Çatlağın hafızası – Bir evin anlattıkları

Bir ev, yalnızca barınak mıdır? Yoksa bir belleğin suskun, ama dirençli anlatıcısı mı? Çatlamış bir duvar neyi fısıldar? Sessizlik ne zaman bir tanıklığa dönüşür? Bachelard’ın izinden giderek evleri, zamanın ve hatıranın dilinden okumaya ne dersiniz?

Gaston Bachelard, “Bir evin gerçek hikâyesi, çatlamış duvarlarında saklıdır,” derken, belki de en çok, mekânın da bir anlatıcı olabileceğini ima ediyordu. Bu söz üzerine düşündüğümde, yalnızca evleri değil, belleği de, eşyayı da, yaşantıyı da başka türlü kavramaya başladım. Zira bu cümle, ilk bakışta bir metafor gibi dursa da, özünde gayet maddî bir gözlemi barındırıyor: Duvar çatlar, çünkü yük taşır. Taşıyamadığı zaman çatlar. O yük, kimi zaman ağırlıktan ibarettir. Kimi zaman rutubettendir. Ama kimi zaman da görünmeyen bir şeyin — mesela bir vedanın, bir sessizliğin, bir içlenişin — binanın yüzeyine bıraktığı izdir. Evin yüzeyi yalnızca sıva değildir; insanın, zamanın, kırılmanın, geç kalmanın ve unutuşun üstünü örten zarif bir kabuktur. O kabuk çatladığında, alttan neyin sızacağını kimse bilemez. İşte o belirsizliktir ki bir evi, bir tanıklığa dönüştürür. Bachelard’ın düşüncesi tam da buraya yerleşir.

İnsan, yaşadığı mekânla birlikte yaşlanır. Ne kadar taşınsa, ne kadar değiştirse de, bir evin içinde geçen zamanlar bedenine siner. Bir kapının gıcırdaması, bir çekmecenin tam kapanmaması, bir lambanın titrek yanması… Bunlar, teknik birer arıza değildir yalnızca. Bunlar, mekânın kendine ait bir zaman dili olduğunu gösterir. Hepimizin hayatında böyle anılar vardır: çocukluğunda duvarda gördüğü bir leke, gece yarısı tıkırtı yapan bir pencere, köşesi çatlak o eski çerçeve… Zamanla bunlar evin kusurları değil, karakteri olur. Bir ev ne kadar “yeni” olursa olsun, eğer içinde zamanın bıraktığı bir çatlak yoksa, o eve yerleşmek değil, o eve maruz kalmak mümkündür ancak. Çünkü çatlak, bir davettir aynı zamanda. Mekânın size açtığı bir boşluk. O boşluktan giren bir anı, bir hayal, belki de bir geçmiş…

Ev deyince hepimiz önce dört duvarı düşünürüz. Oysa duvarların ardındaki hikâyeler, kimi zaman içindekilerden daha kalıcıdır. Bu yüzden bir eve taşınmadan önce duvarlarına bakarım. Duvarda çatlak var mı? Eskiden tablo asılmış yerler görünür mü? Bir çivi deliği hâlâ yerinde midir? İşte o izler, evin tarihidir. Sıfır kilometre evler bu yüzden bana hep biraz şahitsiz gelir. Yani, yalnız. Oysa çatlamış bir duvar, kim bilir hangi tartışmaya tanık olmuştur. Belki çocuk sesine, belki bir suskunluğa. Belki de duvara yaslanıp sigara içen biri, orada tam da o çatlağın başladığı yerde durmuş, bir karar vermiştir. O karar, hiçbir zaman yazıya dökülmemiş, ama duvara iz bırakmıştır. İşte tam da o nedenle, çatlak bir eksiklik değil, hafızadır. Hafızanın mimarîsidir.

Bazı insanlar evlerini durmaksızın yeniler. Badana, sıva, boya… Her yıl bir kat daha sürülür duvarlara. Belki bu bir temizlik alışkanlığıdır. Ama belki de daha derin bir şeyin ifadesidir: unutmak arzusu. Oysa ben evimdeki çatlakları çok seviyorum. Çünkü orada hem benim zamanım var, hem benden öncekilerin. Aynı duvarda iki kişinin yaslandığı yerler birbirine değebilir mi? Belki de tam değmez. Ama duvar bilir onu. Ve her duvar, bilmekle kalmaz, saklar da.

İnsanlar konuşur, evler hatırlar. Biri sesi taşır, diğeri sessizliği. Bachelard’ın bu sözünü ilk duyduğumda, yalnızca edebî bir çağrışım aramıştım. Şimdi, bunun maddî bir gerçekliğe, hatta varoluşsal bir sezgiye dönüştüğünü görüyorum. Bir evin çatlayan duvarı, sadece yapı malzemesinin yetersizliğiyle açıklanamaz. Orada bir duygu da taşmıştır. Sözle ifade edilmeyen, ama mekânın taşıdığı bir ağırlık… Belki bir hastalık dönemi, belki bir ayrılık, belki de uzun süren bir sessizlik.

İşte bu yüzden, duvarlardaki çatlaklara bakarken yalnızca geçmişi değil, insanın içindeki süreksizliği, kırılganlığı, hatırlama biçimini de düşünmek gerekir. Çünkü çatlamış duvar yalnızca o evi değil, o evde yaşayanı da anlatır. Ve o anlatı, belki sözcüklerle kurulmaz. Ama bir sabah, sırtınızı yasladığınız duvarın sertliğinde, o kırığın hafifçe sizi dürttüğünde… anlarsınız ki, bir evin gerçek hikâyesi yalnızca neyle döşendiğinde değil, nereye dayandığınızda açığa çıkar.

Duvarlar Anlatırken Biz Neyi Sustururuz?

Bazı evler size bir şey anlatmaz. Sessizdirler. Her şey yerli yerindedir, duvarlar pürüzsüz, dolaplar muntazam, ışık kararında… Ama bilirsiniz ki bu suskunluk, anlatacak bir şeyin yokluğundan değil, bastırılmışlığındandır. Çünkü her ev konuşmak ister aslında. Her kapı, bir eşikten fazlasıdır; her pencere, dışarıyı gösterdiği kadar içeriyi de yansıtır. Ama en çok da duvarlar… Onlar konuşmaya meyillidir. Özellikle çatlamışsa.

Yine de, bir duvarın anlattığını her zaman duymak istemeyebiliriz. Çünkü evin anlattıkları, çoğu zaman bizim susturduklarımızdır. Dışarıya başka bir hayat sunarız; düzenli, konforlu, uyumlu… Ama içeride, duvarla koltuk arasına sıkışan boşlukta, söylenmemiş bir şey kalır. O boşluk, bir çatlağın içinden sızar bazen. Çatlak derinleştikçe, bastırdığımız ne varsa görünür olur: bir hayal kırıklığı, bir kırgınlık, bir kabulleniliş. Bu yüzden çatlak, sadece zamanın değil, bastırılmış seslerin de haritasıdır.

Bachelard, Mekânın Poetikası’nda “ev”i yalnızca bir barınma alanı değil, düşsel bir varoluş mekânı olarak tanımlar. Ona göre, evin en derin anlamı, “iç” duygusudur. Bu iç, yalnızca fizikî değil, varoluşsal bir içtir. Dolayısıyla evin her köşesi, bizim iç dünyamızın izdüşümüdür. Çatlak bir duvar, bu izdüşümde bir sapmadır belki de. Kendi içimizde bastırdığımız, geçiştirdiğimiz, halının altına süpürdüğümüz şeyin, evin bir parçasından dışa vurmasıdır. Freud’un “lapsus” dediği şeyin mimarî karşılığıdır belki bu: Bir iç mimari sürçmesi. Dilimiz değil, duvarımız sürçer. Ve biz, o sürçmenin üzerini örteriz. Belki bir kitaplıkla, belki bir tabloyla, belki bir sessizlikle…

Ama bazı evler bunu yapmaz. Bazı evler anlatır. Hele ki eski evler. Menteşesi gevşemiş bir kapı, kapanmayan bir pencere, dipte çatlamış bir duvar… Bunlar yalnızca teknik problemler değil, anlatı davetleridir. Yeter ki duyacak kulağınız, anlayacak birikiminiz, o evde kalmaya yetecek cesaretiniz olsun. Çünkü çatlak bir duvar, sizi korumaz. Sizden bir şey ister. Bir tanıklık, bir farkındalık. Hatta bazen bir itiraf…

Zira ev, sadece bir barınak değil, aynı zamanda bir aynadır. O aynaya bakmak, çoğu zaman kolay değildir. Duvarın rengini değiştirmek kolaydır; ama o duvarın neyi taşıdığını, neye tanık olduğunu anlamak zordur. Hele ki o tanıklık size aittirse… Bir tartışmanın yankısı, bir suskunluk gecesi, bir karar anı… Bunların hepsi, evin çatısında, döşemesinde, duvarında yankı bulur. Ve gün gelir, bir çatlakla ortaya çıkar. Biz sustukça, ev konuşur. Çünkü her ev, sahibinin bir tür otobiyografisidir.

Belki de bu yüzden, duvarları sıvamak bazen hafızayı sıvamak gibidir. Bazıları evi yenileyerek geçmişi silmek ister. Ama ev kolay kolay unutan bir şey değildir. Sizin unuttuklarınızı da saklar. Hatta siz unuttuğunuzda, çatlağını daha çok derinleştirir. Çünkü bazı izler, unutulmakla değil, hatırlanmakla silinir. Ev, hatırlamanın mekânıdır. Ve duvar çatladığında, sanki size şöyle fısıldar: “Burada bir şey olmuştu. Sen sustun ama ben duydum.”

Bu nedenle, bazı evlerde durmak bile ağır gelir insana. Evin sessizliği, insanın içindeki uğultuyu artırır. Sessiz bir evde, çatlamış bir duvara bakmak, kendi içimize doğru eğilmektir. Orada yalnızca sıvanmamış bir yüzey değil, kelimelere dökülmemiş bir hikâye buluruz. Ve o hikâye, evin değil, bizim hikâyemizdir.

Evin Zamana Direnen Hafızası

Zaman, evi iki farklı biçimde aşındırır. Biri fizikîdir: sıva dökülür, tahta çalışır, rutubet iz bırakır. Diğeri ise sessiz bir iç aşınmadır. Evin belleğinde oluşan bu çatlak, yalnızca taşla toprakla değil, yaşanmışlıkla ilgilidir. Ne kadar silmek istesek de, zamanın evde bıraktığı iz, bir şekilde geri döner. Tıpkı rüyada unutulmuş bir sesin yankılanması gibi… Ve her ev, kendi zamanına mahsus bir yankı kutusu gibidir aslında.

Eski bir evin içinden geçerken, kimi zaman hiç yaşamamış olduğunuz hatıraların size aitmiş gibi üzerinize çöktüğünü hissedersiniz. O evde doğmamışsınızdır belki. Hatta hiç oturmamışsınızdır da. Ama orada bir yaşanmışlığın izi vardır ve siz, kendinizi onun tanığı gibi hissedersiniz. Roland Barthes’ın Camera Lucida’da fotoğrafa yüklediği o “punctum” gibi… Sizi dürten, sizi yakalayan, sizi rahatsız eden bir ayrıntı vardır o evde. Belki bir oyuk, belki yarısı düşmüş bir perde kancası, belki de sökülmüş bir parke tahtası. Hiçbiri büyük meseleler değildir. Ama sizde büyük duygular uyandırır.

Evin kendi tarihini sessizce taşıması bundandır. Çünkü ev, zamana tanıklık eden, ama zamanı bir takvim gibi ölçmeyen yegâne şeylerden biridir. O, yılları duvarların tereddüdünde, günleri mutfağın bir köşesindeki gölgede biriktirir. Ve nihayetinde, bütün bu zaman tortusu, bir çatlakla ortaya çıkar. Tıpkı insanın yüzünde bir çizginin, yıllar süren bir tebessümün yahut bastırılmış bir hüznün izini taşıması gibi.

İşte tam da bu yüzden, evleri yalnızca mimari yapılar olarak okumak yanıltıcıdır. Bir evi anlamak, bir hayatı anlamaktır. Mekânın içine sinmiş zamanı, duyguyu, belleği çözmek gerekir. Bachelard’ın “ev, insan ruhunun bir uzantısıdır” derken kastettiği budur. Çünkü ev, bizi sadece barındırmaz; bizi saklar. Sakladığımız her şeyi, bir gün kendi diliyle bize anlatmak üzere belleğine yazar. Duvarlarına. Merdivenlerine. Tavan aralarına.

Ve bazen, bu saklama işi ağır gelir eve. Dayanamaz. Susamaz. Bir yerden sızar. Çatlak işte oradadır.

Bazı insanlar bu çatlağı görmezden gelir. Alçıyla kapatır, boya sürer, üstünü örter. Hatta çoğu zaman, eski evi terk edip yeni bir eve geçmeyi tercih eder. Temiz bir başlangıç gibi görünür bu. Ama unuttuklarımız bizimle birlikte taşınır. Çünkü çatlak sadece duvarda değil, bizdedir. Ev bizim aynadaki yansımamızdır. Yüzümüzü döndürmek çözüm değildir.

Ama bazı insanlar, çatlağa dikkat kesilir. Orada bir iz bulur. Kendi geçmişine dair bir kıymık. Hatırlamak ister. Belki ilk kez… O zaman ev, bir barınaktan öteye geçer. Bir öğretmene, bir anlatıcıya dönüşür. Kafka’nın dediği gibi, “gerçek kitap, içimizdeki donmuş denize inen baltadır.” Belki gerçek ev de öyledir: İçimizdeki donmuş hikâyeye vurulan bir çekiç…

Her evin içinde yankılanan bir hikâye vardır. Kimi zaman bir annenin sessiz ağıtı, kimi zaman çocukların zıplayarak geçtiği bir koridor, kimi zaman da sabaha karşı mutfakta söylenen tek bir cümle… Bunların hepsi, çatlamış bir duvarda kendine yer arar.

Ve biz, o çatlağa ne kadar dikkatle bakarsak, kendi hikâyemize de o kadar yaklaşırız.

 

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com