Doğa ile kadının ortak yazgısı: Egemen aklın tahakkümüne karşı felsefi bir itiraz ve etik bir uyanış.
Val Plumwood, Avustralyalı feminist filozof, ekofeminist düşüncenin en ayırt edici figürlerinden biridir. Plumwood’un düşüncesi, doğa ile kadının tarih boyunca benzer biçimlerde dışlandığını, nesneleştirildiğini ve araçsallaştırıldığını savunur. “Ekofeminizm” terimi ise çevre sorunlarıyla feminist mücadeleleri birleştiren bir kuramsal yaklaşımı ifade eder. Plumwood bu yaklaşımı derinleştirerek, Batı düşüncesinin “ikili karşıtlıklar” (erkek/kadın, zihin/doğa, kültür/beden) üzerine kurulu yapısını sorgular. Bu yapının yalnızca kadınları değil, doğayı da ötekileştirdiğini öne sürer.
1941’de doğan Val Plumwood, klasik felsefe eğitimi aldıktan sonra, çevreci hareketler ve feminist kuramlarla yakınlık kurdu. 1985 tarihli Ecofeminism: An Overview and Discussion of Positions and Arguments makalesiyle ekofeminist düşüncenin ana hatlarını tartıştı. 1993’te yayımladığı Feminism and the Mastery of Nature adlı eseri ise hem çevre felsefesi hem de feminist teori açısından bir dönüm noktası oldu.
Plumwood, kendi yaşamı boyunca sömürgeleştirilmiş doğaların, yerli halkların, hayvanların ve kadınların ortak bir “epistemolojik dışlama”ya maruz kaldığını savundu. 1985 yılında Avustralya’da bir timsah saldırısından kurtulması ve bu deneyimini felsefi bir metne dönüştürmesi (Being Prey) onun doğayla ilişkisini daha da derinleştirdi. 2008’de beklenmedik biçimde yaşamını yitirdiğinde, doğa ile etik arasındaki köprülerden biri yıkılmış ama düşünceleri kalıcılaşmıştı.
Plumwood’a göre modern Batı düşüncesi, doğayı insan aklının mutlak otoritesine boyun eğmesi gereken bir “kaynak” olarak görür. Bu bakış açısı, yalnızca çevre sorunlarına değil, aynı zamanda ataerkil düzenin kadınları doğaya benzeterek denetlemesine de zemin hazırlar. Doğayı kontrol etmek ile kadını denetim altına almak aynı ideolojik yapının iki yüzüdür. Bu nedenle Plumwood’un eleştirisi sadece çevreye değil, aynı zamanda eril akla ve onun doğaya biçtiği role yöneliktir.
Ekofeminizm, klasik feminist kuramlardan farklı olarak doğa-kültür ikiliğini doğrudan sorunsallaştırır. Feminizm çoğu zaman toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle sınırlı kalırken, ekofeminizm bu eşitsizliğin doğayla olan ilişkisinde de sürdüğünü vurgular. Plumwood’un katkısı, bu ilişkiyi yalnızca kavramsal değil, epistemolojik düzlemde de çözümlemektir. Ona göre kadınlar ve doğa, Batı akılcılığının kurbanlarıdır; dolayısıyla özgürleşmeleri birlikte düşünülmelidir.
1985’te Kakadu Ulusal Parkı’nda yaşanan timsah saldırısından mucizevi şekilde kurtulan Plumwood, bu deneyimi felsefi olarak “insan-merkezci bakış açısının kırılması” olarak yorumladı. “Av değil özne olmak”, “gözleyen değil gözlemlenen olmak” gibi pozisyonların altüst olduğu bu olay, onun doğaya ilişkin kavrayışında ciddi bir kırılma yarattı. Being Prey adlı metninde doğaya hem fiziksel hem de metafizik bir bakış sundu. Olay, onun düşüncesinde doğayla empati kurmayı değil, doğanın da bizden bağımsız bir fail olduğunu kabul etmeyi öne çıkardı.
Plumwood’un eleştiri oklarını yönelttiği temel yapılar şunlardır: insan/doğa, akıl/duygu, erkek/kadın, zihin/beden, kültür/doğa. Bu ikilikler Batı felsefesinde hiyerarşik biçimde düzenlenmiş, biri üstün diğeri edilgen olarak kodlanmıştır. Bu yapı içinde doğa ve kadın sürekli edilgenleştirilmiş, “öteki” konumuna itilmiştir. Plumwood, bu ikilikleri çözümleyerek yeni bir etik düşünce önerir: simetri, karşılıklı tanıma ve ilişkisel ontoloji.
Plumwood’un düşünceleri, çevre felsefesi, posthumanizm, hayvan çalışmaları ve yerli bilgi sistemlerine duyulan ilgide yeniden yankı buluyor. Özellikle iklim kriziyle birlikte “insan-merkezci olmayan etik” yaklaşımlara olan ihtiyaç arttı. Onun “etik ilişkiler kuran özneler olarak doğayla bağ kurma” çağrısı, günümüzde yalnızca felsefi değil, politik bir zorunluluğa dönüşmüş durumda. Greta Thunberg’in iklim adaleti söylemi ya da yerli hareketlerin toprak hakları mücadelesi, Plumwood’un düşüncesiyle akrabalık içindedir.
Kitap Dünyasında:
Plumwood’un Feminism and the Mastery of Nature eseri, ekofeminizmin temel kurucu metinlerinden biridir.
Donna Haraway’in Cyborg Manifestosu, insan-doğa ilişkisine farklı ama paralel bir eleştiri getirir.
Sinemada ve Dizilerde:
Princess Mononoke (1997) doğa ile endüstriyel yıkım arasındaki çatışmayı feminist bakışla işler.
Avatar (2009), yerli halklar ve doğa ile bağ kurma meselesini Plumwood’un kavramlarıyla okuyabileceğimiz bir örnektir.
Video Oyunlarında:
Horizon Zero Dawn gibi doğa ve teknoloji arasındaki sınırları tartışan oyunlar, ekofeminist düşünceyle kesişir.
Spiritfarer ise ölüm, doğa ve şefkat kavramlarını kadın karakterler ve çevreyle ilişkili biçimde işler.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Eko-feminizmi konu alan çeşitli performans sanatı örnekleri, Plumwood’un kavramlarını sahneye taşımaktadır.
Val Plumwood’un düşüncesi, yalnızca kadınlar ya da çevreciler için değil, tüm insanlık için bir uyarıdır: doğayı dışlamanın, tahakküm altına almanın ve özne-nesne ilişkisini hiyerarşik kurmanın sonu yoktur. O, doğayla yeniden bağ kurmanın yolunu aramış; bu bağı kurarken de egemen felsefi yapıların nasıl çözülebileceğini göstermiştir. Onun felsefesi, hem sezgisel hem kavramsaldır; hem kişisel bir deneyime hem de tarihsel bir krize dayanır.
► PSİKANALİZ
► ANTROPOSEN
► POSTHUMANİZM
► FEMİNİZM
► İKLİM KRİZİ