Ankara’dan abisi gelen adam, İlhan Şeşen de gitti

İlhan Şeşen sadece aşka değil, yaşama da zarafetle yaklaşırdı. Sevgiyi susarak, kaybı bağırmadan anlatırdı. Sessizliğin şairiydi. Ne bağırarak sevdi, ne yüksek sesle gitti. Ardında hepimizin içinden geçen şarkılar bıraktı.

Ünlü şarkıcı İlhan Şeşenin albümü "İstanbullu Şarkılar" dinleyicilerinden ilgi görmüştü.

“Gitme zamanı değil” diyordu bir şarkısında. Kendini bile ikna edememiş olacak ki, gitti. Yine de insan, İlhan Şeşen’in ölüme bile usulca yaklaştığını hayal etmek istiyor. Gecikmeden, ama acele de etmeden. Sessizce. Müziği gibi.

O, uzun cümlelerden değil, küçük imalardan yanaydı. Sesi de, duruşu da bir tür geri çekilişti. Şarkılarını dinleyen herkesin içinden bir şey eksilirdi, ama bunun farkına varmak zaman alırdı. İlhan Şeşen’in şarkıları, bir hissin tam içine değil, kenarına bırakırdı bizi. Ve orada, yalnızlığımızla tanıştırırdı bizi.

“Neler Oluyor Bize?”: Şarkılarda Kaybolan Hayat

Onu bir “aşk şarkıcısı” olarak anmak mümkün, ama eksik olur. Çünkü o, aşkı dramatize etmezdi. Aşk onda, bitmiş bir şeyin tortusuydu çoğu zaman. “Neler oluyor bize?” diye sorarken, iki kişilik bir hikâyeden çok, kolektif bir yorgunluğu anlatıyordu.

İlhan Şeşen

Kimi zaman bir ülkenin çözülüşünü, kimi zaman bir adamın içten içe yıkılışını…

Uyanır uyanmaz düşüncemdesin

 Islak ekmek attığın kuşlar alıştılar eve

Onlarla beraber penceremdesin

 

Bu satırlar, Türkçe popta nadir rastlanan bir iç huzursuzla örülüdür. Kayıp bir sevgili değil yalnızca: alışkanlıkların, gündelik küçük mutlulukların, bir zamanlar birlikte yaşanmış hayatın geride bıraktığı yankılar konuşur bu dizelerde. Sevgili gitmiştir, ama onun bıraktığı izler hâlâ gündelik ritmin içindedir. Sabah uyanır uyanmaz, kuşlar sayesinde hatırlanan o silüet, aşkın değil hafızanın konusudur artık.

Gittiğin günden beri yüzüm hiç gülmedi

Doğum günümde bile iyi ki doğdun demedin

 

Burada ise hem kırgınlık hem çocukça bir sitem var. Ama asıl dikkat çekici olan, şarkının “ağlamaması”… Ne bağırıyor, ne isyan ediyor. Kayıp yaşanmış, ama yıkım sükûnetle karşılanmış. Dinleyici işte bu duyguda kendini buldu: Dramatik olmayan bir kırıklıkta.

Ve elbette o tekrar tekrar sorulan cümle:

Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm?

 

Bu cümle, şarkının ve duygunun ana damarıydı. Olaylar değil, nedenlerini anlayamama hali yorar insanı. Bu tekrarlar, bir cevaptan çok bir iç sesin dairesi. Dinleyen kişi içinse bir nevi iç monolog. Çünkü çoğu zaman sorun, olan değil; olanın neye dönüştüğü, neden anlaşılmazlaştığıdır.

İlhan Şeşen bu şarkıyla, ilişkilerdeki “anlaşılmayan yıpranma”yı dile getirdi. Ne kıskançlık ne ihanet ne terk… sadece kaygan bir zemin. Anlatılamayan bir uzaklaşma hali. Bu yüzden şarkı, belirli bir travma yerine genel bir hüzne karşılık geldi. Dinleyen herkesin içinde bir yere denk düştü.

Melodiye Dair: Nakaratı Bağırmayan Bir Şarkı

Müzikal olarak da şarkı, içeriği kadar karakterliydi. Şeşen’in solo kariyerinde öne çıkan birçok parçası gibi, burada da ilk göze çarpan şey sadelik. Girişteki akustik gitar, olabilecek en yalın haliyle bizi karşılıyor. Fazlalıktan arındırılmış bir kayıt; adeta evde, kendi kendine çalınmış hissi veriyor.

Akorlar kolaydır, ama duyguya hizmet eder. Genellikle G (sol majör) merkezli bir progresyon izlenir. Bu tür bir yapı, dinleyeni melodik olarak yormaz; sözlere yer açar.

Aranjman, güçlü bir ritme ya da tempoya yaslanmaz. Hatta kasıtlı bir şekilde durağanlaştırılmış gibidir. Bu da şarkının temel duygusuna –yani iletişimsizlik, anlamlandıramama, duraksama– uygun düşer.

İlhan, Burhan ve Gökhan Şeşen tarafından 1982 yılında kurulan Grup Gündoğarken,

Nakarat, bildiğimiz anlamda “patlamaz”. Bağırmaz. Sadece tekrar eder. Ve tekrar ettikçe, dinleyici fark eder ki o soruyu şarkıcı değil, kendi iç sesi sormaktadır:

Neler oluyor bize?

 

İlhan Şeşen’in o kendine özgü, hafif buğulu sesi de bu yüzden güçlüdür. Çünkü bastırmaz. Geri çekilir. Kendini dinletmez; sizin ona yaklaşmanızı bekler.

İşte bu yüzden “Neler Oluyor Bize?” bu kadar sevildi. Çünkü açıklamadı. Sormakla yetindi. Ve inanın ki, sorular çoğu zaman cevaptan daha sahicidir.

Ankara’dan Abisi Gelen Adam

1948’de Manisa’da doğan İlhan Şeşen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Avukatlık yaptı; ama gönlünde hüküm süren şey bir yasa değil, bir ezgiydi. Hukuk, hayatın düzeniydi belki; ama hayatın duygusu müzikteydi. O da o duygunun peşinden gitti.

1982 yılında kardeşleri Burhan ve Gökhan Şeşen ile birlikte kurdukları Grup Gündoğarken, hem aileden gelen uyumun hem de hayatla kurdukları estetik mesafenin ürünüydü. İlk ciddi sahne deneyimlerini bir tiyatro oyunu sayesinde yaşadılar: 1983’te Levent Kırca’nın sahnelediği Kadıncıklar adlı müzikli oyunun müziklerini yaptılar ve sahnede de bizzat icra ettiler. Müzik onlar için sadece bir ses değil, sahneyle kurulan ilişkide de bir duruştu.

Grup, sonraki yıllarda Ferhan Şensoy’un İçinden Tramvay Geçen Şarkı oyununda ve başka tiyatro projelerinde yer aldı; müzikleriyle hikâyeleri ördüler. O yıllarda İstanbul’un gece kulüplerinde de sahneye çıktılar; ama asıl çıkışları albümlerle oldu.

1986’daki Bir Yaz Daha Bitiyor, 1989’daki Bir Günlük Aşk derken 1992’de Ankara’dan Abim Geldi albümü geldi. İşte bu albümle birlikte, İlhan Şeşen’in sesi sadece bir müzisyen olarak değil, bir “abi” olarak da duyulmaya başladı.

“Ankara’dan abim geldi” cümlesi, bir memleket manzarasıydı sanki. O şarkıyla birlikte İlhan Şeşen, Türkiye’de pek az sanatçının ulaşabildiği bir duyguyu yakaladı: samimiyetle mesafeyi, halkla içtenliği ama asla basitliği karıştırmadan buluşturdu. O, dinleyenin başını okşayan ama omzuna yük bindirmeyen bir müziğin adamıydı.

Grup yıllar içinde farklı dönemlerden geçti. Kimi zaman üç kişi, kimi zaman iki kişi devam etti. Eurovision elemelerinden tiyatro müziklerine, konserlerden jeneriklere kadar uzanan geniş bir repertuvar kurdular. Ama İlhan Şeşen, zamanla solo çalışmalarına yöneldi. Çünkü anlatacakları, belki artık tek başına kurulmuş cümlelerde daha çok yankı buluyordu.

Ve o cümlelerin çoğunda bir hüzün vardı. Ama bu hüzün, ne ağlamaya davet ederdi ne de nostaljiye. Daha çok bir kabullenişti: gitmelerin, kalamayışların, incelikli ama sonuçsuz sevdaların kabullenişi…

Aşk Layık Olanda Kalmalı: Bir Karakter Meselesi

İlhan Şeşen’in şarkılarında ses her zaman biraz uzaktaydı. O şarkıların içinde hep bir suskunluk vardı —ama bu, boşluk değil, süzülmüşlükten doğan bir sadelikti. Söyleyecek çok şeyi olup da sadece birini seçenlerin, kendini değil duygusunu konuşanların sessizliğiydi bu.

“Aşk layık olanda kalmalı” derken, sadece bir ilişkideki adaletsizliğe değil, bir hayat görüşüne işaret ediyordu aslında. O cümlede bir itiraz yoktu; ama bir sitemin ötesine geçen bir ölçülülük vardı. Çünkü Şeşen’in müziği, inceliğin hakkını verenler içindi. Sevmenin de, susmanın da, çekilmenin de bir terbiyesi olduğunu hatırlatıyordu.

Onun şarkılarındaki erkek figürü alıştığımız erkek karakterlere benzemezdi. Ne ısrarcıydı ne trajik. Terk edildiğinde sahneye çıkıp bağırmaz; ağlamaz, küfretmezdi. Çoğu zaman bir iç çekişle yetinir, kelimelerin fazlasını geri çekerdi. Bir adım geri atar, ama orada kalırdı. Çünkü onun dünyasında kalmak kadar gitmek de bir olgunluktu.

Ayrıntılara takılmak istemem ama elimde değil derdi mesela. Ne kadar tanıdık, ne kadar insanca… Sevgilinin gidişiyle değil, geride kalan alışkanlıklarla başa çıkmaya çalışırdı. Yani mesele aşkın sonu değil, beraber yaşanmış zamanın çözülüşüydü.

Bu şarkılardaki adamın kalbi kırıktı belki, ama egosu sağlamdı. Acıdan şikâyet etmez, ayrılığı yüceleştirmez, aşkı da kutsallaştırmazdı. Onun derdi, duygunun kendisi değil, duygunun içindeki sızıyı anlamaktı. Sevdiğini söylemekle yetinmez, sevdiği kişinin bunu duymaya layık olup olmadığını da düşünürdü. Çünkü Şeşen’in şarkılarında aşk, kendini olduğu gibi vermek değil, ölçerek vermekti —kırmadan, ezmeden, taşırmadan…

Sinema, Dizi, Bir Görünüp Kaybolan Adam

İlhan Şeşen yalnızca şarkı söylemedi; zaman zaman sinema ve televizyon ekranlarında da göründü. Ama oralarda da tıpkı şarkılarında olduğu gibi bağırmadan konuştu. Oynadığı karakterler, kameranın önünde değil, kendi içlerinde var olmayı seçen adamlardı. Ekrana çıkar çıkmaz değil, sustuklarında hatırlanır oldular.

İlk dikkat çeken dizi Yeditepe İstanbul (2001), zaten bir geçiş hikâyesiydi —eskiyle yeninin, merkeze tutunmaya çalışan taşralılıkla büyük şehir yalnızlığının temasıydı. Şeşen orada sadece bir oyuncu değil, bir atmosfer gibiydi. Ardından gelen Aliye (2004) ve Annem (2007) dizilerinde de benzer bir “abi” figürü olarak yer aldı: Yargılamayan ama bilen, susan ama anlayan, uzak ama güven veren… Tıpkı şarkılarındaki gibi.

Onun oynadığı karakterler, çoğu zaman başrolde değildi, ama hikâyenin kalbini taşırdı. Gönülçelen, Bir Günah Gibi, Milat ya da Paramparça gibi dizilerdeki varlığı, bir duvar saati gibiydi: zamanla uyumlu, ölçülü ve dikkat çekmeyen… ama bir kez sustuğunda eksikliği hemen hissedilen.

Sinema kariyerinde de aynı çizgiyi korudu. Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey (1995) adlı film, aslında İlhan Şeşen’in müzikte söylediklerini sinema diline çeviren ilk denemeydi. Mumya Firarda gibi hafif eğlenceli yapımlarda dahi onun o hüzünle karışık tebessümünden vazgeçilmedi.

Anadolu Kartalları (2011), Saklı (2014), Saklambaç (2015) ve 50 Kelimelik Mektuplar (2021) gibi daha düşük perdeli filmler ise, onu daha çok içe dönük, kendi halinde ama hayatın ağırlığını taşıyan karakterlerle buluşturdu.

İlhan Şeşen’in kamera önündeki varlığı, bir oyunculuk iddiasından çok, şarkılarına yansıyan kişiliğin görsel versiyonuydu. Orada da oyunculuktan çok duruş sergiledi. Tıpkı şarkılarındaki adam gibi: Gösterişsiz, ama belli bir asalete sahip. Seyircinin ilgisini değil, saygısını kazanan türden.

Onu izlerken aslında bir oyuncuya değil, bir hal’e tanıklık ederdik. Oyunculuktan ziyade bir mevcudiyet hali. Varlığı hikâyeye ağırlık katardı, ama ağırlıkla ezmezdi. Tam da bu yüzden, İlhan Şeşen sinemada ve dizilerde yalnızca “rol” almadı —orada da kendini oynamadı, kendisi gibi kaldı.

Birlikte Susabilenlerin Müziği: Solo Yıllar ve Dostluklar

Grup Gündoğarken’in ardından İlhan Şeşen’in şarkılarında daha çok sessizlik duyulur oldu. Sanki kalabalığın içinden çekilmiş, azalmayı seçmiş, yalnızlığın tadını bilen bir adam konuşuyordu artık. Bu yeni dönemde çıkardığı albümler —Neler Oluyor Bize (2001), Aşk Yalan (2005), Gel (2006), Özür Diliyorum (2008), Hediyem (2014), Yedi Bölge İki Gölge (2017) ve Basmakalıp (2020)— bir müzikal seyahat değil, bir karakterin dönüşüm hikâyesiydi. Her albümde daha az kelime, daha sade aranjman, daha çok iç ses…

Bu dönemde İlhan Şeşen’in müziği, artık şarkı olmaktan çıkmış, bir tür yaşamaya tanıklık biçimine dönüşmüştü. Sesi, yıllar içinde biraz daha kısılmış, hatta zaman zaman yitip gitmişti. Ama sahneye çıkmaktan vazgeçmedi. Çünkü onun için müzik, performans değil, paylaşım meselesiydi.

Ve bu paylaşımlarda en çok hatırlanması gereken isimlerden biri de hiç kuşkusuz Vedat Sakman’dı.

Ömrünün son konserlerinden birini Göztepe Özgürlük Parkı’nda vermişti. Hastaydı. Konser boyunca sesi, adeta artık ona ait değilmiş gibiydi —bir hatıra gibi, eski bir ses bandı gibi, silinmeye yüz tutmuş bir yankı…

Ama o anda sahnede Vedat Sakman vardı.

Onu ezmeden, önüne geçmeden, eksik kalan yere zarifçe omuz veren bir dost gibi…

Seyirciye ne olduğunu açıklamaya gerek duymadan, ama olanı da saklamadan bazı şarkılarda sessizce girerdi; bazı yerlerde Şeşen’in gözünün içine bakar, bir işaret beklemeden devralırdı şarkıyı.

İşte o anlar, İlhan Şeşen’in müziğinin neden bu kadar sahici olduğunu gösterirdi: çünkü bu müzik yalnızca notalardan değil, birlikte susabilen insanların dostluğundan doğmuştu.

Şeşen’in solo albümlerinde de bu dostluk ruhu hissedilir. Sık sık konuk müzisyenlerle çalıştı ama bu işler, bir düet arayışından çok bir aynı frekansı paylaşma arzusunun sonucuydu. Kimi zaman akustik gitarın eşlik ettiği yalın bir kayıtla, kimi zaman Sakman’la birlikte yorumladığı bir sahne şarkısıyla, ama her defasında aynı sadelikle…

Şarkılar yaşlanıyordu onunla birlikte. Ses kısılıyor, ritim yavaşlıyor ama duygunun izi kalıyordu. Son albümlerde belki “hit” yoktu, ama hatır vardı. O hatır da bize kalandı.

Gidip de Gitmeyenler

Hayatının son döneminde kanserle mücadele etti. Ama kimseye “ben hastayım” demedi. Ne yakındı, ne açıklama yaptı. İlhan Şeşen, ölümle bile arasına bir mesafe koydu.

Çünkü o, bu dünyada gürültüye gelmeyen şeylerden biriydi. Yavaş konuşur, kısık sesle sever, iç çekerek giderdi. Ve tam da bu yüzden, gidişi bile bir kalış gibi hissettirdi.

Ardında ne büyük törenler ne alkış tufanı kaldı.

Ama bir şey kaldı: o şarkılar…

Küçük cümleler, duru melodiler, hüzne bulanmış tebessümler… Birden fazla kişiyi susturan, birden fazla hayatı anımsatan dizeler.

Bugün İlhan Şeşen’i düşünürken, tek bir şarkıyı hatırlamıyoruz aslında. O şarkıların iç içe kurduğu o sessiz, kırılgan, nazik dünyayı özlüyoruz.

Biraz eksik, biraz tamam, ama kesinlikle sahici olan o yeri. Belki biraz da kendimizi…

 

Not:

İlhan Şeşen’in ardından söylenecek çok şey var. Ama en güzeli, onun öğrettiği gibi yapmak: Ne fazla, ne eksik – aynı tonda, aynı mesafede, aynı incelikte susmak.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com