır. Yani yalnızca bir “çikolata markası” değil; etik, ekolojik ve sosyoekonomik tartışmaların merkezindeki dev bir oyuncudur.
Nestlé’nin adını taşıyan bu dev gıda şirketi, adını kurucusu olan Alman asıllı eczacı Henri Nestlé’den alır. 1873’te İsviçre’nin Vevey şehrinde kurulan bu yapı, kısa sürede yalnızca bir “anne sütü alternatifi” sunan firma olmaktan çıkıp dünya gıda endüstrisinin en büyük aktörlerinden biri hâline gelmiştir. Bugün Nestlé, 94,4 milyar İsviçre frangına ulaşan yıllık cirosu ve 100’ü aşkın markasıyla yalnızca market raflarında değil, aynı zamanda jeopolitik dengelerde, tüketici bilincinde ve medya arşivlerinde de yer edinmiş durumdadır.
Şirketin logosu, kuruluşundan bu yana küçük bir kuş yuvasını simgeler. Almanca “Nest” (yuva) kelimesinden türeyen bu sembol, bir yetişkin kuşun iki yavruyu beslemesini gösterir. Zamanla, “ortalama aile” tasvirine daha çok uyması için yavru sayısı üçten ikiye indirilmiştir. Masumiyeti, beslenmeyi, sıcak aile değerlerini çağrıştırması hedeflenen bu görsel, ne yazık ki zaman içinde şirketin adının karıştığı sağlık skandalları ve ticari sömürü iddialarının gölgesinde karanlık bir ironiye dönüşmüştür.
Nestlé bugün yalnızca bebek maması üretmiyor. Kahveden çikolataya, maden suyundan evcil hayvan mamasına kadar birçok alanda faaliyet gösteriyor. Nescafé, Nespresso, KitKat, Smarties, Lion, Vittel, Perrier, San Pellegrino, Buitoni, Cheerios, Chocapic, Nidal, Nido ve Purina gibi ürünler doğrudan Nestlé’ye bağlıdır. Üstelik yalnızca gıda sektöründe değil; kozmetik devi L’Oréal’in de %20’sine yakın hissesini elinde tutarak güzellik endüstrisine de doğrudan etki eden bir finansal güçtür.
Ancak bu görkemli portföy, şirketin son yıllardaki karanlık sicilini perdeleyememektedir. 1970’lerde başlayan formül mama boykotları, “Baby Killers” raporuyla zirveye ulaştı. Yoksul ülkelerde, temiz suya erişimi olmayan annelere mamayı teşvik etmek, bebek ölümlerinin ciddi biçimde artmasına neden oldu. Devam eden yıllarda da Nestlé skandallarının ardı arkası kesilmedi: Perrier kaynaklarında tespit edilen kirleticiler, Çin’de melaminli süt ürünleri, Hindistan’da çocuk ürünlerinde yüksek kurşun oranı, Fransa’da iki çocuğun hayatını kaybettiği Buitoni pizza vakası… Bunların yanı sıra, bazı ürünlerde yoksul ülkelere özel olarak daha fazla şeker kullanılması gibi etik dışı uygulamalar da belgelenmiştir.
Nestlé, bugün Zürih borsasında işlem gören dev bir sermaye bloğu olmasının yanı sıra, küresel gıda sisteminin hem besleyen hem tüketen, hem arındıran hem kirleten bir öznesi olarak yeniden düşünülmeyi bekliyor.
1873 yılına gelindiğinde, Henri Nestlé altmış yaşına yaklaşmış, kurduğu şirketin geleceği üzerine düşünmeye başlamıştı. Sağlığı ve yaşı nedeniyle üretim ve yöneticilik sorumluluklarını sürdüremeyeceğini fark edince, işini devredecek bir alıcı aramaya koyuldu. Zorlu ve zaman zaman çekingenlikle yürüyen pazarlıkların ardından Nestlé markası, tam bir milyon İsviçre frangına satıldı. Yeni sahipler, üç kişilik güçlü bir yerel ittifaktan oluşuyordu: Vevey belediye başkanı ve eski milletvekili Jules Monnerat, değirmenci ve Henri Nestlé’nin eski tedarikçilerinden Pierre-Samuel Roussy, ve Monnerat’nın yeğeni, Montreux yakınlarındaki Châtelard’da mülk sahibi olan Gustave Marquis.
Roussy, görüşmeleri yürüten isim olarak, imzayı atmaya ikna etmek için Henri Nestlé’ye gösterişli bir hediye sundu: Altı beyaz atın çektiği zarif bir fayton. Yerel halkın belleğinde uzun süre iz bırakacak kadar gösterişli bu armağanın ayrıntılarından biri, atların gözlüklerine işlenmiş olan ve yıllar içinde Nestlé’nin logosuna dönüşecek kuş yuvası motifi oldu.
8 Mart 1875 tarihinde, “Farine Lactée Henri Nestlé” adıyla anonim şirkete dönüştürülen yeni yapı kurumsallaştı. Nestlé yalnızca fabrikalarını, müşteri portföyünü ve üretim hattını değil; aynı zamanda ticari marka hakkını, imza yetkisini, tıbbi yazışmalarını, üretim formüllerini ve tüm patentlerini de üç ortaklı bu yeni yapıya devretti. Bu resmî devir, dönemin Vaud kantonu yasalarına uygun olarak iki tanığın huzurunda gerçekleşti. Tanıklardan biri, ileride sütlü çikolatanın mucidi olarak anılacak Daniel Peter’dı.
Şirketin yeni döneminde iş bölümü titizlikle yapıldı. Monnerat satış ve ticaret işlerinden sorumluydu, Roussy üretimi yönetiyordu, Gustave Marquis ise süt tedarikini sağlıyordu. Bu sinerji kısa sürede meyvesini verdi: Nestlé markalı sütlü un kutuları yalnızca İsviçre’de değil; Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Belçika, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde ve hatta New York, Melbourne, Buenos Aires gibi uzak pazarlarda da satılmaya başlandı. Yıllık satış adedi 500 bini aştığında, Nestlé artık sadece bir marka değil, küresel bir gıda mimarisine dönüşüyordu.
1880 yılında Pierre-Samuel Roussy’nin ölümünden sonra bayrağı oğlu Émile-Louis Roussy devraldı. Aynı zamanda Monnerat’nın damadı olan Émile-Louis, kısa sürede şirketin merkezî aklı hâline geldi. 1899’a dek Jules Monnerat ile birlikte şirketi yönetti. 1905–1920 yılları arasında ise Nestlé’nin yönetim kurulu başkanlığını üstlendi. Onun vefatının ardından bu görev, ailesinin bir diğer kuşağına, büyük oğlu Auguste Roussy’ye geçti. Böylelikle Nestlé, bir kuşaktan diğerine devredilen ama her seferinde dünya ölçeğinde daha da büyüyen bir aile mirasına dönüştü.
Nestlé, yalnızca ürün yelpazesiyle değil, aynı zamanda finansal hamleleriyle de dünya gıda endüstrisinin nabzını tutan dev bir oyuncu hâline gelmiştir. 2002 yılında Andrea Pfeifer’in önderliğinde kurulan Nestlé Venture Capital Fund, yaşam bilimleri alanındaki araştırma projelerine 100 milyon eurodan fazla sermaye ayırarak şirketin bilim ve sağlık odaklı vizyonunun ilk güçlü işaretini vermiştir. Bu yatırım stratejisi aslında 1986’ya, Baxter firmasıyla birlikte kurulan Clintec’in temellerine kadar uzanıyordu. Amaç, yalnızca gıda üretmek değil, aynı zamanda sağlıklı yaşamı beslemekti.
Bu doğrultuda ilerleyen yıllarda yapılan satın almalar da dikkat çekicidir. Temmuz 2011’de Nestlé, Çin merkezli Hsu Fu Chi International’ın %60’ını 1,7 milyar dolara satın aldı. Ertesi yıl, 23 Nisan 2012’de ise Pfizer’in bebek beslenmesi birimini 11,9 milyar dolar karşılığında bünyesine kattı. Bu alım için Danone ve Mead Johnson ile rekabet etmesi gerekti.
2012’ye gelindiğinde Nestlé, neredeyse dünya üzerindeki her ülkede bir üretim tesisine sahipti ve 328.000 kişiye istihdam sağlıyordu. 2010 yılı verilerine göre yıllık cirosu 110 milyar İsviçre frangına (yaklaşık 120 milyar dolar) ulaşarak dünyanın en büyük gıda şirketi konumunu perçinlemişti.
2013 yılı, şirketin portföyünü daraltma ve yeni alanlara yönelme kararlarının yoğunlaştığı bir dönem oldu. Kasım ayında kilo verme ürünleriyle tanınan Jenny Craig markasını bir yatırım fonuna sattı. Aralık’ta ise aroma devi Givaudan’daki %10 hissesini 1,08 milyar franka elden çıkardı. 2014’te L’Oréal’deki %8’lik payını 6,5 milyar euro karşılığında sattı. Aynı yıl, Valeant Pharmaceuticals’tan 1,4 milyar dolara bazı cilt bakım ürünlerini satın aldı. Davigel adlı donmuş gıda şirketini ise 2015’te Brakes Group’a satmak üzere görüşmelere başladı.
2015’in sonlarında, Avrupa’daki ve bazı gelişmekte olan ülkelerdeki (örneğin: Mısır, Filipinler, Brezilya, Arjantin) dondurma işlerini R&R Ice Cream ile birleştirme planı gündeme geldi. 2016’da bu plan, Froneri adlı ortak girişimin doğuşuyla hayata geçti. Şirketin yönetimi İngiltere merkezli olarak R&R’ın CEO’su Ibrahim Najari’ye verildi. Nestlé ve R&R’ın çatı şirketi PAI, Froneri’nin %50’şer ortağı oldu.
2016’da Nestlé, İsrailli gıda firması Osem’in kalan %36,3 hissesini 840 milyon dolara alarak tam mülkiyete ulaştı. Aynı yılın Ekim ayında ise gıda alerjileri üzerine uzmanlaşmış tıbbi biyoteknoloji şirketi Aimmune Therapeutics’e %15 ortak oldu; bu yatırım 145 milyon dolarlık bir sermaye ile gerçekleşti.
Haziran 2017’de şirket, bir yatırım fonunun baskısıyla 20,8 milyar dolarlık hisse geri alım programı başlattığını duyurdu. Eylül ayında, üçüncü dalga kahve trendinin önde gelen markalarından ABD’li Blue Bottle’ın %68 hissesini 425 milyon dolara aldı. Aynı yılın kasım ayında, organik soğuk demleme kahve üreticisi Chameleon Cold-Brew’ü; aralıkta ise vitamin ve takviye ürünleri markası Atrium Innovations’ı 2,3 milyar dolara bünyesine kattı. Bu dönemde etsiz sandviçleriyle tanınan Sweet Earth Foods’u da satın alarak bitki bazlı gıda pazarına girdi.
2018’de Nestlé, ABD’de çikolata pazarından kısmen çekilerek BabyRuth, Butterfinger ve Crunch gibi markalarını Ferrero’ya 2,8 milyar dolara sattı. Aynı yılın mayıs ayında, Starbucks ile büyük bir iş birliğine imza atarak 7,15 milyar dolara markanın süpermarket satış haklarını aldı. 2019’da ise 10 milyar dolar karşılığında dermatoloji alanındaki faaliyetlerini devretmek üzere yatırım fonlarıyla görüşmelere başladı.
Temmuz 2019’a gelindiğinde, Nestlé Waters bünyesindeki Vittel ve Contrexéville tesislerinde önemli bir yeniden yapılanma planı açıklandı. Bu plan, 2022’ye kadar 100 kadar işçinin işten ayrılmasını öngörüyordu ve bu pozisyonlar yeniden doldurulmayacaktı.
Bu dönem, Nestlé’nin yalnızca gıda üreticisi değil; stratejik bir yatırımcı, küresel bir oyuncu ve sağlık, sürdürülebilirlik, teknoloji gibi alanlarda şekil değiştiren bir endüstri lideri olarak yeniden konumlandığı yıllar oldu.
Nestlé’nin kurumsal hafızası, yalnızca ürünlerinde ya da markalarında değil; aynı zamanda mekânsal yerleşimlerinde ve mimari tercihlerinde de somutlaşır. Şirketin genel merkezi, 1960 yılından bu yana İsviçre’nin Vevey kentinin kuzeyindeki En Bergère bölgesinde, Nestlé Caddesi 55 numarada yer alır. Bu yapı, ünlü mimar Jean Tschumi tarafından tasarlanmış ve Le Corbusier’in modernist mirasından ilhamla inşa edilmiştir. Bugün hâlen kullanılan bu yapı ve içerisindeki Nestlé arşivleri, “ulusal önemde kültürel varlıklar” olarak İsviçre devletince tescillenmiştir.
Nestlé’nin ilk idari binası ise tarihî açıdan daha da köklüdür. 1913–1917 yılları arasında, Léman Gölü kıyısındaki Perdonnet Rıhtımı 25 numarada, mimar Adolphe Burnat tarafından inşa edilmiştir. Neoklasik üslupla yapılan bu yapı, 1985 yılından bu yana “Alimentarium” adını taşıyan bir gıda müzesi olarak faaliyet göstermektedir. Gıdayla ilişkimizin tarihine ve geleceğine adanmış bu müze, Nestlé’nin yalnızca ticari değil kültürel bir kurum olarak da kendini ifade etme biçimlerinden biridir.
Nestlé İsviçre SA’nın genel merkezi, Vevey ile La Tour-de-Peilz belediyelerinin kesişim noktasında bulunan Entre-deux-Villes bölgesindedir. Ayrıca Nestlé, 2016 yılında yine Vevey’de, tarihî endüstri bölgesinde yer alan tren garı yakınlarında “Le Nest” adlı interaktif bir müze açmıştır. Kurucusu Henri Nestlé’nin yaşamı, şirketin evrimi ve gıdanın tarihsel rolü gibi temaları ele alan bu çağdaş müze, ne var ki yalnızca üç yıl ayakta kalabilmiş ve 2019’da kapılarını kalıcı olarak kapatmıştır.
Bugün Nestlé, İsviçre’nin farklı şehirlerinde birçok merkezde faaliyet yürütmektedir. Vevey (ana yönetim merkezi), Bursins (yönetim, satış ve üretim), Orbe, Konolfingen, Wangen, Bâle, Hirzel ve Rorschach gibi kentlerde hem üretim hem de dağıtım merkezleri mevcuttur. Özellikle Broc şehri, Nestlé bünyesindeki meşhur Cailler çikolatalarının üretim yeri olmasıyla ayrı bir önem taşır. Nestlé’nin en büyük bilimsel araştırma tesisi ise Lozan’ın yukarılarındaki Vers-chez-les-Blanc bölgesinde konumlanan Nestlé Araştırma Merkezi’dir. Burada, gıdanın yalnızca ticari değil aynı zamanda sağlık, biyoteknoloji ve sürdürülebilirlik ekseninde de geleceği üzerine çalışmalar yürütülmektedir.
Nestlé’nin bu mimari ve coğrafi serüveni, sadece bir firmanın değil, bir çağın ve kültür endüstrisinin nasıl kurumsallaştığını gösteren eşsiz bir hikâyedir.
1970’li yılların ortasında, Britanyalı bilim insanlarının yürüttüğü kapsamlı bir araştırma, bebeklerin gelişimi açısından anne sütünün toz süte kıyasla çok daha üstün olduğunu ortaya koydu. Bu bulgu, özellikle temiz içme suyuna yeterli erişimi olmayan ülkelerde yaşamsal bir önem taşıyordu. Ne var ki aynı dönemde, büyük gıda şirketlerinin – başta Nestlé olmak üzere – bebek maması pazarında agresif ve yanıltıcı reklam stratejileriyle büyüme çabaları hız kazandı.
1979 yılında, bu gidişata karşı duran 150 uluslararası kuruluş bir araya gelerek IBFAN – International Baby Food Action Network (Uluslararası Bebek Beslenmesi Ağı) adlı organizasyonu kurdu. Bu yapının temel amacı, özellikle gelişmekte olan ülkelerde annelere “toz sütün anne sütünden üstün olduğu” yönünde yapılan yanıltıcı pazarlama faaliyetlerine karşı mücadele etmekti.
ABD’de 1977 yılında kurulan International Nestlé Boycott Committee, Nestlé’nin bebek maması ürünlerinin pazarlanmasında izlediği yöntemlere tepki olarak geniş çaplı bir boykot kampanyası başlattı. Boykot; Kuzey Amerika, Birleşik Krallık, İsveç ve Almanya’da ciddi destek gördü. Bu baskılar sonucu, 1981’de Dünya Sağlık Örgütü olağanüstü bir oturum düzenledi ve toz sütlerin pazarlanmasına ilişkin uluslararası bir etik kod belirledi. Bu kod, bebek mamalarının tanıtımında, anne sütüne alternatif sunan ya da onu küçümseyen her türlü reklam ve yönlendirmeyi yasaklıyordu.
Nestlé, bu kodu 1984 yılında imzaladı. Ancak buna rağmen, sonraki yıllarda özellikle gazeteciler ve sivil toplum kuruluşları tarafından, söz konusu etik ilkeleri ihlal etmekle defalarca suçlandı.
2010 yılına gelindiğinde IBFAN tarafından yayımlanan bir rapor, Nestlé’nin yanı sıra Danone ve Friesland şirketlerinin de Endonezya’da hastane personelini hedef alarak toz sütleri teşvik ettiğini belgeledi. Bu uygulamalar, anne sütünün yerine yapay mama kullanımını normalleştirmekte ve doğrudan yenidoğan sağlığını tehdit etmekteydi. Aynı yıl, Save the Children gibi saygın yardım kuruluşları da benzer uyarılarda bulundu.
Nestlé’nin toz süt politikaları, sadece bir ticari stratejinin değil, aynı zamanda küresel etik ve halk sağlığı tartışmalarının merkezine oturmuş bir skandal olarak hâlâ zihinlerdeki yerini koruyor. Bir gıda devinin kâr hırsıyla, yaşamın en kırılgan dönemine —doğumla başlayan o ilk zamana— nasıl müdahil olduğu, modern endüstriyel sistemin en çarpıcı yüzlerinden biri olarak tarihe geçti.
2002 yılının Aralık ayında, uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’ın yaptığı bir açıklama dünya kamuoyunun dikkatini çeken bir skandalı gün yüzüne çıkardı: Nestlé, Afrika’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Etiyopya’dan tam 6 milyon dolar talep ediyordu. Talebin gerekçesi, 1975 yılında Mengistu rejiminin kamulaştırdığı Elidco (Ethiopian Livestock Development) adlı yerel şirketin Nestlé’nin iştiraki olduğu iddiasıydı.
Etiyopya hükümeti bu süreçte uzlaşmacı bir tavırla, Nestlé’ye 1,5 milyon dolar ödeme teklif etti. Ancak Nestlé, kamulaştırılan şirketin 1998’de 8,7 milyon dolara yerel bir iş insanına satıldığını ileri sürerek bu teklifi yetersiz buldu. Skandal büyüdü; çünkü Nestlé, bu taleple yalnızca ekonomik bir zarar tazminatı istemiyor, aynı zamanda kuraklık, kıtlık ve siyasi istikrarsızlıkla boğuşan bir ülkeden ciddi bir meblağ talep ederek ahlaki bir tartışmanın merkezine yerleşiyordu.
Kamuoyunun artan baskısı ve uluslararası tepkiler sonucu Nestlé geri adım attı. 23 Aralık 2002 tarihinde taraflar arasında uzlaşma sağlandı ve Nestlé, Etiyopya’dan yalnızca 1,5 milyon dolar talep ettiğini açıkladı. Şirket, bu miktarı da doğrudan kendisi için almayacağını, uluslararası Kızılhaç iş birliğiyle bölgedeki açlıkla mücadele projelerine aktaracağını duyurdu.
Bu olay, Nestlé’nin küresel işleyişindeki etik sınırları, kamuoyunun kurumsal devlere karşı mobilizasyon gücünü ve bir şirketin “hak” iddiasıyla “ahlak” sınavı arasında nasıl kaldığını açıkça gösteren örneklerden biri olarak hâlâ hafızalardaki yerini koruyor.
Mart 2010’da Greenpeace’in başlattığı kampanya, Nestlé’nin marka imajını dijital çağın en sert krizlerinden biriyle yüz yüze getirdi. İddialara göre Nestlé, özellikle KitKat gibi ürünlerinde palmiye yağı kullanarak, Endonezya’da orangutanlar dâhil birçok türün yaşam alanı olan yağmur ormanlarının yok edilmesine neden oluyordu. Bu iddia, sadece çevresel bir suçlama olarak değil, aynı zamanda dijital aktivizmin dönüm noktalarından biri olarak yankı buldu.
Greenpeace’in kampanyası, Nestlé’nin en ikonik ürünlerinden biri olan KitKat’ın logosunu “Killer” olarak değiştirerek viral bir video ve sosyal medya kampanyasıyla başladı. Kullanıcılara, bu logoyu avatar olarak kullanmaları çağrısında bulunuldu. Kampanya o kadar hızlı yayıldı ki, Nestlé’nin Facebook sayfası binlerce öfkeli yorumla doldu. Şirketin ilk tepkisi ise, kullanıcıları bu tür avatarlar nedeniyle engellemekle tehdit etmek oldu. Bu müdahale, geri tepmekle kalmadı, dijital öfkeyi daha da büyüttü. Kriz iletişimi uzmanları, Nestlé’nin bu aşamada sert bir kurumsal üslup takınmasını, sosyal medya çağında “nasıl yapılmamalı” örneği olarak değerlendirdi.
Kampanyanın başlamasından yalnızca birkaç gün önce, Nestlé aslında palmiye yağı tedarikçisi olan Smart firmasıyla çalışmayı bırakacağını açıklamıştı. Ancak bu karar, zamanlama itibarıyla kamuoyunca yalnızca bir “zararı sınırlama hamlesi” olarak algılandı. Ayrıca Nestlé’nin, palmiye yağı tedarik zincirini yeniden yapılandırmayı 2015 gibi uzak bir tarihe ertelemesi, eleştirileri daha da alevlendirdi.
Bu olay yalnızca çevre etiği üzerinden Nestlé’yi hedef almadı, aynı zamanda sosyal medya çağında tüketicilerin sesinin ne denli güçlü olabileceğini de gözler önüne serdi. Dijital dünyada, bir logonun değişimi bir markanın tüm hikâyesini yeniden yazabiliyor; hele ki o logo bir yağmur ormanının sessiz çığlıklarını taşıyorsa.
Nestlé’nin kamuoyuyla yaşadığı en dikkat çekici çatışmalardan biri, bu kez bir gıda ürününden değil, bir şarkının etik anlamından kaynaklandı. 2000’lerin ortasında İngiltere’de yayımlanmak üzere hazırlanan bir Nestlé kahve reklamında, Muse grubunun efsanevi şekilde yeniden yorumladığı “Feeling Good” şarkısı kullanılmak istendi. Orijinali Nina Simone’a ait olan ve zamanla direnişin, özgürlüğün ve iyileşmenin simgelerinden biri hâline gelen bu şarkı, Muse’un karanlık ama güçlü yorumu sayesinde bir kuşağın hafızasına kazınmıştı.
Nestlé, Muse’dan şarkıyı reklama dahil etmek için izin istedi. Grup, eserlerinin böylesine büyük bir şirketin ticari kampanyasında kullanılmasını etik bulmadığı için teklifi net bir şekilde reddetti. Ancak buna rağmen, Nestlé reklamda şarkıyı izinsiz kullanarak büyük bir hukuki ve itibarî hata yaptı. Muse bu ihlale karşı dava açtı ve mahkeme Nestlé’yi haksız buldu. Karar gereği şirket, 500.000 £ (yaklaşık 756.000 €) tazminat ödemek zorunda kaldı. Muse bu tazminatın tamamını, Nestlé’nin daha önce eleştirildiği alanlarda faaliyet yürüten Oxfam adlı uluslararası yardım kuruluşuna bağışladı.
Nestlé, reklamdan Muse’un yorumunu çıkardı ancak bu kez de Nina Simone’un versiyonuna çok benzeyen, ama yine de doğrudan onun kaydı olmayan bir “taklit” yorumla reklamı yeniden yayınladı. Bu hamle, kamuoyunda bir kez daha etik dışı bulunarak, Nestlé’nin kültürel alandaki hak ve temsil anlayışını sorgulatan başka bir örnek hâline geldi.
Bu olay, bir şirketin yalnızca fiziksel ürünleriyle değil, sembollerle, anlamlarla ve seslerle de sorumluluk taşıdığını hatırlattı. Zira “Feeling Good” gibi bir parça, sadece iyi hissettiren bir melodi değil; bağlamıyla birlikte taşınması gereken kolektif bir hafızadır.
2009 yılının Haziran ayında Nestlé, Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük bir gıda güvenliği krizinin merkezinde yer aldı. Şirketin piyasaya sürdüğü çiğ kurabiye hamurlarında, insan sağlığı açısından son derece tehlikeli olan E. coli O157 bakterisine rastlandı. Bu bakteri türü genellikle dışkı kaynaklı bulaşmalarda görülür ve ciddi gıda zehirlenmelerine yol açabilir. Olayın ardından Nestlé, kendi markasını taşıyan bu kurabiye hamurlarını ülke çapında toplatma kararı aldı. Ancak bu karar, krizin ciddiyetini örtmeye yetmedi: Toplamda 69 kişi, 21 farklı eyalette bu kontaminasyondan etkilendi.
Skandalı büyüten unsurlardan biri de Nestlé’nin bu süreçteki iletişimi ve denetim kurumlarına karşı tutumuydu. ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), ürünlerin nasıl bu kadar tehlikeli bir bakteriyle bulaştığını açıklayamazken, Nestlé de gıda müfettişlerinin talep ettiği bazı iç belgelere erişim izni vermeyerek süreci daha da şeffaflıktan uzak bir hâle getirdi. Bu tutum, Nestlé’nin gıda güvenliği konusundaki sorumluluğunu tartışmaya açarken, şirketin pazardaki güçlü konumunun (yalnızca ABD’de kurabiye hamuru pazarının %41’ini elinde bulunduruyordu) tüketici sağlığı karşısında nasıl bir “dokunulmazlık” zırhına dönüştüğü sorularını da gündeme taşıdı.
Nestlé daha sonra, çiğ tüketilen kurabiye hamurlarının sağlık riski taşıdığına dair uyarılar yayımladı. Özellikle çiğ yumurtadan kaynaklanabilecek salmonella bakterisi riskine dikkat çekti. Bu açıklamanın ardından formülasyon değişikliğine gittiğini duyuran Nestlé, çiğ buğday ununu daha güvenli olan ısı işleminden geçirilmiş (thermised) unla değiştirdiğini açıkladı.
Ancak tüm bu adımlar, zehirlenme olaylarının ardından geldiği için, kamuoyunun tepkisini tamamen yatıştırmakta yetersiz kaldı. Nestlé’nin bu olayda gösterdiği savunmacı ve ketum tavır, yalnızca gıda güvenliği standartlarını değil, aynı zamanda kurumsal sorumluluk ilkelerini de sorgulatır hâle geldi.
2003 yılının yaz aylarında Nestlé, kamuoyundan gizli bir hamleye imza attı. Eleştirel bakış açılarıyla tanınan sivil toplum kuruluşu Attac Suisse, şirketin küresel faaliyetlerini ele alan bir kitap (Attac contre l’empire Nestlé) hazırlığındaydı. Bu kitaba karşı nasıl bir savunma yapılacağına karar vermek yerine, Nestlé, tartışmalı bir strateji benimsedi: Gözetim ve gizli istihbarat.
Nestlé, özel güvenlik firması Securitas SA ile anlaşarak, Attac’ın Vaud kantonundaki yerel şubesine bir ajan yerleştirdi. Bu ajan, yaklaşık on ay boyunca Attac’ın toplantılarına düzenli olarak katıldı ve iç işleyişine dair en ince ayrıntıları raporladı. Yalnızca gözlemle yetinmeyip, kitabın “Kahve Pazarı” başlıklı bölümünü kaleme alacak kadar ileri gitti ve bu bölümü Nestlé yöneticilerine onaylatmadan yayımlamadı. Ajanın ayrılmasının ardından ise yerine ikinci bir gizli çalışan getirildi; bu kişi de 2005’ten 2008’e kadar aynı faaliyetleri sürdürdü.
Bu skandal, 2008 yılında İsviçre Romand televizyonunun yaptığı bir haberle ortaya çıktı. Attac, 20 Haziran 2008’de Nestlé ve Securitas’a karşı cezai suç duyurusunda bulundu. Ancak soruşturma 2009 yılında “zamanaşımı gerekçesiyle” düşürüldü. Gerekçe, ikinci ajanın faaliyetlerinin suç duyurusundan sonra keşfedilmesiydi ve hâkim bu yeni dönemi dikkate almadı. Böylece ceza soruşturması akamete uğradı.
Ancak dava burada bitmedi. Lausanne Sivil Mahkemesi, 2010 yılında Nestlé ve Securitas’ı “yasadışı casusluk faaliyetinde bulunmak”tan dolayı suçlu buldu. Her iki şirket, mağdur taraflara kişi başına 3.000 İsviçre Frangı tazminat ödemeye mahkûm edildi. Ayrıca mahkeme masrafları ve dava giderleri de şirketlerin yükümlülüğüne bırakıldı.
Bu olay, yalnızca Nestlé’nin kurumsal etik sınırlarını değil, büyük şirketlerin eleştirel sivil toplum faaliyetlerine ne kadar tahammülsüz olabileceğini de gösterdi. Aynı zamanda bu skandal, bir şirketin kamuoyundaki itibarını korumak adına nasıl şeffaflık ilkesini ihlal edebileceğini gözler önüne serdi.
2013 yılında Avrupa gıda sektörünü sarsan at eti skandalı, Nestlé’yi de çemberin içine aldı. 19 Şubat’ta Nestlé’nin Portekiz şubesi, kamuoyuna yaptığı bir açıklamayla, Fransa’da üretilen ve restoranlara yönelik olarak Fransa ile Portekiz’de dağıtılan “Lasagnes à la bolognaise gourmandes” adlı dondurulmuş lazanyalarda at DNA’sına rastlandığını duyurdu. Bu ürünler, etiket üzerinde “sığır eti” olarak beyan edilmişti.
Nestlé, yalnızca Portekiz’le sınırlı kalmayarak İtalya’daki Buitoni markalı bazı ürünlerini de geri çekme kararı aldı. Bunlar arasında “Beef Ravioli” ve “Beef Tortellini” gibi popüler ürünler bulunuyordu. Ancak bu ürünlerde yapılan testlerde at etine rastlanmadı. Geri çekmenin gerekçesi, etiketleme hatasıydı.
Bu gelişmelerin Nestlé için tek etkisi, itibar kaybı ya da kamuoyu tepkisiyle sınırlı kalmadı. Skandalın ardından hazır yemek satışlarında yaşanan dramatik düşüş, şirketin Fransa’nın Beauvais kentindeki dondurulmuş ürün üretim hattını kapatmasına neden oldu. Böylece, şirketin ürettiği dondurulmuş lazanya ve “hachis parmentier” (bir tür kıymalı patates yemeği) ürünlerinin üretimi durduruldu; 120 çalışan işsiz kaldı.
Bu kriz, gıda devlerinin yalnızca içerik değil, şeffaflık ve etiketleme konularında da sorumlu davranması gerektiğini bir kez daha gösterdi. Nestlé, üretim zincirinin karmaşıklığını gerekçe gösterse de, tüketici güveninin ne kadar kırılgan olduğunu ve geri kazanılmasının ne denli zor olduğunu bu olayla tecrübe etti.
2007 yılında, Kamerun’da üç aile Nestlé’ye karşı dava açtı. Suçlamaları ağırdı: Şirketin bebek maması yerine sattığı bitki bazlı ikameler, çocuklarının ölümüne yol açmıştı. Bu olay, 1970’lerde patlak veren ve Nestlé’ye yönelik küresel boykota yol açan meşhur “baby killer” (bebek katili) tartışmasını anımsattı. Tüm dünya, bir kez daha gelişmekte olan ülkelerdeki annelere “büyük marka”nın hangi etik dışı yollarla ulaştığını sorguluyordu.
Aynı ülke, bu kez rekabet hukuku açısından Nestlé’ye bir başka dava açılmasına da sahne oldu. Yerel bir süt üreticisi olan Codilait şirketinin CEO’su Pius Bissek, Nestlé’yi Kamerun pazarına düşük maliyetli bitkisel süt ürünleri (özellikle palmiye ve hindistancevizi yağından elde edilen) ithal ederek kendi şirketini haksız rekabetle çökertmekle suçladı. İlk zafer 2010 yılında geldi: Nestlé, Bissek’e 1 milyon avro tazminat ödemeye mahkûm edildi. Ancak mücadele orada bitmedi. Uzun yıllar süren temyiz ve karşı davalar sonunda, 2017 yılında Kamerun Yüksek Mahkemesi, Nestlé’yi yeniden suçlu buldu ve şirkete 517 milyon FCFA (yaklaşık 788 bin avro) tazminat ödeme cezası verdi. Bu dava, yalnızca Nestlé’nin değil, küresel gıda devlerinin “fiyat kırarak pazar yok etme” stratejilerine karşı kazanılmış ender zaferlerden biri olarak tarihe geçti.
Nestlé’nin Afrika’daki varlığına dair tartışmalar bununla da sınırlı değil. Senegal’de, SİPL adlı süt ürünleri şirketinin CEO’su Amadou Moctar Sow, Nestlé’yi yerel bir banka (SGBS) ile işbirliği içinde şirketini iflasa sürüklemekle itham etti. Olaylar öyle büyüdü ki, Fransa’nın kamusal televizyon kanallarından biri olan France 5, 2014’te yayımladığı “Un empire en Afrique” (Afrika’daki İmparatorluk) adlı belgesele bu davaları ve Nestlé’nin Afrika pazarlarındaki yayılma stratejilerini konu etti.
Tüm bu vakalar, Nestlé’nin yalnızca ürünleriyle değil, pazar stratejileri, hukuk savaşları ve yerel ekonomiler üzerindeki etkileriyle de etik sorgulamalarla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Gıda devinin başarı hikâyesi, Afrika söz konusu olduğunda, bir gölge tarih de barındırıyor: yoksul pazarların sömürüsü, kamu sağlığı riskleri ve yerli üreticilerin sistemli tasfiyesi.
Nestlé’nin adı, son yıllarda yalnızca gıda ve markalarla değil, çocuk emeği ve modern kölelikle de anılıyor. Kasım 2016’da, Amnesty International, Nestlé ve benzeri büyük şirketlerin tedarik zincirinde yer alan Endonezya’daki palmiye yağı plantasyonlarında çocuk işçiliği ve zorla çalıştırma olduğunu duyurdu. Rapora göre, bu dev plantasyonlar yalnızca doğayı yok etmekle kalmıyor; kadınları düşük ücretle, çocukları ise tehlikeli koşullarda çalıştırarak üretim yapıyordu. Nestlé, bu zincirde yalnız değildi: Unilever, Kellogg’s, Colgate-Palmolive ve Procter & Gamble gibi markalar da aynı sistemin parçasıydı.
Kamuoyu bu açıklamalardan sarsılırken, ABD’de de benzer bir dava açılmıştı. Konu, bu kez Batı Afrika’daki kakao tarlalarında köleleştirilen çocuklardı. Bu tarlalar, Nestlé’nin çikolata üretiminde kullandığı kakao çekirdeklerinin önemli bir kısmını sağlıyordu. Davacılar, Nestlé’nin tedarik zincirinde köleliğe göz yumduğunu iddia ediyor; şirket ise zinciri tam olarak kontrol edemediğini savunuyordu.
Bu savunma, Nestlé’nin 2019 yılında yaptığı itirafla iyice tartışmalı hâle geldi: Şirket, çikolata ürünlerinde çocuk köleliği kullanmadığını garanti edemeyeceğini açıkladı. Gerekçe netti: Nestlé, kakao alımlarının sadece %49’unun izlenebilirliğini sağlayabiliyordu. Yani geri kalan %51’lik kısmın, hangi çiftlikten geldiği, orada kimlerin nasıl çalıştığı belirsizdi.
Oysa Nestlé, bu soruna dair yıllar önce kamuoyuna bir söz vermişti. 2001 yılında, ABD Kongresi’nin baskısıyla, şirket 4 yıl içinde çocuk emeğini kakao tedarik zincirinden çıkaracağını açıklamıştı. Bu hedef 2005’te tutmadı. Ardından yeni hedefler kondu: 2008, 2010, 2020… Ancak Washington Post gibi prestijli yayın organlarına göre, Nestlé bu hedeflerin hiçbirini tam olarak yerine getiremedi.
Bu tablo, “küresel markaların masumiyeti” mitini yerle bir ediyor. Tatlı bir çikolata ya da parlak bir ambalajın ardında; gözden uzak, izlenemeyen coğrafyalarda, çocukların alın teri, yoksulluk ve sömürü yer alabiliyor. Ve bu gerçek, Nestlé gibi markaların büyüklüğüyle değil, sorumluluk bilinciyle sınanıyor.
2022 yılı Mart ayında Fransa, Nestlé’ye ait Buitoni markasının dondurulmuş pizzaları nedeniyle bir gıda güvenliği skandalıyla sarsıldı. “Fraîch’Up” adlı ürün serisinde tespit edilen Escherichia coli bakterisi (E. coli) yüzünden onlarca kişi hastaneye kaldırıldı; maalesef iki çocuk hayatını kaybetti. Skandal, yalnızca bir ürünün geri çağrılmasıyla sınırlı kalmadı; Nestlé’nin Caudry’deki fabrikasında yapılan denetimlerde akıl almaz hijyen ihlalleri ortaya çıktı.
1 Nisan 2022’de, Fransa’nın kuzeyindeki bu fabrikanın tüm üretim faaliyetleri resmî olarak durduruldu. Yetkililerin yayınladığı raporlar, fabrikadaki ihmalin boyutlarını gözler önüne serdi: yere atılmış yiyecekler, makinelere sıkışmış küflü kalıntılar, duvarlarda mantar oluşumu, kemirgenlerin dolaştığı üretim alanları, uygun olmayan dondurma/çözülme döngüleri, hatta bazı çalışanların el yıkamadan üretim hattında çalıştığına dair belgeler…
Üstelik kriz büyüyordu. Mayıs 2022’de, Buitoni’nun bir diğer pizza serisi olan “Bella Napoli” ile ilgili yeni bir zehirlenme iddiası ortaya atıldı. Haziran ayında, ürünlerin satışının durdurulmasına rağmen bazı Franprix mağazalarında yasaklı partilerin hâlâ satışta olduğu tespit edildi. Tüm bu ihmaller zinciri, Nestlé’nin tüketici güvenliğine dair ciddi bir gözetim zafiyeti yaşadığını gösterdi.
30 Mart 2023’te, Nestlé bu karanlık sayfayı kapatma kararı aldı ve Caudry’deki Buitoni fabrikasının temelli kapatıldığını açıkladı. 140 çalışana “iç yeniden yerleştirme” önerildi. Ertesi gün, şirket ile mağdur aileler arasında “dostane tazminat anlaşması” imzalandı. Tazminat miktarı kamuoyuna açıklanmasa da, bu adım davanın sivil boyutunu sonlandırdı. Ancak ceza yargılamaları hâlâ sürüyor.
Bu skandal, Nestlé gibi devlerin yalnızca üretim değil, gıda güvenliği ve etik sorumluluk konusunda da ne denli kırılgan bir zeminde durduğunu bir kez daha gösterdi. “Soframıza gelen her lokma” deyimi, Buitoni vakasında trajik bir gerçekliğe dönüşmüş oldu.
2024 yılı Eylül ayında Nestlé, Fransa’daki bazı içme suyu markalarında –başta Perrier, Vittel, Hépar ve Contrex olmak üzere– bakteriyolojik kirlenmelere karşı yasaklı dezenfeksiyon teknikleri kullandığını itiraf etti. Şirket, olası bir ceza davasını engellemek amacıyla 2 milyon avro tutarında idari para cezasını ödemeyi kabul etti. Ancak bu olayın kendisi, ardından gelen gelişmelerin yalnızca bir başlangıcıydı.
2025 yılı Şubat ayının başlarında, Le Monde gazetesi ve Radio France araştırma ekibi, skandalın perde arkasını ifşa eden bir haber dosyası yayımladı. Buna göre, Fransa Sağlık Genel Müdürlüğü, Nestlé sularının 2023 yılı başından itibaren insan sağlığı için risk oluşturduğunu bildirmişti. Ancak uyarılara rağmen Elysée Sarayı ve Matignon Başbakanlık Ofisi, bu ürünlerin piyasada kalmasına bilinçli olarak onay verdi. Ortaya çıkan iç yazışmalar, Nestlé yöneticileri ile üst düzey siyasi danışmanlar ve kabine direktörleri arasındaki yoğun ve sistematik iletişimi belgeledi.
Kasım 2024’te, Fransız Senatosu, “şişelenmiş su sektörü ve hükümetle olan ilişkileri” incelemek üzere resmî bir soruşturma komisyonu kurdu. Bu süreçte, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Alexis Kohler’ın komisyon çağrısına yanıt vermemesi, soruşturmanın siyasi etkisini daha da artırdı. Nihayetinde kamuoyuyla paylaşılan belgeler, Nestlé’nin devlet kurumlarına doğrudan baskı yaptığını, hatta Perrier kaynaklarındaki pestisit ve bakteri varlığının resmi raporlardan silinmesini sağladığını gözler önüne serdi.
19 Mayıs 2025’te açıklanan Senato raporu, yalnızca Nestlé’nin değil, devletin de kamu sağlığına karşı sorumluluk ihlallerini belgeliyordu. Rapor, özel sektör ile kamu otoriteleri arasındaki çıkar ilişkilerini, suyun “temiz” yüzünün ardındaki kirli pazarlıkları ortaya çıkardı.
Bu kriz, Nestlé’nin yalnızca bir gıda devi değil, politikaya yön verebilecek güçte bir küresel aktör olduğunu da tekrar gösterdi. İçme suyu gibi en temel yaşam kaynağının dahi şirket çıkarları uğruna nasıl göz ardı edilebildiği, hem tüketici güvenini hem de demokratik denetim mekanizmalarını derinden sarstı.
2013 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Tayland’daki balıkçılık endüstrisinde yaygın şekilde görülen insanlık dışı çalışma koşullarını kamuoyuna duyurdu. Bu açıklamaların ardından, deniz ürünleriyle dolaylı bağı olan Nestlé, tedarik zincirinde olası hak ihlalleriyle ilgili bağımsız bir denetim başlattı. Bu adım, şirketin kendi markası olan Purina’nın ürünlerinde kullanılan balık içeriklerinin nereden ve nasıl temin edildiği sorularını da beraberinde getirdi.
Skandal, 2015 yılı Ağustos ayında daha da görünür hâle geldi. ABD’de bir grup tüketici, Nestlé’ye ait iki firmaya karşı toplu dava (class action) açtı. Davacıların iddiası şuydu: Nestlé, kedi mamalarında kullanılan balıkların, Tayland’daki köleliğe yakın koşullarda çalışan işçilerce avlandığını bilmesine rağmen, bu ürünleri satmaya devam etmişti. Kaliforniya tüketici koruma yasalarının ihlal edildiği öne sürülen davada şirket, “bilmemezlikten gelmekle” suçlandı.
Nestlé’nin bağımsız olarak görevlendirdiği denetim kurulu, aynı yıl sonunda raporunu yayımladı. Sonuç ürkütücüydü: Şirketin tedarik zincirinde, çocuk işçiliği, insan kaçakçılığı ve zorla çalıştırma vakalarına işaret eden birçok bulguya ulaşılmıştı. Bu rapor, Nestlé’nin daha önceki birçok skandalında olduğu gibi, yalnızca şirketin etik denetim zafiyetini değil, aynı zamanda küresel gıda devlerinin üretim zincirlerinde yaşanan yapısal sömürüyü de ifşa ediyordu.
Şirket, bulgular üzerine bir “aksiyon planı” hazırladığını açıklasa da, sivil toplum kuruluşları ve medya bu adımı yetersiz buldu. Zira Nestlé, tedarik zinciri boyunca çok sayıda taşeron ve aracıyı kullanmakta, bu da fiili kontrolü zorlaştırmaktaydı. Ancak kamuoyunun baskısı, gıda sektöründe yalnızca ürün kalitesi değil, etik üretim ve insan hakları standartları açısından da hesap verebilirliğin kaçınılmaz olduğunu yeniden gündeme taşıdı.
2011 yılında, İsviçre merkezli sivil toplum örgütü Solidar Suisse, Nestlé’nin prestijli kahve markası Nespresso’ya karşı dikkat çekici bir kampanya başlattı. Amaç netti: Nestlé, Nespresso kapsüllerinde adil ticaretle üretilmiş kahve kullanmalıydı. Çünkü Nestlé’nin şatafatlı pazarlama kampanyaları –George Clooney’nin başrolde olduğu o tanıdık reklâmlar– kahvenin menşeindeki yoksulluk ve sömürü zincirini görünmez kılıyordu.
Kampanyanın merkezinde yer alan, George Clooney’li bir Nespresso reklamının parodisi, yalnızca birkaç gün içinde yarım milyondan fazla kez izlendi. Ancak Nestlé, kamuoyundan gelen çağrılara kulaklarını tıkadı ve hiçbir resmî açıklama yapmadı. Oysa yalnızca 2010 yılında Nespresso’nun satışları 4,8 milyar kapsüle ulaşmış, bu da şirkete 3,2 milyar İsviçre frangı gelir sağlamıştı. Adil ticaret talepleri bu devasa gelir karşısında “duyulmayan sesler” olarak kaldı.
Nestlé’nin etik şeffaflık konusundaki tartışmaları bununla da sınırlı kalmadı. 2013 yılında Almanya’daki Rekabet Kurumu (Bundeskartellamt), Nestlé’ye ve Kraft Foods Group’a karşı yürüttüğü soruşturmayı sonuçlandırdı ve Nestlé’ye, çikolata ürünlerinde yasa dışı fiyat anlaşmaları yaptığı gerekçesiyle 20 milyon Euro para cezası verdi. Benzer şekilde, Kanada’da yürütülen soruşturmada Nestlé, 9 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul ederek anlaşmaya vardı. ABD’de ise hâlâ devam eden davalarda, Nestlé’nin kartel suçlamalarına karşı hukuk mücadelesi sürmekte.
Kimi zaman reklamda George Clooney gibi yüzler parlar; kimi zaman rafta parlayan ambalajlar. Ama perdenin arkasındaki hikâyeler, tüketiciye sunulan “marka” ile üreticinin yaşadığı gerçeklik arasında büyük bir adaletsizlik olduğunu açıkça gösteriyor.
Nestlé, yalnızca iş gücü sömürüsüyle değil, hayvan hakları ihlalleriyle de sık sık gündeme geldi. Ağustos 2011’de hayvan hakları savunucusu örgüt PETA, Nestlé’yi sert biçimde eleştirdi. Suçlamanın odağında, Nestlé’nin popüler içecek markası Nestea vardı.
İddiaya göre, Nestea’nin formülünde yer alan içerikler, fareler ve sıçanlar üzerinde yürütülen deneylerle test ediliyordu. Bu deneylerde hayvanlar uzun süre acı çektirildikten sonra başları kesilerek öldürülüyor, oysa bu tür deneylerin herhangi bir yasal zorunluluğu yoktu. Ne ABD ne de Avrupa’daki sağlık otoriteleri, bir içeceğin “sağlığa faydalı olduğunu” kanıtlamak için hayvan deneylerini şart koşuyordu. Dahası, bu tür deneylerin böyle bir faydayı ispatlama konusunda bilimsel açıdan da yetersiz olduğu sıkça vurgulanıyordu.
PETA’nın kamuoyuna taşıdığı bu bilgiler, Nestlé’nin sağlık vurgulu pazarlama söylemini sorgulattı. Zira eğer bir ürünün “iyi geldiği” iddia ediliyorsa, bu iddianın arkasındaki bilimsel dayanakların etik ilkelerle çelişmeden elde edilmesi beklenirdi. Ancak Nestlé’nin hayvanlar üzerinde yürüttüğü deneyler, şirketin sağlık odaklı imajı ile gerçekte izlediği yöntemler arasındaki uçurumu bir kez daha görünür kıldı.
Bu olay, Nestlé’nin çevre, insan ve hayvan hakları bağlamında çok katmanlı bir sorumluluk krizi yaşadığını gösteriyor. Bir fincan çayın ya da şişelenmiş bir içeceğin arkasında, çoğu zaman görünmeyen bir laboratuvar gerçeği, göz ardı edilen yaşamlar ve sorgulanmayan şirket uygulamaları yatıyor.
Nestlé’nin çevreyle olan ilişkisi, yıllardır sivil toplumun odağında. 2010 yılı başında Greenpeace’in yayımladığı sert ve provokatif bir video, markanın ikonik ürünü KitKat üzerinden küresel bir çevre kampanyasını tetikledi. Bu videoya eşlik eden metinlerde Nestlé, Endonezya’daki yağmur ormanlarını yok eden şirketlerden palmiye yağı tedarik etmekle suçlanıyordu. Özellikle orangutanların yaşam alanlarının bu endüstri tarafından yok edilmesi, kamuoyunun tepkisini büyüttü.
Nestlé, kamu baskısının artması üzerine Sinar Mas Group adlı Endonezya menşeli tedarikçiyle çalışmayı mart ayında bıraktığını duyurdu. Ancak şirket, bu kararı çevre sorumluluğundan çok itibarını kurtarma refleksiyle aldı. Greenpeace, Sinar Mas’ı yasa dışı orman kesimleri ve sulak alanların kurutulmasıyla itham ediyordu. Şirketse bu iddiaların bağımsız denetimlerle çürütüldüğünü savundu. Krizi hafifletmek isteyen Nestlé, Mayıs 2010’da The Forest Trust adlı kuruluşla bir iş birliğine giderek palm yağı alımlarında sosyal ve çevresel kriterlere uyma taahhüdünde bulundu. Ardından bu kriterleri kâğıt ve selüloz ürünleri için de genişleteceğini açıkladı. Greenpeace bu adımı olumlu karşıladı; çünkü bu kampanya, özellikle sosyal medyada o güne dek görülmüş en etkili çevre protestolarından biri hâline gelmişti.
Fakat mesele yalnızca palmiye yağıyla sınırlı kalmadı. 2017 yılında Mighty Earth adlı çevre örgütünün yayımladığı bir rapor, Nestlé’nin Fildişi Sahili ve Gana’dan temin ettiği kakaonun büyük bir bölümünün, koruma altındaki ormanlık alanlarda yapılan yasadışı kesimlerden elde edildiğini ortaya koydu. Bazı milli parklarda, toprakların %90’ından fazlası artık kakao plantasyonu hâline gelmişti. Fildişi Sahili’nde yoğun orman örtüsü sadece %4 oranında kalmıştı ve bu da şempanze ve fil gibi türlerin tükenişini hızlandırmıştı.
Bu veriler, Nestlé gibi dev şirketlerin tedarik zincirlerinin, yalnızca iş gücü sömürüsüyle değil, doğal yaşamın tahribatıyla da nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. KitKat gibi bir çikolatanın içindeki kakao çekirdeği ya da palm yağının arkasında, bir ormanın, bir türün, bir gezegenin silinmiş izleri olabilir.
Nestlé, yalnızca çevre ve halk sağlığı skandallarıyla değil, etik dışı medya yatırımlarıyla da sıklıkla gündeme geliyor. 2021 yılında Ryanair’e ait bir yolcu uçağının Belarus rejimi tarafından zorla indirilmesinin ardından, ülkedeki otoriter uygulamalar dünya çapında büyük tepki çekti. Aynı yıl, Nestlé’nin Belarus’un devlet televizyonlarında –örneğin Belarus 1, ONT ve STV gibi rejime yakın kanallarda– reklam vermeye devam ettiği ortaya çıktı. Bu kanallar, işkence izleri taşıyan tutuklu muhaliflerin sözde “itiraflarını” yayımlamakla biliniyordu. Devlet televizyonlarında yayınlanan bu görüntüler arasında, gözleri morarmış, bilekleri yara içindeki gazeteci Raman Prataseviç’in röportajı da vardı.
Nestlé, bu rejim yanlısı medya organlarının en büyük reklamverenlerinden biri olarak kayıtlara geçti. Belarus muhalefetinin önemli aktörlerinden “Ulusal Kriz Yönetimi” adlı grubun lideri, Nestlé’yi “terörist propagandayı finanse etmekle” suçladı. İsviçre merkezli Basel Institute on Governance direktörü Gretta Fenner ise şirketin, Belarus’taki insan hakları ihlallerini “bilmemesinin mümkün olmadığını” vurguladı. Fenner’e göre, Nestlé hâlâ bu medya kanallarına reklam vermeyi sürdürüyorsa, bunun sonuçlarına da ortak olmuş sayılmalıydı.
Bütün bu eleştirilere karşı Nestlé, 2021 sonunda kamuoyuna yaptığı açıklamada Belarus’taki “faaliyetlerini gözden geçirdiğini” ve reklam bütçesini ciddi ölçüde kıstığını duyurdu. Ancak eleştiriler, yalnızca kesintinin geç kalmışlığıyla değil, aynı zamanda reklam vermenin ötesine geçerek rejimin söylem araçlarına bilinçli bir katkı sağladığı yönündeki kaygılarla sürdü.
2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte, dünya genelinde pek çok uluslararası şirket Rusya pazarından çekilme kararı aldı. Ancak Nestlé, bu küresel boykot dalgasına tam anlamıyla katılmadı. Şirketin bu kararı, yalnızca kamuoyunun değil, bizzat Ukrayna hükümetinin de hedefi hâline geldi. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, Nestlé’yi “kâr hırsıyla hareket eden” Batılı şirketlere örnek gösterdi ve şirketin Rusya’dan çekilmesini açıkça talep etti.
Nestlé ise Mart 2022’de yaptığı açıklamada, Rusya’daki 6 fabrikasında yaklaşık 7000 çalışanı bulunduğunu, dolayısıyla tamamen çekilmenin söz konusu olmadığını belirtti. Şirket, bu süreçte “ticari kâr güdüsünün değil, insani sorumluluklarının öncelendiğini” savundu. Nestlé’nin beyanına göre, Rusya’ya yönelik ihracat ve ithalat faaliyetleri (temel gıda ürünleri dışında) durdurulmuş, reklam harcamaları askıya alınmış ve yeni yatırım yapılmamıştı. Ancak tüm bu açıklamalara rağmen Nestlé’nin Rusya pazarındaki varlığı devam etti; bu da etik tartışmaları daha da alevlendirdi.
Eleştirilerin yoğunlaştığı bu dönemde Nestlé, Ukrayna’da da dikkat çekici bir adım attı: Aralık 2022’de Batı Ukrayna’da 40 milyon İsviçre frangı yatırımla bir makarna fabrikası kuracağını duyurdu. Bu hamle, Nestlé tarafından “Ukrayna ekonomisine destek” olarak lanse edildi. Ancak bazı yorumculara göre bu yatırım, şirketin kamuoyundaki imajını dengelemek amacıyla yapılmış sembolik bir adım olabilirdi.
Kimi gözlemcilere göre Nestlé’nin bu süreçte izlediği politika, “tarafsızlık maskesiyle çıkarcılık arasında salınan bir pozisyon” olarak değerlendirildi. Zira savaşın doğrudan etkilediği coğrafyalarda faaliyet gösteren dev şirketlerin, yalnızca finansal değil, etik sorumluluklarının da bulunduğu hatırlatıldı.
Nestlé neden bu kadar eleştiriliyor?
Nestlé, düşük gelirli ülkelerde formül mama pazarlaması, su kaynaklarını ticarileştirmesi, çevreye zarar veren üretim süreçleri ve çocuk işçiliği iddiaları nedeniyle yıllardır eleştiriliyor. Şirketin büyüklüğü, etik sorumluluklarını da daha görünür kılıyor.
Anne sütü yerine mama kullanımı neden bu kadar tartışmalı?
Anne sütü, bağışıklık sistemini güçlendirir ve bebek sağlığı için temel kabul edilir. Nestlé gibi firmalar, mamayı anne sütünden üstün gibi göstererek sağlık sistemlerinin yetersiz olduğu bölgelerde büyük sağlık krizlerine neden olmuştur.
Nestlé su kaynaklarını nasıl özelleştiriyor?
Nestlé, birçok ülkede doğal su kaynaklarını satın alarak şişe su üretimi yapıyor. Bu, yerel halkın suya erişimini zorlaştırabiliyor. “Su bir insan hakkı değil, bir ihtiyaçtır” yaklaşımı büyük tepki toplamıştır.
Nestlé ürünleri sağlıklı mı?
Birçok Nestlé ürünü yüksek şeker ve işlenmiş içerik içerir. Özellikle çocuklara yönelik ürünler, sağlık uzmanları tarafından eleştirilmektedir. Şirket bazı reformlar yapmış olsa da “besleyici” söylemi hâlâ tartışmalıdır.
Nestlé gibi büyük firmalara karşı tüketici ne yapabilir?
Bilinçli tüketim, etiket okuma, yerel üreticileri destekleme ve kampanyalara katılma gibi yollarla bireysel farkındalık yaratılabilir. Şirketler ancak toplumsal baskı ve regülasyonlarla etik uygulamalara yönelir.
Naomi Klein’ın “No Logo” kitabı: Nestlé, çok uluslu sömürü sisteminin örneklerinden biri olarak incelenir.
The Corporation belgeseli (2003): Nestlé, etik dışı kurumsal davranışların sembolü olarak gösterilir.
KitKat ve Nesquik gibi markalar, Batı pop kültüründe nostaljiyle örtüşürken, eleştirilerle duygusal bir çatışma yaratır.
TikTok ve YouTube gibi mecralarda hâlâ aktif olan boykot kampanyaları (“Nestlé kills babies”) dikkat çeker.
Nestlé, bir asrı aşkın süredir dünyanın dört bir yanına gıda ulaştıran dev bir şirket. Ancak bu küresel başarı, eşitlik, adalet ve sürdürülebilirlik ilkeleriyle sınandığında pek çok çelişki barındırıyor. Nestlé meselesi, tüketimin sadece damakta değil, vicdanda da karşılığı olduğunu hatırlatıyor: Bir lokmanın arkasında hangi tarih, hangi gözyaşı, hangi su hakkı saklı?