Zihnimiz bazen göremediğimizi görür, bilmediğimizi bilir. Peki bu nasıl mümkün olur? Altıncı his, bilimsel açıklamanın kıyısında duran kadim bir sezgi mi, yoksa yalnızca bilinçdışı çıkarımlarımızın etkileyici bir yanılsaması mı?
Altıncı His Nedir?
Altıncı his, klasik beş duyunun ötesinde olduğu varsayılan ve sezgisel bilgiye dayalı algılama biçimidir. Bilimsel adıyla extrasensory perception (ESP) ya da altıncı algı olarak bilinen bu kavram, insanların görme, duyma, tatma, koklama ve dokunma dışında başka bir bilgi edinme yetisine sahip olabileceğini öne sürer. Sıklıkla önsezi, telepati, prekognisyon (geleceği hissetme) ve empatik sezgilerle ilişkilendirilir.
Geçmişten Günümüze Altıncı His
Tarih boyunca pek çok kültür, altıncı his benzeri deneyimlere kutsal ya da mistik anlamlar yüklemiştir. Antik Yunan’daki kahinlik, Hint mistisizmindeki üçüncü göz kavramı ya da Şamanik geleneklerdeki sezgisel bilgi, bu duyunun tarihsel karşılıklarıdır. Modern çağda ise 19. ve 20. yüzyıldaki spiritüalist akımlar, parapsikoloji araştırmaları ve Freud sonrası bilinçaltı çalışmaları bu sezgisel algıların daha sistematik bir şekilde incelenmesine yol açtı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası, CIA ve Sovyetler gibi devletler “uzaktan görme” gibi konularda ciddi deneylere girişti.
1930’lu yıllarda, Kuzey Carolina’daki Duke Üniversitesi’nde J. B. Rhine ve eşi Louisa E. Rhine, duyular dışı algı (ESP – extrasensory perception) üzerine kapsamlı bir araştırma başlattılar. Louisa Rhine, kendiliğinden gelişen vakaların anlatımlarını toplarken, J. B. Rhine laboratuvar ortamında çalışmayı tercih etti. ESP ve psi gibi kavramları dikkatle tanımlayan Rhine, bu kavramları sınamak için deneysel düzenekler geliştirdi. Bu süreçte, siyah-beyaz basit kartlardan oluşan ve ilk olarak Zener kartları olarak adlandırılan, günümüzde ise ESP kartları ismiyle bilinen bir test aracı tasarlandı. Her bir destede beş farklı sembolden (daire, kare, dalgalı çizgi, artı ve yıldız) beşer adet olmak üzere toplam 25 kart yer alıyordu.
Telepati deneylerinde, bir “gönderici” kartlara bakarken “alıcı” kişi sembolleri tahmin etmeye çalışıyordu. Durugörü (clairvoyance) gözlemlenmek istendiğinde ise kart destesinin herkes için gizli tutulduğu bir düzende, alıcı sembolleri kestirmeye çalışıyordu. Önsezi (precognition) gözlemlerinde ise kartların sıralaması, tahminler yapıldıktan sonra belirleniyordu. Rhine, daha sonra psikokinezi (zihinsel güçle nesneye etki) yetilerini sınamak için zarlarla da deneyler gerçekleştirdi.
Duke Üniversitesi’nde yapılan bu parapsikoloji deneyleri, akademik çevreler ve bilim insanları arasında tartışmalara neden oldu. Pek çok psikoloji bölümü, Rhine’ın deneylerini tekrar etmeye çalıştıysa da başarısız oldu. Princeton Üniversitesi’nden W. S. Cox, 1936’da 132 denekle toplamda 25.064 kart tahmini içeren bir deney gerçekleştirdi ve şu sonuca ulaştı: “İncelenen grup içinde ya da tekil bireylerde duyular dışı algının varlığına dair hiçbir kanıt yoktur. Rhine’ın sonuçlarıyla bizim sonuçlarımız arasındaki fark ya deneysel prosedürdeki kontrol edilemeyen faktörlerden ya da deneklerin farklılığından kaynaklanmaktadır.” Bu deneyin ardından dört ayrı üniversitenin psikoloji bölümü de Rhine’ın sonuçlarını tekrarlamakta başarısız oldu.
1938 yılında psikolog Joseph Jastrow, Rhine ve diğer parapsikologlar tarafından toplanan duyular dışı algı verilerinin büyük kısmının öznel, yanlı, güvenilmez ve “hatalı gözlemler ile insan doğasındaki tanıdık zaafların” sonucu olduğunu ifade etti. Rhine’ın deneyleri zamanla itibar kaybetti; çünkü deneylerde sembollerin kartların arkasından görülebilmesi veya deneğin deney yöneticisinin jest ve mimiklerinden ipuçları alabilmesi gibi yöntemlerle, duyu dışı değil duyusal yollarla bilgi edinildiği ortaya çıktı.
1960’lara gelindiğinde, parapsikologlar ESP’nin bilişsel yönleriyle daha fazla ilgilenmeye başladılar. Bu yaklaşım, Rhine’ın tercih ettiği çoktan seçmeli yöntemlerin ötesine geçilmesini gerektirdi. Yeni deneysel yöntemler arasında rüya telepatisi ve ganzfeld deneyleri (hafif duyusal yoksunluk düzenekleri) yer aldı.
“Altıncı his” ya da İngilizce’de kullanılan adıyla second sight, başlangıçta “birinci görme”nin yani normal görmenin ardından gelen ikinci bir görme biçimi olarak adlandırılmış olabilir. Galler ve İskoçya gibi Kelt kültürlerinde an dà shealladh (iki görme) terimiyle anılan bu yeti, gelecekteki ya da uzaktaki olayları istemsizce görebilme kapasitesini ifade eder. Bu kültürde altıncı hissi tanımlayan birçok farklı sözcük bulunsa da, an dà shealladh, Kelt dili konuşmayanlar arasında en yaygın bilinen terimdir. Ancak teknik olarak bu ifade doğrudan “ikinci görüş” değil, “iki tür görme” anlamına gelir ve bu yetiyi doğaüstü değil, iç içe geçmiş iki ayrı algı düzeyinin varlığıyla açıklar.
Altıncı his, halk arasında sezgi, önsezi ya da doğrudan doğruya “bilinmeyeni bilme” olarak tanımlansa da, bilimsel literatürde bu yetinin karşılığı genellikle duyular dışı algı (ESP – Extrasensory Perception) terimiyle ifade edilir. Ancak bu alan, modern bilimsel toplulukta en çok tartışılan ve en az kabul gören konulardan biridir. Altıncı hissin bilimsel olarak var olup olmadığını saptamak için yapılan deneyler, hem yöntemsel açıdan hem de sonuçların güvenilirliği bakımından büyük eleştirilere uğramıştır.
J. B. Rhine ve ekibinin 1930’lardan itibaren yürüttüğü çalışmalar, altıncı his üzerine yapılan ilk sistemli deneysel araştırmalar arasında sayılır. Ancak bu deneylerin sonuçları, bağımsız araştırmalarla tekrarlanamamış, deneysel kontrol zayıflığı, bilgi sızması (sensory leakage) ve deneycinin beklentisinin denek davranışlarını yönlendirmesi gibi nedenlerle geçersiz sayılmıştır. Örneğin, ESP kartlarının arkasından sembollerin görülebilmesi ya da kartları dağıtan araştırmacının farkında olmadan ipucu verebilmesi gibi basit detaylar, tüm verilerin güvenilirliğini sorgulatmıştır. 1936 yılında Princeton Üniversitesi’nden W. S. Cox’un gerçekleştirdiği büyük ölçekli bir çalışmada 25.000’in üzerinde deneme yapılmış, ancak istatistiksel olarak anlamlı hiçbir ESP belirtisine rastlanmamıştır. Bu da Rhine’ın sonuçlarının tekrar edilemez oluşunu bilimsel geçerliliği açısından büyük bir darbe olarak ortaya koymuştur.
Bilim camiasında altıncı his kavramına karşı gösterilen eleştirilerin önemli bir kısmı, bu yetinin doğrudan gözlenemeyen ve tekrar edilemeyen bir olguya dayanmasından kaynaklanır. Bilimde bir iddianın kabul görmesi için ölçülebilir, test edilebilir ve tekrar edilebilir olması gerekir. Oysa altıncı his deneyleri, sıklıkla öznel gözlemlere, sezgilere ve bireysel deneyimlere dayanır. Bu durum, altıncı hissin kişisel olarak deneyimlenebilmesine rağmen bilimsel topluluk tarafından nesnel olarak doğrulanamaması sonucunu doğurur. Deneysel tasarımın her türlü yanıltıcı etkenden (placebo, ön bilgi, beklenti etkisi vb.) arındırılması gerektiği halde, ESP deneylerinde bu tür etkilere sıkça rastlanmıştır.
1960’lı yıllarda parapsikologlar, altıncı his ile ilgili deneylerde yeni yöntemlere yönelmiş, geleneksel çoktan seçmeli (forced choice) sistemler yerine daha serbest ve deneyime dayalı yöntemler geliştirilmiştir. Bunlar arasında ganzfeld deneyleri (duyusal uyarıların minimuma indirildiği ortamlar), rüya telepatisi çalışmaları ve serbest çağrışım testleri öne çıkar. Ancak bu deneyler de bilimsel metodoloji açısından genellikle yeterince sıkı protokollerle yürütülmemiş, sonuçları bağımsız laboratuvarlarca yeniden üretilememiştir. Meta-analiz çalışmaları, bazı deneylerde istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar elde edilmiş olsa da, bu sonuçlar genellikle çok düşük etki büyüklükleriyle sınırlı kalmış ve uygulama düzeyine geçememiştir.
Bununla birlikte, altıncı his kavramı psikoloji, sinirbilim ve bilinç çalışmaları gibi alanlarda farklı şekillerde ele alınmaya başlanmıştır. Örneğin bazı araştırmacılar, sezgisel bilgilenmeyi açıklamak için bilinçdışı bilgi işleme süreçlerini (örneğin sezgisel çıkarım, duygusal öğrenme veya mikromimik analizleri) gündeme getirir. Bu bağlamda “altıncı his”, aslında kişinin farkında olmadan topladığı ipuçlarından çıkardığı yüksek sezgi düzeyi olarak yeniden yorumlanabilir. Yani kişi, bilinçli olarak açıklayamadığı bir sonuca ulaştığında, bunu doğaüstü bir güçten değil, farkında olmadan işlediği çok sayıda veriden elde ediyor olabilir. Bu yaklaşımda altıncı his, doğaüstü değil, doğanın karmaşık işleyişine dair bilinç dışı bir farkındalık olarak tanımlanır.
Sonuç olarak altıncı his, bilimsel açıdan henüz kesin olarak kanıtlanmamış, ancak bireylerin deneyimlerinde sıkça yer bulan bir olgu olarak hem ilgiyi hem de eleştiriyi üzerinde toplamaya devam etmektedir. Bilimsel yöntem açısından bakıldığında duyular dışı algı iddialarını destekleyen sağlam, tekrarlanabilir ve güvenilir deneysel veriler yoktur. Ancak insan zihninin bilinmeyen yönlerini keşfetme çabası, altıncı his gibi kavramların gerek deneysel gerekse felsefi düzlemde hâlâ tartışılmasına yol açmaktadır. Yani konu, bilimle doğaüstünün kesiştiği o belirsiz bölgede yaşamaya devam etmektedir.
Parapsikoloji, duyular dışı algı (ESP) ve diğer psişik fenomenleri araştıran bir çalışma alanıdır. Ancak bu alan, yaklaşık yüz yılı aşkın süredir sürdürülen araştırmalara rağmen, bu tür yetilerin varlığına dair ikna edici bir kanıt sunamadığı için bilim dünyasından ciddi eleştiriler almaktadır. Bilimsel camia, deneysel olarak desteklenemeyen, kuramsal bir çerçevesi bulunmayan ve olumlu sonuçları çoğunlukla bağımsız tekrarlarla doğrulanamayan ESP’yi “sahtebilim” olarak sınıflandırmaktadır. Bu konsensüs yalnızca kanıt eksikliğine değil, aynı zamanda ESP’nin nasıl çalıştığına dair kabul edilebilir bir fiziksel veya psikolojik mekanizmanın olmamasına da dayanmaktadır.
ESP üzerine yapılan deneylerin pek çoğu, metodolojik hatalar nedeniyle güvenilir bulunmamaktadır. Özellikle Zener kartları ve ganzfeld deneyleri gibi sık kullanılan yöntemler, istatistiksel hatalara, bağımsızlık varsayımının ihlaline ve duyusal ipuçlarının göz ardı edilmesine sıklıkla neden olmuştur. Örneğin, kapalı bir deste kullanıldığında deneklere her tahminin ardından doğru ya da yanlış bilgisi verilmesi, “stacking effect” adı verilen ve istatistiksel bağımsızlığı bozan bir duruma yol açar. Bu, kart sayma gibi basit stratejilerin devreye girmesine ve deneğin şansa değil, akıl yürütmeye dayalı olarak doğru tahminlerde bulunmasına neden olur.
Bir diğer yaygın hata, “duyusal sızıntı” (sensory leakage) denilen olgudur. Zener kartlarının yansımalarının gözlüklerde görünmesi ya da deneycinin jest ve mimikleriyle istemeden ipucu vermesi gibi durumlar, deneğin aslında kartı gördüğü ya da sezdiği değil, bildiği anlamına gelir. Ayrıca kartların yeterince iyi karıştırılmaması, belirli desenlerin oluşmasına ve bu desenlerin tahmin edilmesine imkân tanır. Birçok çalışmanın meta-analizi, bu tür hatalar giderildiğinde ESP’nin istatistiksel olarak anlamlı bir etki yaratmadığını ortaya koymuştur. Görünürde anlamlı görünen sonuçların çoğu, araştırmalarda yapılan metodolojik yanlışlardan kaynaklanmıştır.
ESP iddialarının yalnızca deneysel düzeyde değil, bireysel vakalarla da desteklenmeye çalışıldığı bilinmektedir. Örneğin, 20. yüzyılın başlarında “X-ışını gözlü İspanyol” lakaplı Joaquín María Argamasilla, metal kutular içindeki yazıları ya da zarları okuyabildiğini iddia etmişti. Spiritüalist bilim insanları Gustav Geley ve Charles Richet, bu yeteneği gerçek sanmış ve onu desteklemişti. Ancak 1924’te ünlü illüzyonist Harry Houdini tarafından sahtekârlığı açığa çıkarıldı. Argamasilla, göz bandının altından bakarak ve kutunun kapağını hafifçe kaldırarak içeriyi gizlice görüyordu.
Bilim yazarı Martin Gardner, bu tür aldatmacaların ESP araştırmalarında sık rastlanan bir sorun olduğunu belirtmiştir. Özellikle körlenmiş (blindfolded) deneylerde, “görme dışı algı” kullandığını iddia eden kişilerin çoğu, bandajın altından bakarak ya da yansımaları kullanarak gözlem yapmış ve bu sıradan numaraları doğaüstü güçler olarak pazarlamıştır. Rosa Kuleshova, Lina Anderson ve Nina Kulagina gibi bazı ünlü psişikler, bu tür yöntemleri kullanarak araştırmacıları yıllarca yanıltmışlardır.
Sonuç olarak, altıncı his kavramı, hem deneysel araştırmalarda hem de bireysel vakalarda ciddi metodolojik zaaflar ve sahtecilik örnekleri nedeniyle bilimsel geçerliliğini yitirmiştir. İlgili çalışmaların sonuçları sıklıkla yanıltıcı olmuş, duyular dışı algı iddialarının çoğu doğaüstü değil, doğrudan gözlemlenebilir numaralarla açıklanabilir bulunmuştur. Bu nedenle, bilimsel konsensüs günümüzde altıncı his iddialarına büyük ölçüde şüpheyle yaklaşmakta ve bunları bilimsel olmayan alanlara ait görmektedir.
Altıncı his ya da duyular dışı algı, sadece bilimsel araştırmalarda değil, popüler kültürde ve gündelik yaşamda da büyük ilgi gören bir fenomendir. Bu ilginin temelinde, insan zihninin açıklayamadığı birtakım deneyimlere karşı duyduğu hem merak hem de hayranlık yer alır. Bazı vakalar, bu fenomeni gerçek gibi gösteren güçlü anlatılar içerdiği için daha çok dikkat çeker; fakat dikkatli analizler, çoğu zaman bu olayların psikolojik ya da bilişsel açıklamalara dayandığını ortaya koyar.
En çok tartışılan vakalardan biri, **Titanik felaketi öncesi yaşanan “önsezili rüyalar”**dır. 1912’de gerçekleşen bu trajediden önce bazı kişilerin, deniz kazasıyla ilgili rüyalar gördüğünü ve yolculuktan vazgeçtiğini bildirmeleri, altıncı his iddialarını beslemiştir. Ancak retrospektif açıklamalar (olaydan sonra hatırlananlar), hafıza yanlılıkları ve seçici aktarım, bu tür vakaların bilimsel olarak geçerli sayılmamasını beraberinde getirmiştir. Bir felaketin büyüklüğü arttıkça, ona dair “önceden hissedildi” türünde anlatılar da artma eğilimindedir — bu, kolektif belleğin bir işleyiş biçimidir.
Başka bir örnek, ABD’de 11 Eylül saldırılarından önce bazı insanların “içine doğma” hisleriyle uçağa binmekten vazgeçmesidir. Bu kişiler sonrasında medyada yer almış, hikâyeleri “önsezi” anlatıları arasında sembolikleşmiştir. Ancak aynı gün milyonlarca insan uçağa binmiş ve bu türden hiçbir şey hissetmemiştir. Yani yüz binlerce örnek arasında yalnızca birkaç “tesadüfi kaçınma” olayı, olasılık teorisiyle rahatlıkla açıklanabilir. Bu tür anlatılar, doğrulama yanlılığı (confirmation bias) dediğimiz bilişsel çarpıklıkla beslenir: insanlar sadece tahminleri tutan örneklere odaklanır, tutmayanları ise göz ardı eder.
Anne-bebek bağı üzerinden açıklanan sezgisel bağlar da yaygın “altıncı his” anlatıları arasında yer alır. Bir annenin, uzakta olan çocuğunun kötü durumda olduğunu “hissetmesi” gibi olaylar oldukça sık aktarılır. Bu tür anlatılar kimi zaman telepatiyle ilişkilendirilse de, psikoloji alanı bu tür hislerin ebeveynlik içgüdüleri, yoğun duygusal bağ ve öğrenilmiş tepkilerle açıklanabileceğini gösterir. Ayrıca, binlerce annenin her gün çocuklarını düşündüğü ve sadece olumsuz olaylarla eşleşen düşüncelerin kayda değer hale geldiği unutulmamalıdır.
Rüya yoluyla haber verme ya da ölüm anında bir sevdiğinizi görme gibi fenomenler de halk arasında sıkça aktarılır. Bu tür vakaların birçok açıklaması olabilir: uyku paralizisi, hipnogojik halüsinasyonlar, ya da yas sürecinde zihinsel telafi mekanizmaları. Ölümün ruhsal etkisiyle, beynin gerçeklikle düşü iç içe geçirmesi olağandır; bu durumlar “paranormal” gibi görünse de, aslında zihnin koruyucu bir işlevi olabilir.
Sonuç olarak, altıncı his olarak adlandırılan birçok vaka, psikoloji, nörobilim ve bilişsel bilimlerin sunduğu açıklamalarla anlamlandırılabilir. Elbette bu, tüm vakaların açıklanabildiği anlamına gelmez; bazı örneklerde belirsizlikler hâlâ mevcuttur. Ancak bu belirsizlik, o olayların doğaüstü olduğunu ispatlamaz; sadece daha çok araştırma gerektiğini gösterir. İnsan zihni, anomaliye karşı özel bir ilgi duyar — özellikle de tehdit, ölüm ya da kayıp gibi yoğun duygusal durumlarla karşılaştığında. Altıncı his anlatıları da, bu yoğunluk içinde şekillenen ve sıklıkla kültürel olarak aktarılan kolektif deneyimlerdir.
Altıncı his gerçekten var mı?
Bunun kesin bir bilimsel kanıtı yok. Ancak bilişsel psikoloji, beynin bilinçli düşünceyi beklemeden kararlar alabildiğini ve bu “kararların” bazen sezgi olarak ortaya çıktığını kabul eder. Yani bazı durumlarda “altıncı his”, bilinçdışının hızlı işlem gücünden ibarettir.
Kadınlarda daha mı güçlü?
Kadınların empatik sezgilerde daha yüksek puan aldığı birçok araştırmayla gösterilmiştir. Bu durum, hem biyolojik faktörlere hem de toplumsal olarak duygulara daha yakın olmaya teşvik edilmelerine bağlanır. Ancak bu, altıncı his gibi doğaüstü algıların yalnızca kadınlara özgü olduğunu kanıtlamaz.
Hayvanlarda da altıncı his olabilir mi?
Hayvanlar, özellikle deprem ya da fırtına öncesinde olağandışı davranışlar gösterebilir. Bu, bazı bilim insanlarına göre, bizim algılayamadığımız elektromanyetik sinyallere karşı duyarlılık olabilir. Bu tür tepkiler, “altıncı his” gibi görünse de genellikle biyolojik açıklamalara dayandırılır.
Bu his geliştirilebilir mi?
Sezgisel karar alma, meditasyon, dikkat çalışmaları ve beden-zihin farkındalığını artıran pratiklerle güçlendirilebilir. Psikoloji alanında “önbilinçli sezgi” olarak adlandırılan bu durum, deneyimle, dikkatle ve güvenle keskinleşebilir.
Altıncı his geleceği görebilir mi?
Bu soruya bilim “hayır” der. Ancak insan zihni, örüntüleri sezme ve olası sonuçları kestirme konusunda güçlüdür. Bu yetenek, geçmiş deneyimlerin bilinçsiz bir harmanı olarak geleceğe dair güçlü öngörüler yaratabilir. Bu da bazen “geleceği hissetme” gibi algılanabilir.
POPÜLER KÜLTÜRDE 6. HİS
Edebiyatta: Edgar Allan Poe’dan başlayarak birçok gotik ve psikolojik kurgu yazarı, karakterlerin mantıkla açıklanamayacak şeyleri “sezmesi”ne odaklanır. Daphne du Maurier’nin Rebecca adlı romanında, anlatıcı kadın, eşiyle ilgili açıklayamadığı huzursuzluğu içsel bir his olarak algılar. Stephen King’in The Shining’deki Danny karakteri, başkalarının düşüncelerini duyma ve geleceği sezinleme yetisiyle adeta 6. hissin vücut bulmuş hâlidir.
Sinemada: M. Night Shyamalan’ın The Sixth Sense filmi, doğrudan bu kavrama adını vererek küçük bir çocuğun ölüleri görme yeteneği üzerinden hem korkuyu hem de duygusal çözülmeyi işler. Donnie Darko filminde başkarakterin zaman, ölüm ve gerçeklik algısını aşan sezgileri, altıncı his kavramının bilimkurgu ve varoluşsal boyutlarına işaret eder.
Video oyunlarında: Life is Strange oyun serisinde karakterlerin sezgisel olarak geleceği görmesi ve zamanı geri alma gibi güçlere sahip olması, klasik oyun mekaniğinin ötesine geçen bir “hissetme” deneyimi sunar. Alan Wake ise rüya ve gerçeklik arasında sıkışmış karakterlerin önsezileriyle hayatta kalmaya çalıştığı, bilinçdışıyla teması merkeze alan bir başka örnektir.
Görsel Sanatta: Leonora Carrington ve Remedios Varo gibi sürrealist kadın ressamlar, rasyonel aklın ötesine geçen kadın sezgilerini imgelerle ifade eder. Varo’nun resimlerindeki figürler, gördüklerinden çok “sezdikleri”yle hareket eden, içgörüyle yön bulan varlıklardır.
Televizyon Dizilerinde: Stranger Things dizisinde Eleven karakterinin sezgisel bağlantılar kurması, paralel evrenlerle telepatik ilişki kurabilmesi, 6. his kavramının fantastik bir örneği olarak öne çıkar. Medium dizisi ise doğrudan bir medyumun sezgileri aracılığıyla suçları çözmesini konu alır.
Genel Değerlendirme
Altıncı his, hâlâ bilim ile mistik arasında salınan bir kavram. Kimileri için evrimsel sezginin doğal bir uzantısı, kimileri için ise açıklanamayan bir bilinç hâli. Ancak bir gerçek var ki: İnsan zihni, bilinçli farkındalığın çok ötesinde işler. “İçimize doğan” şeyler, bazen bildiklerimizden daha güvenilir olabilir.
VELEV’DEN İLGİLİ MADDELER
► BİLİNÇDIŞI
► ZİHİN TEORİSİ
► EMPATİ
► MİSTİSİZM
► TELEPATİ