Savaş sonrası İtalya’nın hayal kırıklıklarıyla şekillenen, gündelik hayata kamerasını çeviren, düşman bellemeden sorgulayan bir sinema hareketi: İtalyan Yeni Dalgası, hem sinema dilini hem de sinema ahlakını dönüştürdü.
İtalyan Yeni Dalgası nedir? Ne zaman, hangi koşullarda doğdu?
İtalyan Yeni Dalgası, 1950’lerin sonu ile 1960’ların ortası arasında etkin olan, belirli bir estetik ya da kuramsal birlikten çok, dönemin ruhunu ve değişim sancılarını yansıtan bir film anlayışını temsil eder. Bu akım, İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalyası’nda şekillenen Neo-realizmin ardından gelir; ne var ki, onun doğrudan bir devamı değil, bir tür sorgulayıcı iç dönüşümüdür. Federico Fellini, Michelangelo Antonioni, Pier Paolo Pasolini ve Bernardo Bertolucci gibi yönetmenler, bireyin iç dünyasını, yabancılaşmasını ve sistemle olan gerilimini daha çok sanatsal bir üslupla anlatmaya yönelmişlerdir. Bu sinema, artık sokağın yalın gerçekliğinden değil, bireyin parçalanmış ruh halinden beslenir.
İtalyan Yeni Dalgası: Yoksulluğun Estetikle Buluştuğu An
İtalyan Yeni Dalgası’nın temel özelliği, gündelik hayatı olduğu gibi yansıtma çabasında gizlidir. Bu sinema anlayışı, kurmaca ile gerçeklik arasında bir denge kurar; klasik senaryo yapısının dışına çıkarak çoğu zaman profesyonel oyuncular yerine sokağın insanını kameranın önüne geçirir. “Gerçek hayatı romanlaştırmak” denebilecek bu yaklaşım, özellikle savaş sonrasının maddi imkânsızlıklarından doğmuştur. 1943 öncesinde faşist hükümetin desteklemediği projeler için, 1944 sonrasında ise herkes için geçerli olan finansal darboğaz yüzünden stüdyolar kullanılamaz hâle gelmiştir. Yönetmenler çareyi sokaklarda, gerçek mekânlarda film çekmekte bulmuştur. Zamanla bu mecburiyet, akımın stilistik imzasına dönüşür: sahiciliğe dayanan bir anlatı dili gelişir ve bu sadelik içinde sinema, güçlü bir hakikat etkisi yaratır.
Neorealizmin diğer belirgin niteliklerinden biri de anlatının odağını bireyden topluluğa çevirmesidir. Çünkü birey, sosyal bağlamı dışında düşünülemez. Anlatı da genellikle uzun açıklamalar yerine somut durumların içinden gelişir; film, anlatır ama açıklamaz. Bu sinemanın en önemli özelliklerinden biri de acıya karşı gösterdiği yalın bakış ve iktidarın, özellikle de baskıcı ya da kayıtsız yönetimlerin, açıkça eleştirilmesidir.
Eleştirmen André Bazin’e göre neorealizm, “İtalyan halkının hem Nazi işgalinden hem de konvansiyonel sinema anlayışından kurtuluşudur.” Deleuze ise bu sinema akımını daha geniş bir sinema teorisi çerçevesinde ele alır ve neorealizmin “hareket-imge”den “zaman-imge”ye geçişteki kırılma noktası olduğunu söyler. Neorealist filmlerde artık karakterlerin neden eyleme geçtiği net değildir; davranışlar açıklanmaz, sezdirilir. Anlamın taşıyıcısı artık zamanın kendisidir.
Yeni gerçekçilik fikri, gündeliğin gerçekten de “yeni” olan yönlerini öne çıkarma ihtiyacından doğar. Sessiz film döneminde bile bu yönde bazı girişimler olmuştur: 1914’te Nino Martoglio’nun yönettiği Perdus dans les ténèbres (Karanlıkta Kaybolanlar) ya da 1915 tarihli Assunta Spina, dönemin normlarını zorlayan örneklerdir. Alessandro Blasetti’nin Terra madre (1931) ve 1860 (1934) gibi yapımları da Mussolini rejiminin abartılı yüceltilmesinin aksine daha sade ve gerçek bir ülke tasviri sunma çabası taşır. Hatta dönemin film adları bile bu değişimi haber verir gibidir: Blasetti’nin 1942’deki Quattro passi tra le nuvole (Bulutlar Arasında Dört Adım) ya da De Sica’nın 1943’te çektiği I bambini ci guardano (Çocuklar Bizi İzliyor) gibi başlıklar, geleneksel anlatıdan bir sapmayı müjdeler. Kahramanlar da farklıdır: evlilik dışı çocuk doğurmuş bir kadın, aldatan bir eş, intihar eden bir adam… Bunlar geleneksel sinemada “anormal” sayılırken, aslında yaşamın bizzat kendisidir.
1943’te Luchino Visconti’nin Ossessione (Lanetliler) adlı filmiyle bu yaklaşım daha da keskinleşir. James M. Cain’in The Postman Always Rings Twice romanının Pô nehri kıyılarına ve Ferrara-Ancona hattına taşındığı bu film, tutku, ihanet ve ölüm üçgeninde gelişen karanlık bir öyküyü dolambaçsız ve cesur biçimde anlatır. İşsizlik, yoksulluk, kör bir polis düzeni… Tüm bu unsurlar, faşist rejimin “makbul vatandaş” idealine doğrudan bir başkaldırıdır. Beklendiği gibi, film sansüre takılır ve dağıtımda büyük zorluklarla karşılaşır. Ancak artık yol açılmıştır: Visconti’nin bu ilk uzun metraj filmi, yaygın biçimde neorealizmin ilk örneği kabul edilir ve ardından gelecek büyük neorealist dalganın habercisi olur.
İtalyan Yeni Dalgası’nı Fransız Yeni Dalgası’ndan ayıran nedir?
Her iki akım da gençlik, özgürlük ve anlatıdaki devrim isteğiyle beslenmiştir. Ancak Fransız Yeni Dalgası, kuramdan pratiğe sıçrayan sinemacılarıyla daha kolektif bir çıkışa sahipken, İtalyan Yeni Dalgası daha çok bireysel arayışlar ve yönetmen odaklı bir çeşitlilik sergiler. Fellini’nin fantastik otobiyografik anlatımı ile Antonioni’nin sessizliği ve boşluğu görselleştirme biçimi arasında büyük farklar vardır. Yani İtalyan Yeni Dalgası bir “hareketten” çok bir “duygu evreni” ya da “dönemin estetik çatışmaları” olarak okunabilir.
Bu akımın karakteristik özellikleri nelerdir?
Varoluşsal yalnızlık, yabancılaşma ve içe kapanma duygusu öne çıkar.
Geleneksel anlatı yapısı çözülür; olay değil atmosfer, neden değil sonuçsuzluk belirleyicidir.
Mekânlar karakterlerin iç dünyasıyla örtüşür. Antonioni’nin kent mimarisi, Fellini’nin karnavalesk alanları bunun örnekleridir.
Kadrajlar, sessizlikler ve duraksamalarla konuşur. Diyalog yerini bakışa, bakış yerini boşluğa bırakır.
Siyaset ile sanat iç içedir; Pasolini örneğinde olduğu gibi, kamera hem sınıfsal eşitsizliğe hem cinsel normlara yöneltilmiş bir eleştiri aracı olur.
İtalyan Yeni Dalgası’nın önde gelen filmleri ve yönetmenleri kimlerdir?
La Dolce Vita (1960) – Federico Fellini: Medyanın ve şöhretin içi boş çekiciliğini simgelerken, başkarakter Marcello’nun yaşadığı anlamsızlıkla modern çağın ruhunu da resmeder.
L’Avventura (1960) – Michelangelo Antonioni: Bir kayboluşun ardından arayışa çıkan ama buldukça kaybeden karakterlerle, belirsizlikten beslenen bir sinema örneği sunar.
Il Vangelo secondo Matteo (1964) – Pier Paolo Pasolini: İncili yeniden ama sınıfsal bir gözle çeken, sadeleştirilmiş ama politik bir anlatıdır.
Prima della rivoluzione (1964) – Bernardo Bertolucci: Marksizm ile melankolinin, isyanla burjuva suçluluğunun iç içe geçtiği, gençlik ve arzu üzerine kurulu bir arayış filmidir.
Bu yönetmenler, bir sinema dilinden çok bir sinema tavrı yaratmışlardır.
Bugünkü sinema İtalyan Yeni Dalgası’ndan nasıl etkileniyor?
Çağdaş dünya sinemasında hâlâ Fellini’nin düşsel metaforları, Antonioni’nin sessizliği, Pasolini’nin cesareti yankılanır. Paolo Sorrentino, Alice Rohrwacher ve Matteo Garrone gibi günümüz İtalyan yönetmenleri de bu mirası taşır. Ayrıca birçok bağımsız yönetmen için, İtalyan Yeni Dalgası hâlâ bir özgürlük alanı ve biçimsel cesaret kaynağıdır. Türkiye’de ise Reha Erdem’den Nuri Bilge Ceylan’a uzanan çizgide bu dalganın etkileri sezilir.
Popüler Kültürde İtalyan Yeni Dalgası
Bu akım, sadece sinema estetiğini değil, moda, müzik ve edebiyatı da etkilemiştir. Fellini’nin imgeleri reklamcılıktan video kliplere kadar sayısız mecrada yeniden üretilmiştir. Aynı şekilde, 1960’ların Roma’sı bugün bile nostaljik bir lüks ve bohemliğin sembolü olarak hafızalarda yaşamaktadır.
Genel Değerlendirme
İtalyan Yeni Dalgası, klasik hikâye anlatımını yıkarak sinemaya yeni bir özgürlük alanı açtı. Ancak bu alan, sadece biçimsel bir deney değil, aynı zamanda modern bireyin iç çatışmalarını, yalnızlığını ve anlamsızlık duygusunu da görünür kıldı. O yüzden bu sinema, sadece gözle değil, kalple ve hafızayla izlenir.
Velev’den İlgili Maddeler
► FRANSIZ YENİ DALGASI
► ZAMANIN RUHU
► İÇSEL YOLCULUK
► VAROLUŞÇULUK