Modern toplumun parlatılmış aynasında büyüyen bir benlik yanılsaması: Narsisizm artık sadece bir kişilik bozukluğu değil, çağın ruhuna sinmiş bir varoluş biçimi.
Narsisizm, kişinin kendisine karşı aşırı hayranlık, özel olma arzusu ve başkalarının duygularına karşı empati eksikliğiyle tanımlanan bir kişilik örüntüsüdür. Psikolojik bir terim olarak 19. yüzyılda ortaya çıkan bu kavram, zamanla hem bireysel patolojiyi hem de kültürel bir fenomeni açıklamak üzere kullanılmıştır. Günümüzde, klinik bir rahatsızlık (Narsisistik Kişilik Bozukluğu) ile gündelik yaşamda sergilenen benmerkezci davranışlar arasında bir spektrum olarak düşünülmektedir.
Kökeni Yunan mitolojisine dayanan “Narsisizm” terimi, suya yansıyan suretine âşık olup sonunda kendi imajında kaybolan Narkissos’un trajik öyküsünden gelir. Bu mit, modern psikolojide benlik ile ideal arasında bölünmüş bir çatışmanın simgesi hâline gelmiştir.
Sigmund Freud, 1914’te yazdığı Narsisizm Üzerine Giriş başlıklı makalesinde kavramı psikoseksüel gelişim bağlamında ele almış, bireyin libido yatırımlarını kendi benliğine yönelttiği bir evre olarak tanımlamıştır. Freud’a göre her insan gelişiminin bir aşamasında narsisistik bir döneme girer; sorun bu evrenin aşırıya kaçması ve kalıcı hâle gelmesidir. Daha sonra Heinz Kohut ve Otto Kernberg gibi psikanalistler, narsisizmi bir kişilik yapılanması, hatta patolojisi olarak yorumlamış; kırılgan özsaygı, aşırı yüceltilmiş benlik imajı ve boşluk duygusuyla karakterize etmiştir.
Çağdaş sosyologlar ve kültürel eleştirmenler ise narsisizmi sadece bireysel değil, toplumsal bir olgu olarak görmeye başlamıştır. Christopher Lasch’ın Narsisizm Kültürü (1979) adlı eseri bu bağlamda bir dönüm noktasıdır.
“Narsisizm” kelimesi, kökenini Eski Yunanca Narkissos (Latince Narcissus) adından alır. Bu mitolojik karakterin hikâyesi, suya yansıyan kendi görüntüsüne âşık olup sonunda o görüntüyle birleşemeden ölen bir delikanlının trajedisidir. Bu anlatı, modern zamanlarda yalnızca bir masal değil, benlik algımızı ve başkalarına yönelik tutumlarımızı açıklamak için sıkça başvurulan bir metafora dönüşmüştür.
Günümüzde narsisizm, gündelik dilde genellikle kendini fazlasıyla önemseyen, başkalarının düşünce ve duygularına kayıtsız kalan, dikkatin odağı olma arzusuyla hareket eden kişiler için kullanılan bir sıfattır. “Narsist” dendiğinde, çoğu zaman küçümseyici bir ton eşlik eder bu sözcüğe; çünkü bu davranışlar, toplumsal uyum ve başkalarıyla kurulan sahici ilişkiler açısından rahatsız edici kabul edilir. Duyarsızlık, kibir ve benmerkezcilik, bu tür kullanımlarda öne çıkan başlıca özelliklerdir.
Almanca’da Duden sözlüğü, bu tür kişileri tanımlarken iki terim arasında ayrım yapar: Narzisst sözcüğü daha çok gündelik konuşmalarda kullanılırken, Narziss terimi daha edebi ya da felsefi bağlamlarda tercih edilir. Bu ayrım, kavramın hem psikolojik hem kültürel boyutlara açılan çok katmanlı doğasına da işaret eder.
Narsisizm, yalnızca bireysel bir kişilik özelliği değil, aynı zamanda pek çok farklı disiplinde tartışılan, geniş kapsamlı bir düşünsel çerçevedir. Psikoloji, sosyoloji, kültürel çalışmalar ve felsefe, narsisizmi kendi alanlarının öncelikleri doğrultusunda yorumlar. Bu nedenle, narsisizmden söz ederken neyin kastedildiği, büyük ölçüde kuramsal bağlama bağlıdır.
Ancak burada özellikle dikkat edilmesi gereken bir ayrım vardır: Günlük hayatta kullanılan narsisizm terimiyle, klinik psikolojide tanımlanan “Narsisistik Kişilik Bozukluğu” (DSM-5 ya da ICD-10’daki tanımlarla) aynı şey değildir. İlki daha çok abartılı bir özgüven ya da sosyal kibir anlamına gelirken, ikincisi ciddi ve tedavi gerektiren bir kişilik yapılanmasına işaret eder.
Narsisizm tanısı ya da bir kişiye “narsist” yaftası yapıştırmak, gündelik dilde genellikle eleştirel ya da alaycı bir tonla kullanılır. Bu tür bir etiketleme, bireyin toplumsal beklentilere yeterince yanıt vermediği ya da ortak iyiye katkı sağlamak yerine yalnızca kendi çıkarlarını ön planda tuttuğu düşüncesine dayanır. Oysa daha yakından bakıldığında, narsisizm ithamı çoğu zaman iki değerlendirme arasındaki çatışmayı yansıtır: bir yanda dış dünyanın gözlemi ve yargısı, öte yanda kişinin kendine dair inşa ettiği yüksek algı. Narsist kişi, ne denli kendinden eminse, dışarıdan gelen eleştirileri o denli etkisizleştirmeye çalışır. Bu bağışıklık hali — tam da narsisizmin özüdür.
Narsisist bireyler, genellikle kendilerini fazlasıyla olumlu değerlendiren, başkalarının duygularına veya sınırlarına yeterince dikkat etmeyen, dikkat odağı olma gereksinimiyle davranan kişiler olarak tanımlanır. Onların bu tavırları, çevreleri üzerinde yıkıcı etkiler yaratabilir. Ancak, son yıllarda yapılan araştırmalar bu resmi bir parça gölgeliyor: Görünen o ki, narsisist kişiler sanıldığının aksine duygusal olarak kırılgan değil, tersine oldukça dengeli, kendileriyle barışık ve hayatlarından memnun bireylerdir. Toplumdan beğeni ve onay beklentileri diğer bireylere göre daha yüksek olsa da, bu ihtiyacı karşılamak için çok çeşitli davranış kalıpları ve savunma mekanizmaları geliştirebilirler.
Geçmişte narsisizm özellikle cinsel içerikli bir sapma olarak da ele alınmıştır. 1933 yılında yapılan bazı yorumlarda narsisizm, bireyin kendi bedensel varlığına cinsel arzu duymasıyla tanımlanır. Bu anlayışa göre kişi, kendi bedenini bir “cinsel nesne” olarak kodlar. Hermann Oscar Rohleder gibi isimler bunu daha da ileri götürerek “autoerasti” ve “otomono-seksüalizm” gibi tanımlamalarla, narsisizmi doğrudan cinsel yönelimli bir sapma biçiminde ele almışlardır. Nitekim 1971 tarihli Duden sözlüğü bile Freud’un izinden giderek narsisizmi, bireyin cinselliğiyle kendi bedenine yönelmesi şeklinde açıklamıştır.
Zaman içinde narsisizme dair kavrayışlar değişse de, ortada değişmeyen bir şey var: Narsisizm, yalnızca bir ruhsal yapı ya da kişilik bozukluğu değil; aynı zamanda modern bireyin kırılgan özgüveniyle, görünme ve beğenilme arzusu arasındaki çetrefilli ilişkinin de adıdır. 1952’de yapılan bir tanımda da belirtildiği gibi, narsisizm bazen yalnızca “ben-merkezli bir yaşam duruşu” anlamına gelir — ve bu tanım, yalnızca klinik odalara değil, gündelik hayata da ayna tutar.
Sigmund Freud’un ardından psikanalitik düşünceyi dönüştüren figürlerden biri olan Sándor Ferenczi, narsisizm kavramını kendi radikal yorumu ve eşsiz sezgisiyle bambaşka bir düzleme taşıdı. 1924 tarihli Bir Genital Kuram Denemesi adlı çalışmasında Freud’un “bir gelişim evresi” olarak tanımladığı birincil narsisizm anlayışını kökten değiştirdi. Ferenczi için birincil narsisizm, aşılması gereken bir aşama değil; psişik varoluşun kadim, neredeyse mitolojik özüydü. Ona göre benliğin ilk arzusu, doğum öncesi rahimsel cennete geri dönmekti: Anne rahmindeki huzurlu, bölünmemiş varoluşa… Bu narsistik istek, libido’yu da peşine takarak tüm psişik gelişimi belirler.
Ferenczi’nin bu yorumları, yalnızca Freud’un benlik kuramını revize etmekle kalmadı; aynı zamanda Karen Horney ve Erich Fromm gibi neofreudyen düşünürlere ve Michael Bálint’in temsil ettiği nesne ilişkileri kuramına da ilham verdi. Freud, içsel çatışmaların çatısı altında bir ruh kuramı inşa ederken, Ferenczi dikkatini dış dünyaya yöneltti: Ona göre narsistik kırılmanın nedeni, bireyin içinde değil çevresindeydi — benliği rahatsız eden, huzurunu bozan, gelişimini sekteye uğratan bir dış gerçeklik vardı. Ve daha da önemlisi: Bu kırılma yalnızca patolojik bir sonuç doğurmazdı; uyumlu ve çatışmasız bir gelişim hattı da mümkündü. Psikoloji tarihindeki en belirleyici ayrışma noktası belki de budur: Narsisizmi kişisel bir kusur olarak değil, çevresel ihmalin bir sonucu olarak görmek. Bu düşünce, Alfred Adler’in —her ne kadar narsisizm terimini sıkça kullanmasa da— geliştirdiği bireysel psikolojiden de etkilenmiştir.
Ferenczi’nin öğrencisi Michael Bálint ise 1965 yılında birincil narsisizmi sevilme arzusu üzerinden tanımladı. Bu, Ferenczi’nin “çocuğun pasif nesne sevgisi” adını verdiği şeyi takip ediyordu: Bebek, yalnızca sevilmek ister. Eğer bu temel ihtiyaç karşılanmazsa —eğer anne sevgisi eksik kalırsa— iki yol mümkündür: Ya çocuk kendi içine çekilerek ikincil narsisizme savrulur ya da başkalarını sevmeyi öğrenerek dolaylı yoldan sevilmeyi umar. Yani sevgi, ya bir içe kapanma stratejisine ya da bir başkasına yönelen yapay açıklığa dönüşür.
Bálint’in özgün katkısı, çocuğun mutlak bağımlılığına, kırılganlığına ve çaresizliğine odaklanmasıydı. Ferenczi’nin vurguladığı benlik-yücelten duygular (örneğin omnipotens fantezileri), Bálint için birer savunma mekanizmasıydı: Çocuk, mutlak acizliğin ve terk edilme ihtimalinin doğurduğu dehşete karşı, bu yüce imgelemlerle kendini korur. Ona göre narsisizmin temelinde yatan bozukluk, anneyle çocuk arasındaki patolojik kopukluktu. Bu eksiklik, bireyin yaşamı boyunca insanî yakınlıklardan ya tümüyle kaçınarak ya da onları aşırıya vardırarak var olur.
Bir başka deyişle: Narsisizm, benliğin ilk aynasında kırılan bir yansımanın, sonsuz biçimde tekrar tekrar düzeltilmeye çalışılmasından ibarettir.
Narsisizm kavramı, Freud’un ve onu izleyen postfreudyen düşünürlerin çerçevesini aşarak Melanie Klein’la birlikte daha karanlık, daha ilksel bir psişik düzleme çekilir. Klein’a göre narsisizm, nesne ilişkilerinin ilk kurulduğu o erken dönem ruhsal alanda ortaya çıkar. Bebek, henüz dış dünya ile benlik arasında net bir sınır çizemediği bu dönemde, annesini hem bir tatmin kaynağı olarak idealleştirir hem de yoksunluk anlarında onu parçalayarak düşmanlaştırır. İşte bu bölme (splitting) mekanizması, Klein’a göre narsisizmin hem savunması hem de zemini olur.
Klein için narsisistik yapı, benliğin erken dönemde kurduğu iyi nesneyle kötü nesne arasındaki bu bölünmeye karşı verdiği yanıttır. Eğer bebek yeterince sevgi ve bakım görmezse —yani anne figürü “iyi” nesne olarak içselleştirilemezse— o zaman kötü nesne zihinde kalıcı yer edinir. Bu durum, suçluluk ve paranoid kaygıların yanı sıra, benliğin dış dünyayla kurduğu ilişkileri de narsistik çarpıtmalarla örer. Bu nedenle Klein’ın psikanalizinde narsisizm, yalnızca kendini beğenmiş bir tavır değil; sevginin ve nefretin, iç dünyanın parçalanmış nesneleri arasında dağılmış biçimidir.
Donald Winnicott ise narsisizme bambaşka bir kapıdan yaklaşır. O, narsisistik bozuklukların temelinde sahici benlik ile yalancı benlik arasındaki dramatik bölünmeyi görür. Winnicott’a göre bebek, ancak “yeterince iyi” bir anne tarafından tutulduğunda (holding) kendi otantik benliğini geliştirebilir. Bu anne, çocuğun ihtiyaçlarını zamanında ve sezgisel bir biçimde karşılayarak, onun iç dünyasında gerçeklikle özdeşleşebileceği bir alan açar. Eğer bu destek eksik kalırsa, çocuk sahte bir benlik geliştirerek dış dünyaya uyum sağlar — ama bu uyum, kendi içsel hakikatine yabancılaşma pahasına gerçekleşir.
Winnicott’un bu kuramında narsisizm, bir çöküş korkusunun (“the fear of breakdown”) maskelenmiş halidir. Kişi, benliğin merkezindeki o büyük boşluğu doldurmak için dışarıdan hayranlık, onay ya da başarı arar. Ama bu arayış, içsel bir yarığın üzerini geçici yamalarla örtmeye benzer. Bu yüzden narsisistik birey, kendini dış dünyanın gözlerine teslim ederken, aslında yitik bir “gerçek ben”i korumaya çalışmaktadır. Winnicott şöyle der: “Kendilik hissi, yalnızca biri sizi tuttuysa gelişebilir.” O halde narsisizm, tutulamayanların, düşmek üzere olanların bir tür savunmasıdır.
Bu iki düşünür —Klein ve Winnicott— narsisizmi benliğin doğrudan bozulmuş hali olarak değil, ilişkisel alanın bir ürünü, bir cevabı olarak yorumlamışlardır. Narsisizm artık yalnızca bir bireysel kusur değil; annenin suskunluğuyla, bakışın eksikliğiyle, erken ayrılıkların yankısıyla örgülenmiş bir “eksik bağ” haline gelir.
Narsisizm, yalnızca bireyin iç dünyasında yaşanan bir çatışmanın ya da kırılmanın adı değildir artık; günümüzde giderek daha çok, bir toplumsal atmosferin, bir çağın duygusal ikliminin işaret fişeği hâline gelmiştir. Günümüz insanı, kendine dönük bakışı yalnızca aynada değil, ekranlarda, izlenme sayılarında, beğeni butonlarında ve hikâyelere gömülü an’larda kurar. Narsisizm, yalnızca bir kişilik örüntüsü değil, aynı zamanda bir kültürel pratik, bir varoluş biçimi, hatta zamanla bir ekonomi politik haline gelir.
Jean Twenge ve W. Keith Campbell, 2009 tarihli The Narcissism Epidemic adlı kitaplarında, 1980 sonrası doğan kuşaklarda narsisistik eğilimlerin dramatik biçimde arttığını saptar. Bu artışın arka planında, bireyselliği kutsayan neoliberal ideolojiler, özneyi sürekli performans ve görünürlük ekseninde inşa eden dijital kültürler ve toplumsal başarıyı yalnızca “görünme” üzerinden değerlendiren değer rejimleri vardır.
Sosyal medya platformları, narsisistik yatırımın en verimli zeminlerinden biridir. Burada benlik, yalnızca gösterilmek üzere inşa edilir: özenle seçilen fotoğraflar, düzenlenmiş duygular, vitrindeki mutluluklar… Narsistik birey, başkalarının gözünde var olmak ister ama bu varoluşun temeli, gerçek bir ilişki değil, sayılarla ölçülen geçici bir takdir olur. Giderek kim olduğumuz, ne gösterdiğimizle; ne hissettiğimiz, ne paylaştığımızla özdeşleşir.
Christopher Lasch, Narsisizm Kültürü adlı eserinde bu dönüşümün ipuçlarını çok daha erken bir dönemde fark etmişti. Ona göre modern insan, artık içsel değerler ve toplumsal sorumluluklar üzerinden değil; görünürlük, kişisel imaj ve bireysel çıkarlar üzerinden tanımlanıyor. Özneyi boşaltan bu süreç, narsisizmi patoloji olmaktan çıkarıp bir norm hâline getiriyor.
Bugün narsisistik davranışlar sadece tahammül edilir değil, çoğu zaman ödüllendirilir hâle gelmiştir. Başkalarının onayı, kişinin kendi değerini biçmesinde esas belirleyiciye dönüşür. Çocuk kitaplarından motivasyon seminerlerine, reklam sloganlarından kişisel gelişim kitaplarına kadar birçok alanda “önce sen”, “kendini sev”, “en iyisi ol” gibi çağrılar, içsel özgüvenden çok dışsal hayranlık talebine dönüşebilir.
Bir başka kırılma da estetik müdahalelerde görünür. Beden, üzerinde mükemmellik tasarlanan bir projeye dönüşür; selfie filtreleriyle başlayan süreç, cerrahi işlemlerle devam eder. Bu bağlamda narsisizm, bedenin görsel sermaye olarak kullanıldığı bir tür kapitalist yatırım hâline gelir. Kendi imgesine yatırım yapan birey, pazarlanabilir bir “benlik markası” yaratmaya çalışır.
Elbette tüm bu eğilimler, çağdaş narsisizmin yalnızca dış kabuğudur. İçerideyse hâlâ kırılgan bir öz, onaylanma arzusu, reddedilme korkusu ve derin bir yalnızlık yatar. Narsisizm, çağdaş dünyada benlik ile toplum arasındaki kopuşun en dramatik yansılarından biri olmaya devam eder: Hem herkese göstermek istediğimiz bir “ideal ben”in vitrini, hem de çoğu zaman gizlemeye çalıştığımız bir “eksik ben”in yankısı.
Narsisizm ile kendini sevmek arasında nasıl bir fark vardır?
Kendini sevmek sağlıklı bir benlik algısının parçasıdır ve kişinin özsaygısıyla ilgilidir. Oysa narsisizm, bu sevgiyi abartılı bir üstünlük duygusuna ve başkalarının değerini küçümsemeye dönüştürür. Narsisist kişi yalnızca kendini değil, kendi idealize edilmiş imajını sever; karşısındaki kişileri bu imajı besledikleri sürece “değerli” bulur.
Narsisistik kişilik bozukluğu nedir ve nasıl tanımlanır?
DSM-5’e göre narsisistik kişilik bozukluğu, kişinin kendisini olağanüstü görmesi, sürekli hayranlık beklemesi ve empati yoksunluğu ile belirlenen kalıcı bir kişilik bozukluğudur. Bu kişiler genellikle eleştiriyi kaldıramaz, ilişkilerinde manipülatif olabilir ve gerçek benliklerini savunmasız hissederler.
Sosyal medya narsisizmi besler mi?
Evet. Sosyal medya platformları, bireylerin idealize edilmiş benlik imajlarını sürekli sergiledikleri bir sahne hâline gelmiştir. Beğeni, paylaşım ve takipçi sayısı gibi görünür göstergeler, narsisistik davranışları pekiştiren birer ödül sistemi gibi işler. Ancak bu durum, sadece narsisist kişilerin değil, herkesin benlik algısını dönüştürmektedir.
Narsisizm doğuştan mı gelir, sonradan mı gelişir?
Psikanalitik kurama göre narsisizm, erken çocukluk dönemindeki ilişkilerde yaşanan kırılmalarla bağlantılıdır. Aşırı yüceltilen ya da sürekli eleştirilen çocuklar, ileride benlik değerini ya aşırı abartarak ya da sürekli onay arayarak korumaya çalışabilir. Yani narsisizm, gelişimsel bir savunma biçimi olarak şekillenir.
Narsisizmin çağımızda bu kadar görünür olmasının nedeni nedir?
Kapitalist toplum yapısı, bireyselliği yücelten söylemler ve “kendini marka gibi sunma” kültürü, narsisistik eğilimleri adeta normalleştirmiştir. Ayrıca başarı, güzellik ve popülerlik gibi kriterlerin sürekli öne çıkarıldığı kültürel ortam, narsisizmi yalnızca görünür değil, teşvik edilen bir değer hâline getirmiştir.
Kitap Dünyasında:
Christopher Lasch – Narsisizm Kültürü
Jean Twenge & Keith Campbell – Narsisizm Salgını
Otto Kernberg – Borderline Conditions and Pathological Narcissism
Sinemada ve Dizilerde:
American Psycho (2000): Patrick Bateman karakteri, yıkıcı narsisizmin uç örneğidir.
Black Swan (2010): Mükemmellik ve beğenilme arzusu üzerinden narsisistik bölünme anlatılır.
Succession (HBO): Baba figürü ve onay arayışı, narsisistik çatışmaları merkezine alır.
Video Oyunlarında:
The Sims serisinde karakter yaratımına verilen önem, narsisistik özdeşleşmelerin oyun ortamında nasıl simüle edildiğini gösterir.
Grand Theft Auto serisi, güç ve görünürlük fantezilerinin narsisistik tezahürleriyle doludur.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi, narsisistik ölümsüzlük arzusunun estetikle kesişimidir.
Marina Abramović’in performans sanatı, zaman zaman bedenin ve benliğin sahneye konulması yoluyla narsisizmi eleştirel biçimde sorgular.
Narsisizm, günümüz dünyasında yalnızca psikolojik bir kavram değil, kültürel bir atmosferdir. O artık yalnızca klinik odaların sessizliğinde değil, Instagram filtrelerinde, özgeçmişlerde, TED konuşmalarında ve gündelik sohbetlerde yaşıyor. Freud’un içe yatırılmış libidosu artık dışa taşmış durumda; benliğin yüceltilmesi, ilişkilerin samimiyetinden daha kıymetli hâle geliyor. Ancak bu görünüşe aldanmamak gerek: Narsisist parıltının ardında çoğu zaman bir kırılganlık, bir yarım kalmışlık yatar. Tıpkı Narkissos gibi, kişi sonunda kendi yansımasına âşık olur, ama temas edemez.
► NEVROZ
► PSİKANALİZ
► ALTER EGO
► ZAMANIN RUHU
► OBSESYON